Hz. Adem´den - Hz. Muhammede Peygamberlerin Tarihi

Son güncelleme: 27.12.2007 23:26
  • Devlet başkanı olarak Hz. Muhammed, toplumda müslümanlar arasında veya İslâm devleti'nin tebeası durumunda bulunan gayr-i müslimler arasında çıkan anlaşmazlıkları, davâ konusu olan problemleri de çözümlüyordu. Bu gibi durumlarda davâcıyı olduğu kadar davâlıyı da dinliyor; yerine göre şahitlerin bilgisine başvuruyor, getirilen delilleri değerlendiriyor ve meseleyi fazla uzatmadan, sürüncemede bırakmadan, çoğu zaman hemen o anda, değilse en kısa zamanda çözüme bağhyordu. Taraflara hakkaniyet mefhumunun aşılanmasına büyûk hassâsiyet gösteriyor; kendisinin bir beşer olarak yapılan konuşmalara, getirilen delil ve gösterilen şahitlere göre hüküm vereceğini, gaybı bilemeyeceğini, bu durumda aslında haklı olmadığı halde kendisine bir hak verilmiş olanın gerçekte Cehennem ateşini almaktan başka bir kârı olmadığını belirtiyordu. Davâların halini bazan ashâbının ileri gelenlerine havale ettiği de olurdu. Eyaletlere tayin edilen valiler Hz. Peygamber adına idareyi yürütüyor ve adliyeye taalluk eden meselelere bakıyorlardı.

    Eğitimci Olarak Hz. Muhammed Hz. Peygamber'in temel görevinin dinî ve dünyevî tüm meselelerde insanları eğitmek olduğu söylenebilir. Bu bakımdan bizzat kendisi; "Ben ancak bir muallim olarak gönderildim" buyurmuştur (İbn Mâce, Mukaddime 17). Hz. Peygamber'in eğitimi, insanlara her yönde faydalı bilgilerin kazandırılması ve kazanılan bilgilerin kişilerin hayatına yansıyarak faydalı hâle gelmesi esasına dayanıyordu. O, bir taraftan Cenâb-ı Hakk'ın emrine uyarak; "Rabbim, benim ilmimi artır!" (Tâhâ, 20/114) diye bilgisinin artırılması için Allah'a yalvarır ve bu uğurda çaba sarfederken, diğer taraftan; "Allahım, bana öğrettiğinle faydalanmayı nasîbet!" (İbn Mâce, Mukaddime 23) diye yakarıyor; "Faydasız ilimden Allah'a sığınırım" (Müslim, Zikr 73) diyerek de bilgiden maksadın faydalanmak ve faydalı olmak olduğunu belirtiyordu.

    Bu ölçüler içerisinde Peygamber Efendimiz ashâbını Medine'ye hicretten önce Mekke döneminde Dâru'l Erkam'da, Hicretten sonra da Mescidü'n-Nebî'de ve Suffa'da yoğun bir şekilde eğitim ve öğretime tâbi tutmuştu. Tabiatıyla eğitim, bütün bir hayatı ilgilendirdiğinden; Hz. Peygamber evlerde, çarşıda, pazarda, yolda, bir sefer sırasında, harp halinde iken vesâir durumlarda gerekli olan her yerde, her fırsat ve vesile ile eğitim görevini yerine getiriyordu. Eğittiği kişilerin şahsî ihtiyaçları, ferdî farklılıkları, kâbiliyet ve kapasiteleri Hz. Peygamber tarafından göz önünde tutuluyordu. Peygamber Efendimiz, kendisi hâricinde eğitim ve öğretim için görevliler de tayin etmişti. Okuma-yazma, basit matematik, Kur'an tilâveti, temel dinî bilgiler, hayatta uygulanacak pratik mâlumât bu şekilde öğretmenler tarafından veriliyordu. O sıralarda Arap Yarımadası'nda okuma-yazma seviyesi son derece düşük olduğundan, yeterli müslüman öğretmenin bulunmadığı ilk yıllarda Hz. Peygamber, gayr-i müslim öğretmenlerden istifâde etmekte bir beis görmemişti. Meselâ Bedir gazvesinde müşriklerden elde edilen esirler arasında okuma-yazma bilenlerin, hürriyetlerine kavuşabilmeleri için, on müslümana okuma-yazma öğretmeleri şart koşulmuştu. İlk yıllarda müslüman çocukları okuma-yazma öğrenmek üzere Medine Yahudilerine ait okullara gönderilmişti. Peygamber Efendimiz kadınların eğitim ve öğretimi ile de meşgul oluyordu. Haftanın sadece kadınlara ayırdığı bir gününde onlara konuşmalar yapıp ders veriyor, sorularını cevaplandırarak problemleri ile ilgileniyordu. Ayrıca Hz. Âişe başta olmak üzere Rasûlüllah'ın zevceleri ve Ashâbın âlim hanımları öğretim faâliyetlerinde Hz. Peygamber'e yardımcı oluyorlardı. Bu bakımdan Peygamber Efendimiz henüı o sırada okuma-yazma bilmeyen zevcesi Hz. Hafsa'ya okuma-yazma öğretmek üzere bir görevli tayin etmişti.
#15.10.2004 00:24 0 0 0
  • Komutan Olarak Hz. Muhammed

    Kureyş müşrikleri başta olmak üzere İslâm düşmanlarının faaliyetleri ve İslâm'ın varlığına müsaade ve müsamaha göstermeyen tavırları, İslâm'ın yeterli bir güç ve otoriteye kavuştuğu Medine'ye hicretten itibâren düşmana karşılık vermeyi gerekli kılmış ve bunun bir sonucu olmak üzere, Hz. Peygamber'in hayatında savaşlar, kaçınılmaz olarak zaman zaman ortaya çıkıp hayatının sonuna kadar devam etmişti. Bu sebeple tertiplenen askerî seferler göstermiştir ki; Hz. Peygamber fevkalâde yüksek bir komuta güç ve dirâyetine, eşsiz bir askerî kâbiliyete sahip idi. Savaş usûl ve taktikleri, hücum, savunma ve manevra şekilleri konusunda mükemmel bilgileri, savaş araç ve gereçleri hususunda yeni gelişmeleri tâkip ederek başarı ile uygulama hassâsiyeti vardı. Son derece cesaretli ve şecâatli olduğundan Uhud ve Huneyn gazvelerinde olduğu gibi savaşın en hararetli ve kritik anlarında şiddetli düşman hücumları karşısında Ashâbın tereddüte düştüğü, bazılarının dağıldığı sıralarda bile sebat gösterir, en tehlikeli anlarda ashâbı O'nun yanına sığınarak kendilerini korurlardı. Son ana kadar savaşın kesin sonucu bilinemeyeceğinden, düşmanın muzaffer göründüğü durumlarda bile metânetini kaybetmez ve akl-ı selîm ile düşünerek dağılan kuvvetlerini toplayıp karşı taarruzu gerçekleştirerek üstünlük sağlardı. İstihbârâtın askerlikteki önemini gayet iyi bildiğinden cihad öncesinde, savaş sırasında ve sonrasında düşman faaliyetleri konusunda bilgiler toplamaya özen gösterir, küffar arasında devamlı istihbârât elemanları bulundururdu. Zaman zaman bu maksatla ve çevre emniyetini sağlamak üzere keşif kolları da çıkarmıştır. Sefer sırasında, özellikle mola verildiği anlarda ani bir düşman baskınından emin olabilmek üzere nöbetçiler çıkarır, Müslümanların birbirleriyle anlaşmalarını sağlamak ve morallerini takviye etmek üzere savaş sırasında kullanılacak ve İslâmi unsurlar içeren parolalar belirlerdi. Ayrıca Hz. Peygamber'in her gazvesinde ve çıkardığı her seriyesinde sancak ve bayraklar kullanılmıştır. O'nun yaptığı savaşlarda düşmanı tesirsiz hale getirecek baskın ve pusulara yer verildiği gibi, gerektiğinde düşman kuvvetlerin arasını açacak bir takım hilelere de başvurulabiliyordu. Özellikle soğuk harple düşmanı yıpratma, psikolojik baskı altına alarak moral olarak mağlup etme ve böylece direnme gücünü kırma usûlü Hz. Peygamber tarafından uygulanmıştır. Böylelikle mümkün olan en az ölçüde kan dökülerek düşman etkisiz hale getirilmiş oluyordu. Esasen Hz. Peygamber kan dökmekten asla hoşlanmazdı. Başlangıçta savaşın çıkmaması için üzerine düşen tüm çabayı sarfediyor, sulh yollarını deneyip bu hususta düşman tarafa mutlaka teklifte bulunuyordu. Bu bakımdan Hz. Peygamber nazarında sulh asıl olup; harp, geçici idi. Yalnız Hz. Peygamber'in sulh anlayışı, çevrede hakim batıl güçlerin, idâresi altında bulunan halk üzerinde baskı kurarak, sultalarını sürdürüp zulüm ve haksızlık icrâ etmelerine seyirci kalmayı; insanların inanç ve düşünceleri sebebiyle tâkip altında tutulup baskıya, eziyet ve işkencelere mârûz bırakılmalarına göz yummayı gerekli kılmıyordu. Hz. Peygamber'in sulh anlayışına göre; insanlar inançlarını belirlemede tamamıyla serbest tutulmalı, hür irâdeleri ile diledikleri iman çizgisini hiç bir baskı söz konusu olmaksızın bizzat kendileri belirlemeli idiler. Elbette insanlara hak ve hidayet yolunu gösterecek İslâm tebliğcileri de bu sulh vasatında hak ve hakikatın apaçık delillerini insanlara anlatarak, onları gerçeklere eriştirme görevini yerine getirecekler, ama hiç kimseyi İslâm'a girme konusunda zorlamayacaklardı. Ne var ki hakkın varlığım hazmedemeyen bâtıl gücün temsilcileri İslâm'ın bu şekilde sulh içinde tebliğine engel olduklarından ve inananları baskılar altında tutarak onlara hayat hakkı tanımadıklarından, Hz. Peygamber açısından harp kaçınılmaz oldu. Bu durumunda bile Hz. Peygamber kan dökülmesini istemiyor, bu konuda gerekli tedbirleri alıp lüzumlu emir ve tâlimatlarını veriyordu. Meselâ düşmanla karşı karşıya gelinip harp vaziyeti alındığı bir sırada dahi harp başlamadan önce düşman kuvvetlerini İslâm'ı kabul etmeye mutlaka çağırır, bu teklif reddedilince sulha davet edip andlaşma yapma yolunu deneyerek savaşa sebebiyet vermemek ister; yaptığı barış ve itaat önerileri kabul edilmeyince savaşa artık düşman taraf sebep olduğu için çaresiz karşılık verirdi. Ayrıca düşman saldırmadan, saldırıya geçmeme; harp sırasında harbe katılmayıp geride kalan kadınlara, çocuklara, ihtiyarlara, din adamlarına dokunmama; savaş anında düşmanın hayati organlarını değil, el, ayak, bilek, dirsek, diz gibi mafsallarına hamlede bulunarak onları öldürmeksizin hareket kabiliyetinden mahrum edip etkisiz hale getirme; esir olup emân dileyene emân verme; câhiliye döneminde olduğu gibi düşman ölülerinin gözünü oyup kulağın: burnunu kesip parmaklarını doğrayıp karnını yararak intikam duygularını tatmin etme yoluna gitmeme; yine câhiliye devrinde sırf intikam olsun ve kalan düşmanlara sıkıntı versin diye maktûl düşen düşman ölülerini kızgın arazide kokuşup yırtıcı hayvanlara yem olarak bırakma şeklinde icra edilen gayr-i insânî uygulamanın terkedilerek düşman ölülerinin de defnedilmesi gibi emirleri, O'nun komutasında cereyan eden muharebelerde ve çıkardığı seriyyelerde verdiği tâlimat arasında yer almaktadır.

    Âile Reisi Olarak Hz. Muhammed

    Hz. Peygamber, henüz gençlik yıllarında yirmi beş yaşında iken Mekke'de Hz. Hatice ile evlenerek bir aile yuvası kurmuştu. O sıralarda birden çok kadınla evlenmek, Araplar arasında son derece yaygın bir âdet olmakla beraber Peygamber Efendimiz, Hz. Hatice vefat edinceye kadar başka bir kadınla evlenmemişti. Hz. Hatice vefat ettiği zaman Peygamber Efendimiz elli yaşında idi. Daha sonraki yıllarda özel bir takım sebep ve hikmetlerle Hz. Peygamber birden çok kadınla evlendi. Bu evliliğin sebeplerini, İslâm düşmanlarının yaptığı gibi nefsânî ve şehevânî arzulara bağlamak aslâ doğru değildir. Çünkü Hz. Peygamber'in çok evliliği iddiâ edildiği gibi böyle bir sebebe bağlı olsaydı, bu evliliklerin Hz. Peygamber'in söz konusu arzuyu daha ziyâde duyacağı gençlik yıllarında ve ilk evliliğini hemen takip eden seneler içerisinde cereyan etmesi gerekirdi. Halbuki Hz. Peygamber, tam yirmi beş yıl sâdece Hz. Hatice ile evli kalmış, onun vefatından sonra kendisi elli yaşını geçmiş olduğu halde şartlar gerekli kıldığı için yeni evlilikler yapmıştı. Bazan evlilik dolayısıyla temas kurulan ve yakınlık sağlanan yeni kitlelere İslâm'ın iletilebilmesi düşüncesi, bazan evleneceği zeki, kâbiliyetli ve bilgili eşi vasitasıyla kadınları İslâmi esaslara göre daha rahat eğitebilme arzusu, bazan savaş dolayısıyla ortaya çıkan şiddetli düşmanlık ve kini onlar arasından evlilik yaparak bertaraf edip muhâtap kitlelerini celbetme lüzumu, bâzan İslâm hukûkunun getirdiği yeni bir hükmü bizzat Hz. Peygamber'in tatbik ederek topluma örnek olma zorunluluğu gibi dinî, siyâsî, hukûkî, sosyal bir çok sebep ve hikmet Hz. Peygamber'in çok evlenmesini gerekli kılmıştı.

    Peygamber Efendimizin zevcelerinin toplam sayısı on bir olup şunlardı: Hatice bint Huveylid, Sevde bint Zem'a, Âişe bint Ebûbekir, Hafsa bint Ömer, Zeyneb bint Huzeyme, Ümmü Seleme bint Ebû Ümeyye, Zeyneb bint Cahş, Cüveyriye bint eIHâris, Ümmü Habîbe bint Ebû Süfyân, Safiyye bint Huyey ve Meynûne bint el-Hâris. Reyhâne ve Mâriye ise câriyeleri idi.

    Hz. Peygamber'in zevcelerinden Hz. Hatice, Mekke'de peygamberliğin onuncu yılında, Zeyneb bint Huzeyme ise Medine'de Hicretin dördüncü yılında vefat etmişti. Bu sebeple Peygamber Efendimizin bir arada dokuz eşi bulunmuş ve bu sayıya da vefatına yakın bir zamana varıncaya kadar uzun bir sürede evlilik zarûreti çıktıkça aralıklarla ulaşılmıştır. Hz. Peygamber'in bu zevcelerinden Hz. Aişe dışındakilerin tamamı Rasûlullâh ile evlendikleri sırada dul idiler ve pek çoğunun eski eşlerinden çocukları vardı; üstelik çoğu yaşlı da idi. Bu durum da, Hz. Peygamber'in evliliğini gerekli kılan özel bir takım sebep ve hikmetlerin mevcut olduğunun delilidir.

    Peygamber Efendimiz, hizmetinde bulunan görevlilere, karşı da asla sert ve haşin davranmaz; kendi yediklerinden onlara da yedirir, giydiklerinden onlara da giydirirdi. Küçük birer odadan ibâret olan hâne-i saâdetleri son derece sâde, ama temiz idi. Bazan bir hasır, bazan yünden dokunmuş bir ihram, bazan da içi hurma lifleri ile doldurulmuş deri kaplı bir yatak Hz. Peygamber'in oda döşemesini ve yatağını oluşturuyordu. Her konuda olduğu gibi bu hususta da lüks ve israftan kaçınarak sadeliği tercih eden Hz. Peygamber, bazı zevcelerinde görülen daha iyi imkânlarla daha müreffeh bir yaşayış arzu ve isteği üzerine Kur'an'da da temas edildiği üzere "Şayet dünya hayatını ve süslerini istiyorlarsa bağışta bulunarak kendilerini güzellikle salıvereceğini, ama şayet Allah'ı, peygamberini ve âhiret yurdunu istiyorlarsa Allah'ın iyi davrananlar için büyük bir mükâfaat hazırladığını (el-Ahzâb, 33/28-29) belirterek tavrını açıkça ortaya koymuştu. Tabiî ki Hz. Peygamber'in zevceleri bu ikâz üzerine beşer olma sıfatıyla bir an için içlerinden geçen daha rahat yaşama arzu ve isteğini terkedip Hz. Peygamber'in yanında kalmayı ve O'nun sade yaşayışına ortak olmayı dünya lüksüne tercih ettiler.

    Peygamber Efendimiz, aile hayatında, özel yaşayışında ahlâkında, dini tebliğinde, devlet idaresi ve askerî komutasında, eğitim ve öğretiminde, kısacası tüm sözleri, hareketleri ve davranışlarında bütün müslümanlar için güzel bir örnek idi. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu: "Andolsun ki Rasûllâh'ta sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok zikredenler için en mükemmel bir örnek vardır" (el-Ahzâb, 33/21).

    Allah'ın salât ve selâmı O'nun üzerine olsun.
#15.10.2004 00:25 0 0 0
  • Sagol karizmali paylasim icin
#29.10.2004 17:19 0 0 0
  • paylasim dolay ile tesekkürler !!!!!!!!!!
    allah senden razi olosun
#29.10.2004 17:22 0 0 0
  • Boyle onemli bir konuyu sundugun icin sagol kardas
#31.10.2004 16:30 0 0 0
  • Hz.Muhammed (s.a.s)' in ümmeti olmak kavramını anlayabilmek çok önemli tabi...Ah ! zavallı nefsim, dünya'nın adaletsiz ve barbar yönetimleri sana hiçmi yüzyıllarca önce tüm bunların ve daha fazlasının olacağını bildirdikleri halde, hala itaat edip boynunu eğmezsin...


    peygamber efendimiz, Resul'ü Ekrem (a.s)' in yaşamı ve şemail'i şerife'si için ruhuna sağlık dostum...Allah'ın rahmeti üzerinize olsun.
#31.10.2004 17:34 0 0 0
  • allah razı olsun arkadaşım yüreğine sağlık
#01.06.2005 01:23 0 0 0
  • ALLAH razı olsun kardeşim
#09.08.2005 16:06 0 0 0
  • HZ. MUHAMMED (S.A.V.) PEYGAMBER EFENDİMİZ

    Resulullah (s.a.v), Fil yılı Rabiul Evvel ayının on yedisinde (M.570de) Cuma günü şafak vakti Mekke şehrinde dünyaya geldi.(1) Resulullah (s.a.v)in değerli babası, Abdullah bin Abdulmuttalip bin Haşim bin Abdumenafdır. Değerli annesi ise Veheb bin Abdumenafin kızı Aminedir. Görüldüğü gibi her iki şahsiyetin akrabalık bağı Abdumenafda birleşiyor.

    Hz. Peygamberin mübarek ismini İlahi emir gereği Muhammed, (2) künyesini ise Ebul Kasım (3) koyuyorlar.

    İmam Bakır (a.s) buyurmuşlardır ki, Hz. Peygamber doğumunun yedinci günü Hz. Ebu Talib, Hazretin dünyaya teşrifinden dolayı bir kurban keser ve akrabalarını misafirliğe davet ederek şöyle der: "Bu Ahmedin akikasıdır. Misafirler; Onun ismini neden Ahmed koydun? diye sorduklarında, ise Ebu Talib; Yer ve gök ehlinin övgüsünden dolayı onun ismini Ahmed koydum. der.(4) İşte bundan dolayı Hz. Emir-ul Müminin Ali (a.s), Hz. Resulullah (s.a.v)ın iki ismi bulunan peygamberlerden olduğunu söylemiştir.(5)

    Peygamber (s.a.v) henüz daha dünyaya gelmeden babasını kaybetti; (6) dünyaya geldikten sonra da onu süt emmesi için Halime-i Sadiyyeye emanet ettiler. İbn-i Sadın yazdığına göre, Halime Hazreti kucağına alır almaz döşü sütle doldu; öyle ki, Peygamber ve Halimenin açlıktan uyumayan çocuğu da o sütten doydular.(7)

    Peygamber (s.a.v) üç yaşına kadar annesi Aminenin de gözetimiyle süt annesi Halimenin yanında kaldı, daha sonra Mekke şehrine getirilerek annesine teslim edildi.

    Peygamber (s.a.v) altı yaşında iken annesi Amine ve bakıcısı Ümmi Eymenle birlikte akrabalarını görmek için Medineye giderler. Bir ay Medinede kaldıktan sonra Mekkeye dönüşte, Ebva denen yere (Cuhfeden 37 km. uzak) ulaştıklarında Hazretin değerli annesi vefat eder ve orada defnedilir. Ümmi Eymen Hz. Peygamberi Mekkeye getirir ve ceddi Abdulmuttalibe teslim eder. Böylece Abdulmuttelib Hazretin sorumluluğunu üstlenmiş olur.(8) Ama iki yıl sonra Abdulmuttalib de dünyadan göçer.(9) Onun vasiyeti gereğince de, Hz. Ebu Talib kardeşi oğlu Hz. Muhammed (s.a.v)ın sorumluğunu üstlenir.(10)

    İbn-i Abbasın naklettiğine göre, Ebu Talib Hz. Peygamber ile öyle ilgileniyordu ki, gece ve gündüz ondan bir an olsun ayrılmıyordu, onu kendi yanında yatırıyor ve onun hakkında kimseye güvenmiyordu.(11)

    Hz. Resulullah (s.a.v) on iki yaşında iken (12) Ebu Talible birlikte Şama yolculuğa çıkarlar. Bu yolculukta Buheyra isminde bir rahiple karşılaşırlar. Buheyra, Hıristiyan alimlerinin en bilginlerindendi. Hz. Peygamberi görür görmez, Onun ahir-uz zaman Peygamberi olduğunu hemen anlar ve Ebu Talibe dönüp şöyle der: Önceki semavi kitaplarda bu gencin peygamberliğiyle ilgili haber vardır.(13)

    Hz. Resulullah (s.a.v), erginlik çağına kadar Hz. Ebu Talibin evinde kalılar ve ahlak, yiğitlik, halkla geçinmek ve emanete riayet etmek bakımından öyle bir yüce ahlak ve erdemlilik sergilerler ki halk ona Emin lakabını takarlar.(14)

    Hz. Resulullah (s.a.v) yirmi yaşında iken Hilf-ul Fodul antlaşmasına katılmıştır. Bu antlaşma, Beni Haşim, Beni Zühre ve Beni Temim arasında yapılan insani değerleri önemseyen bir anlaşma idi. Bu antlaşma gereğince mazlumların hakları zorbalardan alınacak ve gereken yardımlar onlardan esirgenmeyecekti.(15)

    Hz. Hatice asaletli ve serveti olan bir kadındı. Hz. Hatice erkekler vasıtasıyla ticaretle uğraşıyordu. Resulullah,ın doğru konuşan ve emin biri olduğunu öğrenince, Hazrete, kölesi Meysere ile birlikte ticaret yapmak için Şama gitmesini ve diğer tacirlerden daha fazla pay almasını önerdi. Hz. Resulullah (s.a.v) Haticenin bu önerisini kabul ederek onun malı ile Şama doğru yola çıktılar. O memlekette mallarını satıp işlerini bitirdikten sonra Mekkeye döndüler. Mekkede de oradan getirdikleri malları satıp öncekilere oranla iki kat veya daha fazla kar elde ettiler. Üstelik Meysere de yol boyunca Resulullahdan gördüğü hareket ve davranışları Haticeye anlattı.

    Bunun üzerine, Hatice, birisi vasıtasıyla Resulullaha şöyle bir mesaj gönderdi: Ey amca oğlu, aramızda akrabalık bağı olduğundan kavmin arasında yüce şeref ve nesebe sahip bulunduğundan, güvenilir, iyi huylu ve doğru konuşan olduğundan dolayı seninle evlenmeye gönüllüyüm.

    Haticenin bu evlenme teklifi öyle bir zamanda oldu ki, Hatice o zamanlar nesep açısından en köklü, şeref ve mal bakımından da bütün kadınların en üstünü idi; herkes onunla evlenmek istiyordu, ama o hiç kimseyi kabul etmiyordu.(16)

    Resulullah (s.a.v) Hz. Haticenin bu evlenme teklifini kabul ederek amcalarını onu istemeye gönderir ve böylece bu mübarek vuslat gerçekleşmiş olur .(17)

    Resulullah (s.a.v) evlendiği zaman yirmi beş yaşında idiler. (18) İbn-i Abbas ve bir grup diğer bilginlerin sözüne göre, Hz. Hatice de yirmi sekiz yaşında idi.(19)

    Hz. Peygamber (s.a.v)in Hz. Hatice ile evlenmesinden ikisi erkek, dördü kız olmak üzere toplam altı çocuğu olmuştur. Erkeklerin isimleri: Kasım ve Tahir; kızların isimleri ise Ümmi Gülüsüm, Rukayye, Zeynep ve Fatımadır.(20)

    Hatice-i Kübra (a.s) Resulullah (s.a.v) ile ortak yaşantısında çok fedakarlıklar yapmıştır. O, bütün mal ve servetini aziz eşinin ihtiyarına bırakmış ve bütün kadınlardan önce Hz. Resulullaha iman etmiştir. Resulullah (s.a.v) onun hakkında şöyle buyurmuştur:

    O, insanlar kafir olduğunda bana iman etti, halk beni tekzip ettiğinde o beni tasdik etti, halk beni mahrum bıraktığında o kendi malıyla bana yardımda bulundu.(21)

    Hz. Resulullahın yaşantısının en hassas dönemi, 40 yaşına girdiği dönemdir. Zira Hazret bu yaşta Recebin 27. günü (M. 610) peygamberliğe seçilmiştir.(22) O zamandan itibaren üç yıl boyunca halkı gizlice İslama davet etmiştir. (23) Hz. Resulullaha ilk iman eden Emir-ul Müminin Hz. Ali olmuştur. (24) Ondan sonra da Hz. Hatice iman etmiştir.

    Bisetin üçüncü yılında Resulullah (s.a.v), halkı açıkça İslama davet etmeye mamur kılındı. Bu emir gereği önce kendi yakınlarını misafirliğe davet edip onlara şöyle buyurdu:

    Allah Teala beni, sizi Ona davet etmeye emretmiştir. İçinizden kim beni tasdik edip, bu işte bana yardımcı olursa, sizin aranızdaki kardeşim, vasim ve halifem olacaktır. (25)

    Teberinin yazdığına göre, bu toplantıda Hz. Ali, Peygambere yardımcı olacağını ilan eden tek şahıs oldu. Peygamber (s.a.v) de oradakilere şöyle buyurdu:

    Bilin ki, bu şahıs, benim sizin aranızdaki kardeşim, vasim ve halifemdir; onun sözlerini dinleyin ve emirlerine itaat edin. (26)

    Resulullah (s.a.v) akrabalarını İslama davet ettikten sonra, halkın da putlarını bırakıp sadece Allaha ibadet etmelerini istedi. Bu söz onlara çok ağır geldi; az bir grup hariç, hepsi Hazretle düşman olmaya başladılar. O kritik anda, Mekkenin büyüğü ve Peygamberin amcası olan Hz. Ebu Talib, kardeşi oğlunun yardımına koştu ve onu yalnız bırakmayacağına dair yemin etti.(27) Gerçekten öyle de yaptı. Hz. Ebu Talib, hayatta olduğu müddetçe Kureyş, Hz. Peygamberi fazla incitemedi.

    Kureyş büyükleri, Hz. Ebu Talibin varlığıyla Hz. Peygamberi tam baskı altına alamadıklarını görünce, yeni Müslüman olanları eziyet ve işkence etmeye başladılar. Peygamber (s.a.v), Müslümanların Kureyşin zulüm ve eziyetinden kurtulmaları için onlara Habeşiye hicret etmeleri için izin verdi.

    Bisetin altıncı yılında, Mekke müşrikleri, Peygamber (s.a.v)i öldürme kararı aldılar. Bu yüzden Hz. Muhammed (s.a.v)i kendilerine teslim etmedikçe, Beni Haşimle muamele yapmayacak ve onlardan evlenmeyeceklerine dair kendi aralarında bir antlaşma imzaladılar. Bu antlaşmayı bir deri sayfaya yazıp Kabenin duvarına astılar. Beni Haşim de canlarını korumak için Peygamber (s.a.v) ile Şib-i Ebu Talib deresine sığındılar; üç yıl boyunca orada kaldılar. Üç yıl sonra Allah Teala Peygamberine, antlaşmayı Allah lafzı hariç, karıncaların yediğini haber verdi. Hz. Ebu Talib bu haberi Kureyşlilere iletti ve onlara; Eğer Muhammedin söyledikleri doğru çıkarsa ne yaparsınız? diye sordu. Onlar da: Artık el çekeriz dediler. Kureyşliler Kabeye gidip oraya astıkları antlaşmanın Allah lafzı hariç karıncalar tarafından yenildiğini görünce, kendi antlaşmalarından vazgeçtiler. Bisetin onuncu yılında vuku bulan bu olay neticesinde Mekke halkından bir çok kimseler İslamiyeti kabul ettiler. Böylece Beni Haşim Şibi Ebu Talibden dışarı çıkabildi.(28)

    Peygamber (s.a.v) bisetin onuncu yılında iki büyük yardımcısı olan Hz. Ebu Talib ve Hz. Haticeyi kaybetti, (29) bu iki büyük şahsiyetin ölümü Hazrete çok ağır geldi, bundan dolayı o yılın ismini Hüzün Yılı koydu.(30)

    İmam Zeynul- Abidin (a.s) şöyle buyurmuştur:

    Resulullah (s.a.v), Ebu Talib ve Haticeyi kaybettiğinde artık Mekkede kalması güçleşmişti... Allah Teala bundan dolayı Hz. Peygamberin, Mekkede yardımcısı olmadığından orayı terk edip Medineye doğru hareket etmesini emretti(31)

    Hz. Ebu Talib dünyadan göçtükten sonra Kureyşin peygambere eziyeti gittikçe fazlalaştı, Hazrete defalarca ihanet edip Onun canına kıymak istediler. (32)

    Mekke müşrikleri, bisetin on üçüncü yılı Darun Nedve denilen bir yerde toplanıp Hz. Peygamberi öldürme kararı aldılar. Bu karara göre çeşitli kabilelerden oluşan gençler hep birlikte Hazrete saldıracak ve kimin tarafından öldürüldüğü bilinmeyecekti. (33)

    Hz. Peygamber (s.a.v), İlahi vahiyle bu komplodan haberdar oldu ve geceleyin Mekkeden ayrılarak Medineye doğru yola çıktı. Emirul- Müminin Hz. Ali de Peygamber (s.a.v)in canını korumak için Onun yatağında yattı. (34)

    Peygamber (s.a.v), Rabi-ul Evvel ayının ilk günü Mekkeden ayrıldı ve aynı ayın on ikinci günü Medinenin yakınlarında olan Kuba denilen yere vardı ve orada yaklaşık on gün Hz. Aliyi bekledi. (35)

    Bu müddet içerişinde de Kuba camisini yaptırdı. Daha sonra Hz. Alinin gelmesiyle Medineye teşrif buyurdular .

    Hz. Peygamberin hicreti ardından Mekke Müslümanları da yavaş-yavaş Medineye hicret etmeye başladılar. Peygamber (s.a.v), Muhacir ve Ensar (Medine halkı) arasındaki samimiyet bağını güçlendirmek için onların aralarında kardeşlik bağı oluşturdu.

    Peygamber (s.a.v), bu teşebbüsü ile Medinede İslami bir toplum oluşturmuş ve Muhacirlere yardım için de uygun bir zemin hazırlamıştı.

    Bu küçük İslam toplumunun kuruluşundan daha on dokuz ay geçmemişken Müslümanlarla Mekke müşrikleri arasında savaş ateşi tutuştu. İlk önemli savaş Bedir savaşı idi, onun peşi sıra Uhud, Handek, Hayber,Tebuk vb....savaşlar da vuku buldu.

    Peygamber (s.a.v)in savaşları iki çeşittir; birincisi, kendisinin katıldığı savaşlardır, bu savaşlara Gazve denilir. Diğeri ise kendisinin katılmadığı savaşlardır, bu savaşlara da Seriyye deniliyor. Gazvelerin sayısının 28, seriyyelerin sayısının ise 38 tane olduğunu söylemişlerdir. (36) Bunca savaş, dokuz yıldan az bir zamanda vuku bulmuştur.

    Bu gazve ve seriyyeler, Müslümanların Hicaz topraklarında azamet ve güçlerinin aşikar olmasına ve bir çok Arap kabilelerinin Hz. Peygamberle barış antlaşmaları imzalamalarına sebep oldu.

    Bu antlaşmaların en önemlisi, Hudeybiye antlaşması idi. Hz. Peygamber bu antlaşmayı, hicretin altıncı yılında Mekke müşrikleriyle yaptı. Bu antlaşma, Hicaz toprağında nispi bir emniyet ve huzurun oluşmasına yol açtı ve diğer topraklarda da İslamın yayılmasına ortam hazırladı.

    Peygamber (s.a.v), hicretin yedinci yılında İslamın geniş bir şekilde yayılmasını sağlamak için bir çok mektuplar yazmış ve bu mektupları İran, Rum, Habeş, Mısır, Yemame, Bahreyn vb. ülkelerin kıralı ve padişahlarına göndererek kendi mesajını onlara iletmiştir. (37) Hazret bu mektuplarda onları İslama davet ediyordu. Bu vesileyle Hz. Peygamberin cihanı risaleti dünyanın her tarafına bildirilmiş ve böylece İslamın mesajı uzak memleketlere de ulaşma imkanını bulmuştur.

    Hicretin sekizinci yılının Ramazan ayında Mekke şehri Peygamber tarafından fethedildi. (38) Resulullah (s.a.v) ordusuyla birlikte savaşmaksızın Mekke şehrine girdi, ilk teşebbüsünde Mekke halkının hepsini affetti ve Kabede bulunan üç yüz altmış putu oradan temizledi (39) ve sonra minbere çıkıp şöyle buyurdu:

    Ey insanlar! Allah Teala cahiliyye tekebbürünü ve atalarla övünmeyi sizin aranızdan temizledi. Bilin ki siz Ademdensiniz, Adem de balçıktandır. Bilin ki, Allahın en iyi kulları Ondan korkan ve günah işlemeyendir. (40)

    Resulullah (s.a.v), Mekkede kısa bir müddet kaldıktan sonra Medineye doğru hareket etti. Bir kaç aydan sonra, Rum ordusunun İslam ülkelerine saldırıp o topraklarda ilerlemeyi amaçladıklarını öğrendi. Hazret bu haberi öğrenir öğrenmez İslam ordusunun, Rum ordusuna karşı koymak için Şam sınırlarına doğru hareket etmelerini emretti, kendisi de ordunun komutanlığını üzerine aldı. Uzun bir mesafeyi kat ettikten sonra, Hicretin dokuzuncu yılının Şaban ayında Şam sınırında bulunan Tebuk topraklarına ulaştılar. Ama Rumlulardan hiçbir eser yoktu. Çünkü Rum ordusu, Hz. Peygamberin komutanlığındaki İslamın güçlü ordusunun hareketinden haberdar olmuş ve Müslümanlar karşısında yenilgiye uğramak korkusundan aldıkları kararlarından vazgeçmişlerdi.

    Resulullah (s.a.v) düşman tehlikesinin olmadığını görünce, ordunun Medineye dönmesini emretti. Tebuk ismiyle meşhur olan bu gazve, Hz. Peygamberin en son gazvesi sayılmaktadır.

    Hz. Peygamber (s.a.v)in Hicaz topraklarındaki en fazla muvaffakiyet elde ettiği yıl, hicretin dokuzuncu yılıdır. Çünkü o yılın hac merasiminde müşriklerden beraat ilan edildi. (41) Bu önemli mesele, Kurban Bayramında Emirul- Müminin Hz. Ali (a.s) vasıtasıyla düşmanlara duyuruldu ve onlara, İslama karşı tavırlarını belirlemeleri için dört ay mühlet verildi. Bu beraatın ilanı neticesinde çeşitli kabilelerin elçileri Medineye doğru akın etmeye başladılar. Hepsi Hz. Peygamberin huzuruna gelip İslamı kabul ettiklerini veya İslamın sığınağında yaşamaları için cizye ödemeye hazır olduklarını ilan ettiler.

    O yıl çok fazla elçinin Medineye akın etmesinden dolayı o yıla Ammul- Vefud (elçiler yılı) ismini vermişlerdir. Böylece puta tapma adet ve geleneği Hicaz toprağından silinmiş ve yerine tevhit dini yerleşmiştir.

    Resulullah (s.a.v), hicretin onuncu yılında hac amellerini yapmak için Mekkeye yolculuk yapmaya hazırlandı. Müslümanlar da bu haberi duyunca, hac amellerini doğru bir şekilde kamil olarak öğrenmek için yolculuğa hazırlandılar. Resulullah (s.a.v) Zilkade ayının sonuna dört gün kala Medineden ayrıldı, Zilhaccenin dördüncü günü ise Mekkeye vardı. (42) Hac amellerini yaptıktan sonra Müslümanlarla birlikte o şehirden ayrıldı ve Medineye doğru yola koyuldu. Yüz yirmi bin civarında olan hac kervanı Cuhfe denilen yere yetiştiğinde, Hz. Peygamber tarafından kervanın durdurulması emredildi. Hazret namazını kıldıktan sonra Gadir-i Hum kenarında bir hutbe okudu sonra Hz. Alinin elinden tutarak yüksek bir sesle şöyle buyurdu:

    Ben kimin mevlası (efendisi) isem Ali de onun mevlasıdır. Allahım, ona yardım edene sen de yardım et, onu yalnız bırakını sen de yalnız koy... (43)

    Bu vakıa, Zilhaccenin on sekizinci günü vuku buldu. Hz. Peygamberin halife tayin etme işi bir kaç defa çeşitli yerlerde tekrarlanmıştır.

    Hz. Peygamber (s.a.v) Haccetul- Veda yolculuğundan sonra, ömrünün son günlerini yaşıyordu, nihayet hicretin on birinci yılı Sefer ayının yirmi sekizinde fani dünyadan ayrılıp ebedi yurda göç etti. (44)

    Peygamber (s.a.v)in Haticeden altı çocuğu vardı, onların isimlerini daha önce zikrettik. Mariyeden de İbrahim isminde bir oğlu vardı. Hazretin, Fatıma (a.s) hariç bütün evlatları kendi hayatı döneminde vefat ettiler. (45) Hz. Peygamberin nesli, Hz. Fatımadan devam etti.



    HZ. PEYGAMBERLE İLGİLİ KISSALAR

    1- İki Meleğin Haline Gülüyorum

    Bir gün Resulullah (s.a.v) gülümseyerek göğe bakıyordu, bir adam Hazretin gülmesinin sebebini sorunca, Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdular: Evet göğe bakıyordum, iki meleğin hali beni güldürdü, onlar kendi yerinde ibadetle meşgul olan mümin bir kulun gece gündüz yaptığı ibadetlerinin mükafatını yazmaları için yeryüzüne indiler, fakat onu, hasta olduğundan dolayı ibadetgahında bulamayınca, göğe çıkıp, Hak Tealaya şöyle arz ettiler: Ey Rabbimiz! Biz o mümin kulun ibadetini yazmak için her zamanki gibi onun ibadetgahına gittik, fakat onu orada bulamadık, hastalık yatağına düşmüştü.

    Allah Teala, o meleklerin cevabında şöyle buyurdu: O mümin kul, hastalık yatağında olduğu sürece, her gün ibadetgahında olduğu zaman ona yazdığınız her günün sevabı miktarınca ona sevap yazın. Hastalık yatağında olduğu müddetçe onun hayır amellerinin mükafatı bana aittir; onun mükafatını ben vereceğim. (46)

    2- Sırayı Riayet Edin

    Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor: Bir gün Hz. Resulullah (s.a.v) ayaklarının üzerine yorgan örtmüş ve istirahata çekilmişti. Bu arada Hasan su istedi. Resullullah (s.a.v) hemen yerinden fırladı ve devemizden bir kaba biraz süt sağıp onu Hasana (a.s) verdi. Bunu gören Hüseyin (a.s) yerinden fırlayıp sütü almak istedi. Ama Resulullah (s.a.v) ona mani olup sütü Hasana verdi. Bu arada durumu seyretmekte olan Fatime: Ya Resulellah! Güya Hasanı daha çok seviyorsun dedi. Resulullah cevaben buyurdular ki: Hayır öyle değildir. Benim Hasanı savunmamın sebebi, öncelik onun hakkı olduğu içindir. Çünkü O, daha önce su istemişti, sırayı riayet etmek gerekir. Yoksa kıyamet günü ben, sen, bu ikisi ve şu yerde yatan (Ali) hepimiz bir mekanda olacağız buyurdu. (47)

    3- Rahmetmeyene Rahmolunmaz

    Ebu Hureyre dedi ki: Resulullah (s.a.v)ın huzurunda bulunuyorduk. Bu arada Hazret durmadan henüz küçük yaşta olan Hasan ve Hüseyini öpüyordu. Hazretin bu hareketini gören Uyeyne: Ya Resulullah (s.a.v), benim on çocuğum vardır. Ben şimdiye kadar onların hiçbirini asla öpmemişim dedi. Hazret bu sözü duyunca çok sinirlendi, öyle ki çehresinin rengi değişti ve:  Kim rahmetmezse, ona rahmolunmaz; eğer Allah rahmeti kelbinden almışsa, benim sana yapacak bir şeyim yoktur; kim, küçüklerimize rahmetmez, büyüklerimizi de saymazsa, o bizden değildir (48) buyurdu.

    4- Resulullah (s.a.v)ın Ağlaması

    Resulullah (s.a.v) Ümmi Selemenin evinde bulunduğu bir gece yarısı uykudan kalkıp evin karanlık bir köşesinde dua ve ağlamakla (Allaha yalvarıp yakarmakla) meşgul oldu. Ümmi Seleme, Resulullah (s.a.v)ı yatağında görmeyince, kalkıp onu aramaya koyuldu. Bir de baktı ki Resulullah (s.a.v), evin karanlık bir köşesinde durup ellerini göğe kaldırmış, ağlayarak Allaha şöyle yalvarıp yakarıyor:

    Allahım! Bağışladığın nimetleri benden esirgeme. Beni, düşmanların gülmüş vesilesi kılma, kıskançları bana musallat etme.

    Allahım!Beni kurtardığın kötülük ve çirkinliklere geri çevirme.

    Allahım! Beni hiçbir zaman ve hiçbir an kendi başıma bırakma; kendin beni her şeyden ve her afetten koru.

    Ümmi Seleme Resulullah (s.a.v)in bu durumunu görünce, ağlayarak kendi yerine döner. Resulullah (s.a.v) Ümmi Selemenin ağlama sesini duyunca, ona doğru gidip ağlamasının sebebini sorur.

    Ümmi Seleme:

    Ya Resulellah! Senin ağlaman beni ağlattı. Sen neden ağlıyorsun? Siz Allah katında olan onca büyük makam ve yakınlığınıza ve Allahın geçmiş ve gelecek bütün kusurlarınızı affetmesine rağmen Allahtan böyle korkuyor, sizi düşmanların gülüş vesilesi kılmamasını, kurtardığı kötülük ve çirkinliklere geri çevirmemesini, bir an bile kendi başınıza bırakmamasını istiyorsunuz, o halde vay bizim halimize! der.

    Resulullah (s.a.v) onun cevabında:

    Nasıl korkmayayım, nasıl ağlamayayım, nasıl kendi akıbetimden endişelenmeyeyim, nasıl kendi makam ve mevkime güveneyim! Oysaki Allah Teala, Hz. Yunusu bir an kendi haline bıraktı ve onun başına, gelmemesi gereken şeyler geldi!buyurur.(49)

    5- Allah Beni Zulmetmek İçin Göndermemiştir

    Emir-ül Mü'minin Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Bir Yahudi'nin Resulullah (s.a.v)'den bir kaç dinar alacağı vardı, Hazret'ten o parayı istedi. Resulullah (s.a.v); "Ey Yahudi! Şimdi yanımda sana verecek bir param yoktur." buyurdu. Yahudi; "Ey Muhammed! Paramı vermedikçe senden ayrılmayacağım!" dedi. Resulullah (s.a.v) cevaben; "Bu durumda ben de seninle birlikte otururum!" buyurdular.

    Resulullah (s.a.v) onunla birlikte oturdu; öyle ki öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarını da orada kıldı. Resulullah (s.a.v)'in ashabı o Yahudi'yi tehdit etmeye başladılar. Resulullah (s.a.v) onlara bakıp şöyle buyurdu: "Onunla ne işiniz vardır?" Ashap: "Ey Resulullah! Bu Yahudi seni hapsetmiştir!" Resulullah (s.a.v) onların cevabında; "Allah Teala beni, bir zimmi veya başka birisine zulüm yapmak için mebus etmemiştir." buyurdular.

    Gün yükseldiğinde o Yahudi adam şöyle dedi: "Allah'tan başka bir ilah olmadığına ve Muhammed'in de O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ediyorum; malımın bir şatrı (yarısı) Allah yolu içindir. Allah'a andolsun ki, sana karşı böyle davranmam, sırf senin Tevrat'taki vasfını sende görmem içindi. Ben senin Tevrat'taki vasfını okumuştum. Onda şöyle yazılmıştı: "Abdullah oğlu Muhammed Mekke'de dünyaya gelecektir, Teybe'ye (Medine'ye) hicret edecektir, sert ve katı kalpli değildir, sövüş etmez ve çirkin söz ağzına almaz." Ben Allah'tan başka bir ilahın olmadığına, senin de O'nun elçisi olduğuna şehadet ediyorum. Bu benim malımdır, Allah nerede emretmişse, onu orada harca." (50)

    6- Âmanın Yanında Hicabı Korumak!

    Ümmi Seleme şöyle diyor:

    Peygamber (s.a.v)in huzurunda idik. Meymune isminde olan hanımlarından birisi de orada idi. Bu esnada âma (kör) olan İbn-i Ümmi Mektum Resulullahın huzuruna geldi. Resulullah (s.a.v) bana ve Meymuneye: İbn-i Ümmî Mektumun karşısında hicabınızı (kendinizi) koruyun. buyurdu.

    Ya Resulullah! O âma değil midir, hicaplı olmamızın ne anlamı vardır? dediğimizde de şöyle buyurdular:

    Siz de mi körsünüz? Siz onu görmüyor musunuz?(51)

    7- Kötü Ahlak Kabir Azabına Sebep Olur

    İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyor:

    Sad bin Muazın ölüm haberini Resulullah (s.a.v)e verdiklerinde, Hazret kalkıp ashabıyla birlikte onun evine gittiler. Resulullahın emri ile Sada gusül verdiler. Gusül işlemi bitinceye kadar Hazret kapı önünde ayakta bekledi. Gusül, henut ve kefenleme işleminden sonra onu bir tabuta bırakıp defnetmek için kabristana götürdüler.

    Cenazeyi teşyi ederken Hz. Resulullah (s.a.v) ayak yalın ve abasız olarak hareket ediyordu, kabrin yakınına ulaşana dek bazen tabutun sağ bazen de sol tarafını tutuyordu. Hz. Resulullah (s.a.v)in bizzat kendisi kabrin içine girip cenazeyi kabre bıraktı; taş, tuğla ve diğer şeylerin getirilmesini emretti. Bizzat kendisi iyice cenazenin üzerini kapatıyor ve: Ben onun yakında çürüyeceğini biliyorum; ama Allah, kulu bir iş yaptığında onu sağlam yapmasını sever buyuruyordu. Daha sonra mübarek elleriyle onun üzerine toprak döküp, güzelce mezarını düzlediler.

    Bu esnada Sadın annesi kabrin kenarına gelerek: Ey Sad ! Cennet sana kutlu olsun dedi.

    Hz. Resulullah (s.a.v) bu sözü ondan duyar duymaz şöyle buyurdular ki: Ey Sadın annesi !Sus! Allahdan taraf bu kadar kesin ve yakin ile konuşma. Şimdi Sad kabir azabına duçar olmuştur ve bundan dolayı eziyet görmektedir.

    Daha sonra Hazret orada bulunanlarla birlikte mezarlığı terkedip, geri döndüler. Bu arada halk Hazrete: Ya Resulellah ! Sad için yaptığın işleri, şimdiye kadar hiç kimseye yaptığını görmedik. Ayak yalın, abasız onun cenazesini teşyi ettiniz; tabutun bazen sağ bazen de sol tarafından tutuyordunuz ! dediler.

    Hz. Resulullah (s.a.v) onlara:

    Melekler de abasız ve ayakkabısız idiler; ben de onlara uydum cevabını verdi. Halk: Bazen tabutun sağından, bazen de solundan tutuyordunuz dediler. Hazret: elim Cebrailin elinde olduğundan dolayı o tabutun neresinden tutuyorduysa, ben de o tarafından tutuyordum buyurdu.

    Halk bu sözleri duyunca:

    Ya Resulellah ! Sadın cenazesine gusül verilmesini emrettiniz, bizzat kendiniz ona namaz kıldınız, mübarek ellerinizle onu kabre bıraktınız, kabri kendi elinizle düzelttiniz, bütün bunlara rağmen, yine de: Kabir Sadı sıktı buyurdunuz.

    Hz. Resulullah (s.a.v) cevaben: Evet, kabir azabına duçar oldu. Çünkü o, evinde kötü ahlaklı idi, kabir azabı bundan dolayı idi buyurdular. (52)

    8- Bereketli On iki Dirhem

    Hz. Ali (a.s), Hz. Peygamber-i Ekrem (s.a.v) tarafından bir gömlek almak için pazara gitmekle görevlendirilir. Hz. Ali (a.s) pazara gidip on iki dirheme bir gömlek alarak eve döner. Bu arada Hz. Resulullah (s.a.v) ile Hz. Ali (a.s) arasında şöyle bir diyalog geçer:

    Hz. Resulullah (s.a.v): Bu gömleği kaça aldın?

    Hz. Ali: On iki dirheme.

    Hz. Resulullah (s.a.v): Bu gömleği pek sevmedim, bundan daha ucuzunu istiyorum. Acaba satıcı bunu geri almaya hazır olur mu?

    Hz. Ali (a.s) diyor; bunun üzerine, gömleği alıp çarşıya döndüm, Hz. Peygamberin isteğini satıcıya ilettim, satıcı da kabul etti. Parayı alıp Hz. Peygamber (s.a.v)in yanına döndüm. Bir gömlek almak için Hz. Resulullah (s.a.v) ile birlikte pazara doğru hareket ettik. Yolun yarısında Hz. Resulullah (s.a.v)ın gözü, ağlayan bir cariyeye ilişti. Hz. Resulullah (s.a.v) onun yanına gidip; Neden ağlıyorsun? diye sordu. Cariye: Ev sahibi bana dört dirhem verdi, bir şeyler almak için beni çarşıya gönderdi. Fakat ben parayı nasıl kaybettiğimi bilemiyorum, şimdi eve dönmekten korkuyorum dedi.

    Hz. Resulullah (s.a.v) on iki dirhemden dört dirhemi cariyeye verdi ve; İstediğin şeyleri al ve eve dön buyurdular.

    Hz. Resulullah (s.a.v) da Allaha şükredip pazara doğru hareket etti; pazardan dört dirheme bir gömlek alıp giydi, Allaha hamdederek eve doğru yola koyuldu. Bu arada yol üzerinde bir çıplağı görünce, gömleğini çıkarıp ona verdi ve tekrar çarşıya geri döndü, geriye kalan dört dirheme bir gömlek alıp giydi ve eve doğru hareket etti. Yolun yarısında yine aynı cariyeyi üzüntülü ve şaşkın bir halde gördü. Bunun üzerine; Neden evinize gitmedin? diye sordu.

    Cariye: Ya Resulellah ! Gecikmişim, beni dövmelerinden korkuyorum dedi.

    Resulullah: Gel birlikte gidelim, evinizi bana göster ben suçundan geçmeleri için aracı olurum buyurdu.

    Hz. Resulullah (s.a.v) o cariye ile birlikte yola koyuldu. Evlerine yetiştiklerinde cariye; İşte bu bizim evdir dedi.

    Hz. Resulullah (s.a.v) kapının arkasından yüksek bir sesle; Ey ev sahibi! Selamun- aleykum diye seslendi; ama bir cevap gelmedi. Hazret ikinci kez selam verdi, yine bir cevap duyulmadı. Üçüncü kez bir daha selam verdiğinde, Aleykes- selam ya Resulellah ve rahmetullahi ve berekatuh diye cevap verdiler.

    Hz. Resulullah (s.a.v): Neden ilk ve ikinci defada cevap vermediniz? Acaba benim sesimi duymadınız mı? buyurdular.

    Ev Sahibi: Hayır, ilk defasında duyduk, senin olduğunu bile anladık dedi.

    Hz. Resulullah (s.a.v):  Öyleyse neden geç cevap verdiniz?

    Ev sahibi: Senin sesini bir kaç defa duymak istedik.

    Hz. Resulullah (s.a.v): Sizin bu cariyeniz gecikmiştir, onu muahaza etmemeniz (cezalandırmamanız) için size rica etmekten ötürü buraya geldim.

    Ev sahibi: Ya Resulullah! Sizin mübarek ayağınızın hürmetine bu cariye artık şimdiden azattır (hürdür).

    Daha sonra Hz. Resulullah (s.a.v) kendi kendisine: Allaha şükür, ne de bereketli on iki dirhemdi! İki çıplağı örttü, bir köleyi de azat etti buyurdular.(53)

    9- Ya Resulellah! Bana Tavsiye Et!

    Hz. Ali (a.s) şöyle diyor:

    Bir şahıs Resulullah (s.a.v)in huzuruna gelerek Hazretin kendisine tavsiye etmesini istedi. Hz. Resulullah (s.a.v) ona şöyle tavsiye ettiler:

    Benim sana tavsiyem şudur ki; parçalansan, ateşe atılıp yakılsan bile, Allaha şirk koşma.

    Annene ve babana eziyet etme; eğer dünyadan göçmeni bile emretseler öyle yap.

    İhtiyacından fazla kalan malını dini kardeşinin ihtiyarına bırak.

    Müslüman kardeşinle karşılaştığında açık yüzlü ol.

    Halka ihanet etme.

    Gördüğün her Müslümana selam ver.

    İnsanları İslama davet et.

    Bil ki, her sorunu çözmenin (sıkıntısı olanın sıkıntısını gidermenin), Hz. Yakubun oğullarından bir köleyi azat etmek kadar sevabı vardır.

    Bil ki, şarap ve her sarhoş edici şey de haramdır.(54)

    10- Yetimler İçin Ağlamak

    Uhud savaşında İslam savaşçılarından çoğu şahadete erişti, Hz. Hamza da o savaşta şehit düştü, hatta Hz. Peygamber (s.a.v)in şehit olduğu bile şâyi oldu.

    Savaş sona erdikten sonra, Medine kadınları Uhuda doğru hareket edip Peygamber (s.a.v)in istikbaline koştular; herkes kendi şehitlerini bırakıp Hz. Peygamberi sorup arıyorlardı.

    Bu arada Cehşin kızı Zeynep Hz. Peygamber (s.a.v) ile karşılaştı ve aralarında şöyle bir diyalog geçti:

    Hz. Peygamber- Sabırlı ve tahammülü ol!

    Zeynep- Ne için?

    Hz. Peygamber- Kardeşin Abdullahın şahadetinden dolayı.

    Zeynep- Şahadet onun için kutlu ve mübarek olsun!

    Hz. Peygamber- Sabret!

    Zeynep- Ne için?

    Hz. Peygamber- Dayın Hamzanın şahadetinden dolayı.

    Zeynep- Bizim hepimiz Allahtanız ve hepimiz Ona döneceğiz, şahadet makamı ona mübarek olsun!

    Hz. Resulullah (s.a.v) biraz durduktan sonra Zeynebe dönerek şöyle buyurdu:

    - Sabırlı ol!

    Zeynep  Şimdi ne için?

    Hz. Resulullah - Eşin Musab bin Umeyrin şahadetinden dolayı.

    Zeynep bu sözü duyunca, can yakıcı bir şekilde yüksek bir sesle ağlayıp sızlamaya başladı. Bunu gören Hz. Resulullah: Hiçbir kimse, kocanın karısının kalbinde olan yerini alamaz buyurdu.

    Bu arada Zeynep; Neden kocan için böyle ağlıyorsun? diyenlere şu cevabı verirdi: Ağlamam kocam için değildir. Çünkü o Peygamber (s.a.v)in yanında şahadet makamına erişmiştir. Beni ağlatan çocuklarımın öksüz kalışıdır (55)

    11- Dostlarla Müdara

    Ebu Hureyre şöyle diyor:

    Hz. Resulullah (s.a.v) (bir gün) oturdukları halde birden dişleri görülür bir şekilde güldüler. Gülmesinin sebebini sorduğumuzda şöyle buyurdular:

    Ümmetimden iki kişi gelip Allah Tealanın huzurunda duracaklar; onlardan biri diyecek ki: Allahım ! benim hakkımı ondan al! Allah Teala buyuracak ki: Kardeşinin hakkını ver ! Borçlu adam arz edecek ki: Allahım ! Benim iyi amellerimden bir şey kalmamıştır (ona verecek dünyevi bir malım da yoktur). Hak sahibi de diyecek ki: Ey Rabbim! Öyleyse benim günahlarımdan yüklensin!

    Sonra Hz. Resulullah (s.a.v)in mübarek gözlerinden yaşlar boşanarak şöyle buyurdular:

    O gün (kıyamet günü) öyle bir gündür ki insanlar, günahlarının başka bir kimseye yüklenmesine ihtiyaç duyarlar. Allah Teala hakkını isteyen kimseye şöyle buyurur: Gözlerini çevir, cennete doğru bir bak, ne görüyorsun? O zaman başını kaldırıp güzel nimetleri görünce hayretle; Allahım ! Bunlar kimin içindir? diyecektir.

    Allah Teala- O hakkın değerini bana veren kimse içindir.

    Hak sahibi  O hakkın değerini kim sana ödeyebilir?

    Allah Teala - Sen.

    Hak sahibi  Ben nasıl ödeyebilirim?

    Allah Teala - Ondan geçmenle (hakkını bağışlamanla).

    Hak sahibi  Allahım ! Ondan geçtim.

    Daha sonra Allah Teala buyuracak ki: Dini kardeşinin elini tut, birlikte cennete gidin !

    Bu esnada Resulullah (s.a.v) buyurdular ki: Takvalı olun, birbirinizin arasını bulun! (56)

    12- Çaba Veya Zengin Olmak Yolu

    Ashaptan birinin durumu çok bozulmuştu. Bu arada karısı ona; Resulullah (s.a.v)ın yanına varıp bir şey istesen dedi. Bunun üzerine o adam bir şey istemek için Hz. Peygamberin yanına gitti. Hazretin yanına vardığında Hz. Resulullah (s.a.v) onu görür görmez şöyle buyurdular:

    Kim bizden bir şey isterse veririz, kim de ihtiyaçsız olmaya çalışırsa, Allah onu ihtiyaçsız kılar.

    Adamcağız Hz. Resulullah (s.a.v)ın bu sözünü duyunca, kendisinden başkasının kastedilmediğini anlar ve bir şey istemeden huzurlarından ayrılır; evine gelip durumu karısına anlatır; ama ihtiyaç onu zorlar ve ikinci kez Hz. Resulullahın huzuruna varır; fakat Hazretin yine aynı şeyi buyurduğunu görür ve bu olay üç defa tekrarlanır.

    Bunun üzerine komşusundan bir balta emanet alıp çöle çıkar, bir miktar odun toplayıp pazara getirir ve odunlarını bir buçuk kilo arpaya satar; elde ettiği arpayı ekmek yaparak ailesiyle birlikte yerler. Ertesi sabah daha fazla odun getirir ve yılmadan bu işine devam eder; ilk önce bir balta satın alır; daha sonra elde ettiği kazançtan iki genç deve ve bir köle alır; böylece durumu düzelip zenginleşir. Daha sonra Hz. Resulullahın yanına giderek başından geçen macerayı Hazrete anlatır. Hz. Resulullah (s.a.v) onun sözünü dinledikten sonra ona:

    Demedim mi kim, bizden bir şey isterse ona veririz, kim de ihtiyaçsız olmaya çalışırsa, Allah onu ihtiyaçsız kılar!

    DEĞERLİ ARKADAŞLAR....
    ALLAH OKUYANLARIN DUASINI KABUL ETSİN...
#06.04.2006 18:46 0 0 0
  • paylasim icin tesekkurler
#06.02.2007 17:33 0 0 0
  • EMEĞİN İÇİN ALLAH SENDEN RAZI OLSUN
#10.03.2007 15:38 0 0 0
  • emeğine sağlık :)
#02.11.2007 17:44 0 0 0
  • çok saol
#26.12.2007 12:53 0 0 0
  • çok teşekkürler
#26.12.2007 23:16 0 0 0
  • çok tşkr ederiz kardeşim
#27.12.2007 11:10 0 0 0
  • Cok tesekürler.
#27.12.2007 23:26 0 0 0