sevgi nedir bilirmisin
bazen bir seldir sevmek
önüne geçmek istersin senide götürür
bazen bir hastalıktır sevmek
daha ömrünün baharında seni öldürür
bazen bir nehirdir sevmek
kalbine akar sonsuza kadar
bazen ise bir güneştir sevmek
söndürmek istersin senide yakar
İki sen iki ben,
Yeşil çuha kare bir masada boy ölçüşelim
Soyunalım sandalyelerin omuzlarına
Tedirgin elbiselerimizi.
Sen beni al karşına ben seni
Mekanizmaları işliyor zamanın
Organizmalarımız sancılı.
İktidarını kaybetmiş dünya
Katli vaciptir törpü pasına karışmış geçmişimizin
İki şarjör sürelim ortaya önce
Ben beni vurayım sen seni.
Gerçekleşmiş düşlerimizde olmasın kirli bedenlerimiz
Parmak damgası vurulmuş alınyazımızla
Yüz yüze kalalım.
Gri bir gökdelende olsun kaldığımız oda
Pis bir kükürdü üflesin şehir ciğerlerinden
Mendilini sersin gökyüzüne bulutlar
Tertemiz bir akordeon sesi yükselsin yanımıza
Çatılar düşsün ağır ağır ıslak kaldırımlara.
Gece geçsin geniş camları
Gezinsin duvarlarımızda şehrin ayna yansımaları
Adresini arasın köşe başlarında yalnızlıklar
Taksimetre tutarları hesabımıza yazılsın
Bir eğreti bitki eğsin başını gölgesini seyretsin
Komidinin cilalı maun uçurumunda
Beyaz; tütünün sarı solgunluğunda yorgan.
Kibrit tutuşmayı beklesin tablanın yanıbaşında.
Ola ki postacı gelirse gıcırdatmayalım kapıları
Yoksul çocukluğumuzun üzüncü göndermiştir o mektupları
Bizim burada olduğumuzu onlardan başka kim bilebilir ki
Yanlış telefonlara bakmasın ellerimiz
Çalacak gibi durursa da açık bırakalım ahizeyi
Sessizliğim seni dinlesin sen sesimi.
Rüyalarınızdaki kadını en nihayetinde bulduğunuzu düşünüyorsunuz. Ancak onun sizden hoşlanıp hoşlanmadığından emin değilsiniz. Şimdi en zor olan, hayatınızın kadınının kalbini kazanmak! İşte size birkaç ipucu...
Masallar: :
Kadınların bir çoğu çocukluklarında masal okumaktan büyük zevk almışlardır. Ayrıca kadınların romantik filmlere dayanamadıkları da bir gerçektir. Yapmanız gereken tek şey, sevdiğiniz kadına bir masal yazın. Nasıl etkilendiğini göreceksiniz!
Aşk şarkıları :
Emin olun, hiçbir kadın kendisi için yazılmış bir aşk şarkısına 'hayır' diyemez. Dikkat etmeniz gereken tek unsur doğru ortamı beklemeniz!
CD'ler, kasetler :
Sesine güvenmeyen erkekler endişelenmesin. Belki şarkı söyleyemiyorsunuz, ama sevdiğiniz kadına aşk şarkılarından oluşan bir albüm hediye edebilirsiniz. Hatta farklı parçalardan derlediğiniz bir albüm daha da iyi olur. Böylece emek verdiğiniz anlaşılır.
Balonlar :
Sevdiğiniz kadının işe giderken hangi yollardan geçtiğini biliyor musunuz? Eğer biliyorsanız işiniz çok basit. Yol boyunca bütün ağaçlara, sokak lambalarına kalpli balonlar asın. Ayrıca balonların üstüne sadece ikiniz için anlamı olan birşeyler yazın. Etki mükemmel olacak.
Telesekreter:
Biraz cesaretli olun! Sevdiğiniz kadının hangi parçayı sevdiğini biliyorsanız, telesekreterine bu parçayı kaydedin. Tabii birkaç tatlı söz söylemeyi de unutmayın.
Haftasonu gezileri :
Maddi açıdan durumunuzda bir sorun yoksa, sevdiğiniz insanla birlikte haftasonu gezilerine katılın. Değişik mekanlar sizin yakınlaşmanızı sağlayacaktır. Ayrıca böylece birbirinize ne kadar uyduğunuzu da anlayabilirsiniz.
Açtın mı sayfayı. Önce uzunluğuna baktın yazının. ‘Ne anlamlar çıkarmam lazım acaba!’ diye düşünürken, şimdi tekrar baştasın.
Çıkarma hiçbir anlam. Olanı, olduğu gibi gör. Görebildiğin kadar çünkü herşey.
Çıkarma hiçbir anlam. Nasılsa geri dönüşüm kutusuna yollamadık mı biz tüm anlamları.
Şimdiden yazayım bunları. Oku, geldiğinde. Gelince oku. Ki gitmiş olurum belki, hala olduğumu sandığın yöne çevirdiğinde, yüzünü.
Ya da okuma bile, istemezsen, bu sen kokan satırları...
Ama benim hala senden başka, herşeyi paylaşmak istediğim kimseM yok.
.......
Ben artık gidiyorum Karagöslü. Sevgili Elma, sevgilin ElmaN, iyelik ekliğinden muaf, iyelik ekinden yoksun olarak çıkıyor yola.
Gidiyorum. Farkındasın değil mi?
Tamam, ‘gitmek’ bir şey değil belki. Sonuçta nedir ki; gidersin ve gelirsin, gidersin ve dönersin...
Ama benim gidişimin sonunda bir ‘ve’ bağlacı yok. Ardından adımlayan bir zıt anlamlısı da.
Gidişime, ancak ve ancak, ziyaret etmeler taşır, ‘ve’ bağlacını, artık.
Gidiyorum. İkinci bir emre kadar, tek kişilik olarak kurulmaya mahkum hayallerimle.
.......
Gidiyorum ya, hala yok senden başka kimseM olmasını istediğim kimse. Ve biliyorsun ki, çok seviyorum seni. Bu da ikinci ‘hala’dır. Bilmediğin, nasıl sevdiğimdir, seni.
Benim de bilmediklerim var. Bildiğin gibi.
Mesela neden gittiğin...
Diz çöksem, yalvarmak olurdu adı, yaptığımın, sen giderken ve gittikten sonra.
Herşey olabilir, gitmene sebep. Herşey. Buna rağmen, bunca HERŞEY’e rağmen yaptım o adı, diz çöksem yalvarmak olacak olan herneyseyi. -Sana gelmem için, aslında senin bana yapman gereken herneyseyi.- Ama gelmedin. Mesela neden gelmediğini de bilmiyorum. Sevdiğini biliyorum. Nasıl sevdiğini bilmiyorum mesela.
Özlüyorum seni. Çok özlüyorum. Çok özlüyorum. Çok özlüyorum. Ama nasıl diner bu özlem, bunu bilmiyorum mesela.
Zaman?
Geçer mi ki zaman? Mesela bunu da bilmiyorum. Nasıllığını düşünmek bile abesle iştigal.
..........
Gidiyorum.
Sana yazamadığım şiirlerin ağırlığı var üzerimde. Ve bildiklerimin, elbet. O ağırlığın altında ezilmiş ilhamdan akan kanın kokusu, soluduğum.
Oysa tutabilmeliydim ellerinden, sağ şakağım ‘sen’ diye atmaktan, deli gibi yorulmuş ve sızlıyorken.
Şimdi ben gideceğim.
Şimdi ben gidiyorum ya; hiçbir şey olmayacak bugünkü gibi. Nasıl ki kalmadıysa eski, olduğu gibi, olduğu haliyle...
Bana en çok dokunan bu. En çok ağırıma giden bu. Ben gideceğim ve ‘bugün’ de eskiyecek. Hani ‘ayrıyız’ ama seviyoruz ya birbirimizi, hani yol boyu dönemeç olmamasına rağmen söylüyoruz ya sevgimizi, hani arada bir buluşup el ele tutuşuyoruz ya ağlamaklı gözlerle, hani içimizden küfrederek ağlıyoruz ya, hani keskin bir koruma güdüsü var ya birbirimizi dünyadaki tüm kötülüklerden, hani söylenmemiş aitliklerin altında büyüttüğümüz bal gibi sahiplenmelerimiz var ya var edilmişliğimizi...
... hani işten çıkma saatlerini çakıştırmaya çalışıyoruz ya üç beş saniyelik görmelere bile hasretlikten, hani bir yolunu bulup haberliyorsun ya beni yakınımdan geçerken ‘çık pencereye’ dercesine ‘göreyim seni, özledim, deli gibi!’, hani eski zaman aşıklarıymışçasına camdan cama, içimden içine bağırıyorum ya, içinden içime bağırıyorsun ya ‘seviyorum seni!’ diye ve tutmasa Allah’ın cezası ayrılık, bağlamasa elleri ayakları, koşmak istiyoruz ya Alev-Ferit misali, hani öpemiyorsun beni diye dudak nemlendiricimden sürüyorsun ya, hani, hani öpemiyorsun beni diye taşıyorum ya onu yanımda, hani tenlerimize işlercesine sarılmak isteyip tutuyoruz ya kendimizi...
... hani, hani ‘dahil ya ayrılık sevdaya’...
İşte biz, o dahilliğin en koyu noktasındayız. Ayrıyız. Aşığız. Salya sümük aşığız.
Olmayacak bunların hiçbirisi, artık. Olmaması zaten ayrılık demekti. Anlamlarını da yitirecekler zamanla. Bildiğim bu. Bu işte, ağırıma giden. Buna göz göre göre izin vermen. Kader deyip, geçilir mi ki?!
Yaa işte sevgili elma kurdu. Ayrılık mıydı istediğin. Al işte ayrılık sana! Ben istemedim. Ama, al işte bana da!
...........
Ne çok yalnızlık varmış meğer, değil mi? Özlem ağır bir yükmüş. Ve birlikteyken seviyor olup, ayrılıkla, tüm kapıları açmak, Aşk’a, ateşten yeni alınmış bir tencereyi, tutaçsız, çıplak elle avuçlamak gibiymiş. Ya da kış ayazında, ıslak elle, buz tutmuş demir korkuluktan tutmak.
Bizi ayrılık düşürdü aşka, sevgili. Bugün, bıkkın bir öğleden sonra karesinde, güneş batmaya meyletmişken, çoook uzaklarda beliren ürkünç bulut kümesinin serin soluğuymuşçasına, saçlarımdan geçip, beynime nüfuz eden, sen kokmaktan çok uzak, o yabancı esintiyle anladım bunu. Gerçi bu cümlenin okunması kadar uzun sürmedi düşüncenin oluşumu...
Yani ne mi?
Yani aşığım sana ben. Senin bana aşkın kadar. Ama ‘gibi’si farklı.
..........
Gidiyorum.
‘Toparlanamamış bir zihin ve darmadağın bir yürek’le.
Ve tüm bendeliğin sindi, valizlerime küfrede küfrede tıkıştırılmış eşyalarımın her bir hücresine. Gidiyorum ve benle geliyor var edilmişliğin. Haberin yok. Sen de yoksun. Bedenin sende, geri kalan herşeyin bende. İddia edebilir misin yaşadığını?
..........
Yok mu bu insanoğlunun maruz kalacağı bir evrim daha! Ama hemen. Şimdi. Ve bu boyutta. Yok mu? Olmalı oysa. Evrime maruz kalmalı ve duyduğun pişmanlığın ardından yapman gereken birşeyler olduğunun farkına varma yetisine sahip olmalısın.
Nereye kadar atacaksın çentikleri. Doymuş olmalıydı oysa, egon. On yıl öncesin benden. Ve ben çentiksiz, bunca tokken, sen nasıl olur da...
İşte burası küfürlük. Küfretmem lazım, tam da bu noktada.
..........
Düşünceler kopuk kopuk yazılmaz, diye bir kural yok. Varsa bile ben koymadım o kuralı. Varsa bile bozuyorum. Yine bildiğimi okuyorum işte! Yine!
Hani sana ‘gel’ deyip de, ‘seviyorum ama gelmiyorum’ cevabını aldığım anlar, nasıl bir ruh halini kazıyor bana, bilmezsin. –Bak bilmediğin bir şey daha!-
Hani güçlüyüm ya ben, hani yürekliyim, hani dayanmasını bilirim ya... Ne güç kalıyor, ne yürek yetiyor, ne dayanacak hal kalıyor. Tüm dünyada bir ben tek’im gibi hissediyorum. Ve savunmasız. Oysa senin yerin rahat ve tekin. Evet. Tekin. Ama beni ortada bıraktın. Öylece. Ve çekilip o emin, güvenli, tekin köşene: ‘Git’ dedin bana, ‘soğuk olur oralar, kazak giymeye alışacaksın.’
Oysa benim hala senden başka kimseM yok.
Sarılmak istediğim tek gövde hala bir tek seninki. Kokun... Başka kimsede zaten duyamam kokunu. Sarıldığım vücut ve aldığım koku farklı kişilere ait olsun istemiyorum. Zaman geçip de, bir başkasına sarıldığımda, duyduğum senin kokun olsun istemiyorum. Bir başkasına sarılmak da istemiyorum zaten. Sana sarılıp, seni soluyayım istiyorum. Tüm çabam bunun içindi. Tüm çocukluğum da sevgimdendi, ilik yapıp, elmacık kemiklerine sakladığım.
Korkuyorsundur şimdi sen bunları okudukça. Ama merak etme. Rahat ol. Gidiyorum. Kal desen, ki demezsin, bu yüzden kurmaktan vazgeçiyorum bu cümleyi.
.........
Hani ne demiştim sana, nasıl anlatmaya çalışmıştım birşeyleri... Kenetlemiştim parmaklarımı ve: ‘Yani, insan her iki güne bir rastlamaz ki, böyle olabileceği birisine, her anlamda...’, sonra da tıkmıştın lafı ağzıma: ‘Gitmezsem peki? Ya gitmezsem?’ derken, ben. Tıpkı korkularını hayatımızın ağzına tıktığın gibi. Nefes al alabilirsen şimdi. Neyse ki gidiyorum. Paylaşmak zorunda kalmazsın benle artık o ‘tıkıntı’daki sayılı soluğu. Bol bol yeter sana. Gidiyorum ben.
........
Ben bu şehirden giderken, yani gidersem, yolcu etmeye gelme, beni. Sana elveda demem. Bir hoşçakalsa istediğin, al, kalmaların en hoşu senin olsun.
........
Şimdi ben gidiyorum, bu, içinde bendeki sen’le anlam bulan şehirden. Üzdüğün kadar üzüldüm, üzmediğimce üzüldün. Ama artık üzülme. Elbet gelecek boyun çukurumun, elmacık kemiklerinin bir sahibi. Suni sahibi.
Yedek talihli. Yayılarak otururken sen, hep olduğu gibi, o suni sahip de bunca sarılmak ister mi dizlerine, bunca okşamak ister mi saçlarını, parmaklarını gezdirmek yüzünün her bir karesinde, saçma sapan çekiştirmek parmaklarını... ben gibi, bilemem. Ama dilerim ki, sen bir o kadar öpmek istersin onun kollarından, yine avuçların terler, elinden tutarken, yine kelimeler ağzında büyür büyür, söyleyeceklerini unutursun, gözlerine bakıp konuşurken, sarıldığında ona ve seyrederken onu, dakikalarca, yine aynı cümleleri kurmak istersin, farklı bir özneyle. Yine.
Bilmiyorum, kaşlarımı kaldırarak bıraktığım gülüşlerim içten olur mu, farklı bir çift göze bakarken... daha da mühimi, o bir çift göz, görür mü senin gördüklerini... ‘Bakmasını bilene güzeliiim!’ demeyecek misin?
Neyse ne işte!
Gidiyorum ben nasılsa.
Mavi’lik bende kalsın. Güz güzeli de sende. İyelik eki.... O nereye ekleneceğini bulur. Uymasa da! Çünkü ne herkesin gözlerinin kenarındaki çizgiler seninkiyle aynı. Çünkü ne herkes ben gibi yamuk gülümsemelerle kamufle ediyor kocaman kahkahalarını. Çünkü ne herkes sen. Çünkü ne herkes ben. Çünkü herkes taşıyamaz, ufacık bir ‘m’ harfinin, ekleşip, kocamanlaştırdığı anlamı. Çünkü ne herkes karagöslü. Çünkü ne herkes güz güzeli.
Gidiyorum ben. Ve seni hala çok seviyorum. Ve beni hala çok seviyorsun.
Çünkü nasıl ki yoksa benim senden başka kimseM...
Çünkü yok, senin de benden başka kimseN.
Elma ve kurt!
........
Ve ne demiştim: Dahil de olsa sevdaya, ayrılık = ayrılık.
‘Cinayet’ diyordun
‘Gördüm’ diyordun
‘Hiçbiriniz yoktunuz’ diyordun ya...
Ben ordaydım
Gördüm
Korkakça bi hamleydi
Geceydi
Bıçak sendeydi
Gördüm
Akan kan benimdi
Son kez soludum her bi çırpınışta
Topladım bi ömür etti
Gördüm
Ve öldürdüğün kadar öldüm
Artık uzağında bi gömüyüm.
Galatasaray ' ın ilk amblemi, 333 Şevki Ege tarafından çizildi. Bu, ağzında futbol topu olan kanatları gerili bir kartaldı. "Kartal", Galatasaray'lıların üzerinde durduğu bir amblem örneğiydi. Ancak, kartal adı benimsenmeyince, Şevki Ege'nin kompozisyonu bir kenara itildi. Sonraları , GS amblemi doğdu ve benimsendi.
Suat Başar,Galatasaray ambleminin nasıl doğduğunu şöyle anlatıyor:
Yıl 1923…
O yıl biz "cinquieme" da, yani lise 1' deydik. Arkadaşlarımızdan 74 Ayetullah Emin, sıra arkadaşı Şinasi (Şahingiray), ile birlikte her hafta "Kara kedi" %90 nispetinde Ayet'in inci gibi el yazısı ile yazılmıştır. Ayet, bir taraftan mecmuasının yazılarını temize çekerken, bir yandan da sahifelerini ve bilhassa kapak vazifesi gören ilk sahifesini süslerdi. Bir defasında bu kapakta hepimiz basit fakat zarif çizilmiş bir "Gayin -Sin" gördük. Kırmızı Gayin' ın içine sarı bir "Sin" oturtulmuştu. Hendesi çizgilerle ve muayyen ölçülerle resmedilmiş olan bu şekil , kulübümüzün, yalnız kulübün değil, bütün Galatasaray ' lılığın remzi olacaktı. Ama, her şeyden evvel bu şekli kulübün kongresine teklif etmek lazımdı. Bu teklifi kim yapacaktı? Tasarladığımız arkadaş çekingendi ve kongre günü yaklaşıyordu. Nihayet o gün geldi. 1923 yılında, bir gün mektebin resim sınıfında kalabalık bir kongre toplandı. Ne ateşli, ne heyecanlı bir kongreydi o. Kimler yoktu ki? Belli ki Galatasaray yeni hamlelere hazırlanıyor, spor sahasında yeni inkilaplar yapacak, memlekette yeni çığırlar açacak. Teklifler ve kararlar bibirini kovalıyor. Şinasi arkadaşımız Ayet'den "Gayin-Sin" resmini almış, kongreye teklif edecek, ama o da çekingen,arka sıralarda oturmuş bekliyor. Nihayet Şinasi'nin yanında oturan Dr. Namık (Canko) merhum , söz alıp ortaya çıktı ve:
Arkadaşlar, genç kardeşlerimizden Şinasi Reşit, kongremize bir rozet şekli getirmiş, kulübümüzün remzi ven rozetimizin şekli olarak kabul edilmesini teklif ederim, dedi. Büyük bir resim kağıdına çizilmiş ve renklerimizle boyanmış "Gayin-Sin" i ortaya çıkardı. Teklif alkışlar arasında ittifakla kabul olundu. Ayet, yalnız eski harflerle "Gayin-Sin" çizmekle kalmamış, aynı uslupla bir de "GS" yaratmıştı. Bunların asılları Ayet'in Şinasi'nin yardım ile çıkardığı haftalık el yazısı "Kara Kedi" mecmuasındadır. "Gayın-Sin" ilk defa 1925 de kurulan Galatasaray talebe sandığının hazırladığı mektup, kağıt ve zarflarına basıldı. Yine, 1925 de kabul edilen lise kasketine ve daha sonra lise ceketlerine işlendi. Bazı imkansızlıklar, rozetin yapılmasını geciktiriyordu. Nihayet bunu da sıra gelince, şekiller o zaman eski İpek sinemasının kapısındaki dükkanlardan birinde Besim Koşalay ile birlikte tuhafiye mağazası açan Nihat Bekdik'e verildi. Bir aksilik eseri bunlar kayboldu. O zamanki İdare Heyetinin bastırdığı matbualarda ve yaptırdığı rozetlerde Ayet'in eseri biraz şekil değiştirdi. GS nin yaratıcısı Ayet Emin'i 29 eylül 1931 de toprağa verdik. Dr. Namık ağabeyimiz 1933 yılında aramızdan ayrıldı. Allah Şinasi Şahingiray arkadaşımıza uzun ömürler versin. GS yi gördükçe, her üçünü hatırlar, ebediyete tevdi ettiklerimizi rahmetle yadederim.
Not: Maalesef, şu tatlı anıyı bize nakleden 550 Suat Başar ağabeyimiz de aramızdan ayrıldı. Nur içinde yatsın...
Bugün sakin ve güzel bir gündü. Görünüşte diğer günlerden farkı olmayan bir gün; ancak, hiç de göründüğü gibi bir gün değildi. Bakmasını bilen için hiçbir zaman günler birbirinin aynısı değildir. Çevreye kapalı gözle bakanlar olan bitenden habersiz yaşadıkları için çevrelerinden hiçbir şeyin değişmediğini söylerler. Aradan yıllar geçmesine rağmen görüştüğünüz birine: “Ben oradan ayrıldıktan sonra neler oldu, ne değişti?” diye sorduğunuz zaman genellikle: “Her şey bıraktığın gibi” cevabını alırsınız. Bu sözün iki anlamı var: “birincisi, sana anlatmak istemiyorum, ikincisi ise ben kör yaşıyorum....” Ne yazık ki bu gizli cevaplardan çoğu zaman ikincisi doğru oluyor. Bundan şunu anlıyoruz ki biz bir sürü körle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Bu insanların dünyayı anlamaları ve ona karşı da tavır almaları da çok farklı oluyor. Onlar dünyayı körlerin fili tarif etmesi gibi parça parça anlıyorlar, bu yüzden de mutlu olmaları mümkün olmuyor. O bunları düşünürken karşı balkondan bir müzik sesi geldi. Sonra etrafındaki çiçeklerin kokusunu hissetti. Bir rüzgar esti, onun serinliği bütün vücudunu sardı. Balkona baktı, çok güzel sarışın bir kız balkon demirlerine dayanmış gökyüzüne bakıp müziğin ritmine uyarak başını sallıyor ve ara sıra ağzındaki sakızı şişirip şişirip patlatıyordu. Önce kıza baktı. Sonra müziğe kulak verdi. Çok yanık bir türküydü bu. Sonu hüsranla biten, acı bir aşk hikayesinin türküsü.. Türküleri ve bunların hayatla olan sıkı bağlarını düşündü. Hiçbir edebi tür Türküler kadar hayatı derinden kavramıyordu. Yine hiçbir edebi tür Türküler kadar yaşanmamıştır. İşin garibi, Türküler hep yanık, hep acıklıydı. Hemen hepsinin temelinde gönül kanatan bir hikaye vardı. Bu yüzden de Türkülerimiz hep gözü yaşlıdır. Onları dinleyenlerin de gönülleri kanar ve gözleri yaşarır. Anadolu’da görev yaparken küçük bir kız çocuktan bir türkü dinlemişti. Nişanlanan genç başlık parası biriktirmek için gurbete çıkar. Aradan yıllar geçer. Başlık parasını biriktiren genç adam evine varır. İçeriye girer onu kimse karşılamaz. Ev boştur ve terk edilmiş bir hali vardır. Bir müddet sonra komşular onun etrafını alırlar. Genç adam onlara ana babasını sorar. Ona iki mezar gösterirler: “Aha anay babay burda” derler. Genç sarsılır, gözleri dalar, bir müddet geçer; bu sefer de: “Ya nişanlım Fato nerde” der. Komşular birbirinin yüzüne bakarlar ve: “O çoktan evlendi” diye cevap verirler. Gurbetten dönen bu insan kendi köyünde gurbeti bulur. Ana babası ölmüş, sevdiği Fato’su başkasının olmuştur. Artık o orada duramayacak ve çekip gidecektir. Çünkü başka çaresi kalmamıştır.
Balkondan gelen sesteki Türkü de bundan farksızdı. O anda bunun gibi binlerce, hatta yüz binlerce anlatılmamış sevda masalını düşündü. Bunlar bilinen hikayelerdi, ya bilinmeyenler. Çevresindeki insanları düşündü. Yanından gelip geçen bu insan selinde kim bilir ne acı fakat anlatılmamış sevda hikayeleri vardı. Sonra kendini düşündü. Onu hala yakan ve bir türlü peşini bırakmayan bir hikayesi yok muydu? Elbette vardı; ama ne yazık ki bu hikayenin bir Türküsü bile yoktu.
Gözlerini uzaklara, çok uzaklara dikti. Önündeki beton blokları delen bakışları çok uzak yıllara uzandı. İçinde çok ince bir sızı başladı. Bu sızı yavaş yavaş bütün uzviyetini sardı. Öyle ki bir müddet sonra baştan ayağa acı içinde kaldı. Bunca yıldan sonra hala aynı duyguları duyuyor olmasına şaştı. Kalbi çarpıyor, sanki yeniden o güzel günlere geri dönmüş gibi yüzü kıpkırmızı kesiliyor, dili tutuluyor, içi daralıyordu. Yaşı altmışı geçiyordu. Aradan yirmi yıl geçmişti. O hala yüreğini yakan bu aşkı içinden söküp atamamış, ondan kaçamamıştı. Sevdiği kadını nerede ve nasıl tanıdığını hiç düşünmedi. Onu görmeden sevmiş, ona deliler gibi bağlanmıştı. Aylarca konuşmuşlar, telefonlaşmışlardı. Onu çok sevmişti, fakat, sevdiği kadın evliydi. O da evliydi. Buna rağmen onu çok sevmişti. Kadın da bu duygulara kayıtsız kalmamış o da onu tertemiz duygularla sevmiş, ona bağlanmıştı. Bu çaresiz bir aşktı. Kavuşmaları, aynı çatı altına gelmeleri, birlikte bir yuva kurmaları imkansızdı. İkisi de bunu biliyordu, bu çaresizliği yenmeye güçleri yoktu. Kader onları koparılması imkansız bağlarla ayrılığa bağlamıştı. Bu bağları koparmaya çalışmadılar. Biliyorlardı ki bu bağları koparmaya çalıştıkça çaresizliklerini daha derinden anlayacaklar ve daha çok acı çekeceklerdi. İlk buluşmalarını düşündü. İstanbul’da buluşmuşlardı. İkisi de on sekizlik aşıklar gibi heyecanlıydı.. Yanlarında daha üç kadın vardı. Bir müddet birlikte konuştular, sonra kadınlar kalkıp onları baş başa bıraktılar... Adamını dili tutulmuştu, hasretlisi yanındaydı. Ona istese dokunabilirdi; ama, buna bir türlü cesaret edemiyordu... Dokunsa sanki elinden uçup gidecekmiş gibi bir hisse kapılıyordu... Ona, canım, sevgilim sen benim bir tanemsin, sen benim ömrümün anlamısın, sen benim ruhumsun, sen.. sen... ve daha bunun gibi dünyada ne kadar güzel şey varsa söylemek istiyordu... Fakat boğazına bir şey düğümlendi... Bütün bu düşündükleri orada takılı kaldı, bir türlü dudaklarından dökülüp o sevgili yare ulaşamadı...
Kadın onunla pek göz göze gelmek istemiyordu... Nedendir bilinmez ama, adam, her şeyin bittiğini düşünüyordu... Daha önceki konuşmaların sıcaklığını bir türlü bulamıyordu... Ancak onu çok daha derinden sevdiğini hissediyordu. Yüreğini büyük bir acı sardı. Gözleri doldu... Ağlamamak için kendini güç tuttu... Kadın konuşmasını bekledi ve dayanamadı: “Söyle” dedi. Adam önüne baktı. Konuşmaya gücü yoktu. Konuşsa sesi ağlamaklı çıkacak ve kendini tutamayıp ağlayacak, etraftakilere rezil olacaktı... Kadına: “gözlerime bakmıyor musun, anlamıyor musun?” diyebildi... Kadın: “Elbette bakıyorum ve anlıyorum, o kadar aptal değilim” dedi. Adam: “Bana doğru söyle, beni seviyor musun?” diye sordu. Kadın: “evet” dedi... Çok mutlu olmuştu... Ama içindeki azabı bu söz de dindiremedi... Biliyordu, bu ilk ve son buluşmaydı... Kadın aynı şeyi düşünüyormuydu bilmiyordu... Belki onu kırmamak için: “Gün doğmadan neler
doğar, bakarsın ilerde yine buluşuruz, yine görüşürüz” dedi... Bu pek inand! ırıcı gelmedi adama...
Ayrılma zamanı gelmişti. Kalktılar... Yürüdüler ve yemek yiyen diğer üç kadının yanına gittiler. Adam: “Ben gidiyorum, siz yemek yiyorsunuz, sofrada elinizi sıkmayım, tanıştığıma memnun oldum” dedi ve hemen yanında ayakta duran sarışın kadının elini tuttu. Ona ne dediğini bilmiyordu... Ayrıldılar... Adam giderken defalarca geriye dönüp o güzel sevgilisine içi kan ağlayarak baktı... Ne yazık ki onun sırtı ona dönüktü, yüzünü çok istediği halde göremedi...
Bu onların son görüşmesi olmuştu......
Saatlerce oturduğu yerden biraz zorlukla da olsa doğruldu. Evin önündeki çiçeklere doğru yürüdü. Hepsine teker teker baktı ve hepsini okşayıp sevdi. En sonunda bir sarı gülün önünde durdu. Onu eline aldı. Eğildi ve derin derin içine çekerek kokladı. Yapraklarını tek tek okşadı, sevdi. Yoldan geçenler bu yaşlı adamın çiçekleri ne kadar sevdiğini düşündüler. Ona hayretle baktılar, gıpta ettiler. Ne yazık ki hiç biri onun o sarı gülü neden bu kadar sevdiğini ve onu okşarken içinde bir ateşin yandığını bilmiyordu. Gülün üzerine düşen iki damla gözyaşını ise yaşlı adamın kendisinden başka hiç kimse görmedi.
Elbet bir gün içeceksin ve
o kadehin ardında beni göreceksin.
Sana verdiklerimi
Senle geçenlerimi
Benden gidişini
Elbet bir gün içeceksin
O kadeh seni içine alacak boğulacaksın
Çırpınmak anılara daha çabuk ulaştıracak
Çırpındıkça batacaksın
Elbet bir gün içeceksin
Tekrar beni arayıp umursamazca
içelim mi diyeceksin koşarak geleceğimi düşünüp
Ama bilmeyeceksin her gece seni
kaç kez kedehlerde boğduğumu
Ve yılların acısıyla sana son sözüm olacak
"Kadehlerde boğulanlar,
dönemezler boğanlarla aynı masaya"
Hep içimde bir kıpırtı
Öylesine bir kıpırtı ki...
Benliğimi coşturan...
Kalbimi bir sarmaşık gibi sarmalayan...
Acılarımı dağlayan...
Çağlayanlar gibi akan gözyaşlarımı kurutan...
İçimdeki fırtınayı dindirendi o...
O öylesine bir kıpırtıydı ki
Bazen dalgalanıp taşan
Bazen de durulmaya yüz tutan
Engin denizler gibiydi...
Sonra anladım ki bu kıpırtının adı sevgiydi
Hiçbir zaman yok olmayacak
Hep ruhumla yaşayacak