MÜSLÜMÂN OLMADIKLARI HÂLDE
MÜSLÜMÂNLIĞA HAYRÂN OLAN VE
ALLAHÜ TEÂLÂNIN VARLIĞINA İNANAN
MEŞHÛR İNSANLARIN SÖZLERİ
Aşağıda, kendileri müslimân olmadıkları hâlde, Allahü teâlâya inanan ve müslimânlığa hayrân olan birçok meşhûr kimseden ba'zılarının islâmiyyet hakkında neler düşündüklerini kısaca nakl ediyoruz.Bu tarzda düşünen insanlar, o kadar çokdur ki, burada içlerinden ancak meşhûr [tanınmış] olanları seçmek mecbûriyyetinde kaldık. Seçdiklerimizin arasında hepinizin pek iyi tanıdığı büyük kumandanlar, devlet adamları, fen adamları bulunmakdadır. Şimdi onların söylediklerini dikkat ile okuyalım:
NAPOLEON:
Târîhe askerî dâhî, aynı zemânda bir devlet adamı olarak geçen Fransa imperatoru birinci Napoléon (Napolyon) (1769-1821) Mısra girdiği 1212 [m. 1798] senesinde, İslâmiyyetin büyüklüğüne, doğruluğuna hayrân kalmış, hattâ bir aralık müslimân olmağı bile düşünmüşdü. Aşağıdaki satırlar Cherfilsin, (Bonaparte et İslâm)ismindeki eserinden aynen alınmışdır:
(Napoléon şöyle diyordu:
Allahü teâlânın varlığını ve birliğini, Mûsâ aleyhisselâm kendi milletine, Îsâ aleyhisselâm kendi ümmetine, fekat Muhammed aleyhisselâm bütün dünyâya bildirdi. Arabistân temâmiyle putperest olmuşdu. Îsâ aleyhisselâmdan altı asr sonra, Muhammed aleyhisselâm kendisinden evvel gelmiş olan İbrâhîm, İsmâ'îl, Mûsâ ve Îsâ aleyhimüsselâmın bildirdikleri Allahü teâlâyı arablara tanıtdı. Arabların yanına sokulan Aryenler [ya'nî Aryüse tâbi' olan hıristiyanlar] ve hakîkî Îsâ dînini bozarak onlara üç tanrı, ya'nî Allah, Allahın oğlu, Rûh-ul-kuds gibi, kimsenin anlıyamıyacağı akîdeleri yaymağa çalışanlar, şarkın sulh ve huzûrunu temâmen bozuyorlardı. Muhammed aleyhisselâm onlara doğru yolu gösterdi, arablara Allahü teâlânın bir olduğunu, Onun ne babası, ne de oğlu bulunmadığını, böyle birkaç Allaha tapmanın puta tapmakdan kalan saçma bir âdet olduğunu anlatdı.)
Kitâbın başka bir yerinde Napoléonun, (Öyle zannediyorum ki, yakında bütün dünyânın aklı başında kültürlü insanlarını biraraya toplayarak bir hükûmet kurmak ve bu hükûmeti [Kur'ânda yazılı olan esâslara göre] idâre etmek imkânını bulacağım. Ancak Kur'ânda yazılı olan esâsların doğruluğuna inanıyorum.Bunlar, insanları bahtiyârlığa götürecekdir) sözleri yazılıdır.
Prof. CARLYLE:
Dünyânın tanıdığı en büyük ilm adamlarından biri olan İskoçyalı Thomas Carlyle, (1210 [m. 1795]-1298 [m. 1881]) 14 yaşında üniversiteye girmiş, hukuk, edebiyyât ve târîh okumuş, Almanca ve Şark dillerini öğrenmiş, meşhûr Alman edîbi Goethe ile mektûblaşmış ve onu ziyâret ederek, ona islâmiyyet hakkındaki düşüncelerini nakl etmiş, Prusya Kralı ona (powr le mérite) nişânını vermiş, Edinburgh Üniversitesi onu rektörlüğe seçmişdir. Carlyle'in (Zencî mes'elesi), (Fransa ihtilâli), (14 ve 15. asrda Alman Edebiyyâtı), (Goethe ve Goethe'nin ölümü), (Modern İşçiler), (Kahramanlar ve Kahramanlara tapma ve Târîhde Kahramanlık) [1943 senesinde Reşad Nuri Güntekin tarafından türkçeye çevrilmişdir], (Altı Konferans) adlı eserleri vardır.
Aşağıdaki parça onun bir eserinden seçilmişdir:
(Araplar, Muhammed aleyhisselâm ve Onun asrı:Muhammed aleyhisselâm gelmeden evvel, arabların bulundukları yerlere kocaman bir ateş parçası sıçramış olsaydı, kuru kum üzerinde gayb olup gidecek ve hiç bir iz bırakmıyacakdı. Fekat Muhammed aleyhisselâm gelince, bu kuru kum dolu çöl, sanki bir barut fıçısına döndü. Delhîden Granadaya kadar her yer birdenbire semâya yükselen alevler hâline geldi. Bu büyük zât, sanki bir şimşekdi ve Onun etrâfındaki bütün insanlar, Ondan ateş alan parlayıcı maddeler hâline dönmüşlerdi.)
Konferansından:
(Kur'ân-ı kerîmi okudukca, onun alelâde [sıradan] bir edebî eser olmadığını, hemen his edersiniz. Kur'ân-ı kerîm, kalbden gelen ve diğer bütün kalblere hemen nüfûz eden bir eserdir.Diğer bütün eserler, bu mu'azzam eser yanında, çok sönük kalır. Kur'ân-ı kerîmin göze çarpan ilk karakteri, onun doğru ve mükemmel ve yol gösterici, dürüst bir rehber olmasıdır.Bence, Kur'ân-ı kerîmin en büyük meziyyeti budur. Bu meziyyet diğer birçok meziyyetlere de yol açmakdadır.)
Seyâhat hâtırası:
(Almanyada, dostum Goetheye, islâmiyyet hakkında topladığım bilgileri ve bu husûsdaki düşüncelerimi anlatmışdım. Goethe beni dikkat ile dinledi ve en sonunda bana, (Eğer islâm bu ise, hepimiz müslimânız) dedi.)
MAHATMA GANDHİ:
Gandhi (1285 [m. 1869]-1367 [m. 1948]) Batı Hindistânın tanınmış hıristiyan bir âilesindendir. Babası, Porbtandar şehrinin baş papazı idi. Çok zengindi. Gandhi, Porbtandar şehrinde doğdu. Lise tahsîli için, İngiltereye gitdi. Tahsîlini temâmladıkdan sonra Hindistâna döndü. 1893 de bir Hindistân firması, onu Güney Afrikaya yolladı. Gandhi, orada çalışan Hindlilerin ne kadar ağır şartlar altında çalışdıklarını, ne kadar fenâ mu'âmele gördüklerini müşâhede edince, onların dahâ iyi siyâsî haklara kavuşmaları için mücâdeleye karâr verdi. Kendini, Hindû milletine adadı. Hindûların hakkını korumak için, Güney Afrika hükûmeti ile uğraşırken, tevkîf ve habs edildi. Fekat mücâdeleden yılmadı. Afrikada 1914 senesine kadar kaldı. Sonra kendisine çok iyi para getiren işinden ayrılarak, mücâdele için tekrar Hindistâna döndü. Hindistânın istiklâle kavuşması için 1906 da müslimânların kurduğu (Hindistân müslimân birliği) ile beraber uğraşmağa başladı. Babasının ve kendi servetinin hepsini bu uğurda harc etdi.
İngilizlerin, Pencap eyâletinde 1274 [m. 1858] senesinde yapdıkları gibi, ikinci bir şiddet ve zulm hareketine başlıyacaklarını duyunca, müslimânlar ile berâber hareket ederek, bütün arkadaşlarının devlet hizmetinden çekilmesini ve sessiz bir mücâdele, pasif bir mukâvemete [direnişe] geçmelerini sağladı. Çıplak vücûdüne bir beyâz bez sararak ve yanında taşıdığı bir keçinin sütüyle geçinerek, pasif mukâbeleye devâm etdi. İngilizler evvelâ ona güldüler. Fekat zemânla, fikrlerine candan inanan ve memleketi için her şeyi fedâya hâzır olan bu adamın, bu sessiz mücâdele işinde, bütün Hindistânı arkasından sürüklediğini hayret ve dehşet ile gördüler. Onu hapse atmak, hiç bir işe yaramadı. Gandhinin gayretleri Hindistânın istiklâle kavuşması ile netîcelendi. Hindûlar ona (Mübârek) ma'nâsına gelen Mahatma ismini verdiler.
Gandhi, islâm dînini ve Kur'ân-ı kerîmi dikkat ile incelemiş ve müslimânlığa hayrân olmuşdu. Bu husûsda şöyle demekdedir:
(Müslimânlar, en azametli ve muzaffer günlerinde bile, müte'assıb olmamışdır. İslâmiyyet, dünyâyı yaratana ve Onun eserine hayrân olmayı emr etmekdedir.Batı, korkunç bir karanlık içinde iken, Doğuda parlayan göz kamaşdırıcı islâm yıldızı, azâb çeken dünyâya ışık, sulh ve râhatlık vermişdir. İslâm dîni, yalancı bir din değildir. Hindûlar bu dîni saygı ile inceledikleri zemân, onlar da, islâmiyyeti benim gibi seveceklerdir.Ben, islâm dîninin Peygamberinin ve Onun yakınında bulunanların, nasıl yaşadıklarını bildiren kitâbları okudum. Bunlar, beni o kadar ilgilendirdi ki, kitâblar bitdiği zemân, bunlardan dahâ fazla olmamasına üzüldüm. Ben şu kanâ'ate vardım ki, islâmiyyetin sür'at ile yayılması, kılıç sebebi ile olmamışdır. Aksine, her şeyden evvel sâ'deliği, mantıkî olması ve Peygamberinin büyük tevâzu'u [alçak gönüllülüğü], sözünü dâimâ tutması, yakınlarına ve müslimân olan herkese karşı sonsuz sadâkati sebebi ile islâm dîni birçok insanlar tarafından seve seve kabûl edilmişdir.
İlk dikiş makinesinin patenti 1790 da Thomas Saint (İngiltere) e verildi. Ama Saintin makinesi bir prototipten ötesine hiçbir zaman geçemedi. Ticari anlamda başarı sağlayacak ilk dikiş makinesi, Berthèlemy Thimmonier (Fransa) tarafından 1830 da alındı. Thimmonier' in zincir dikiş makineleri üretimi beklenenin aksine pek de iyi gitmedi çünkü zamanın elle dikiş dikenleri tarafından tüm makineleri harap edildi. Bunun neticesinde böylesi bir buluş sahibi yoksulluk icinde hayata gözlerini yumdu.
Daha sonra 1833 lü yıllarda Walter Hunt adında bir Amerika lı çift dikişli makineyi üretmişti. Bu buluş ile atılan hiçbir zincir sökülmüyordu. Faka Hunt buluşunu için patent başvurusu ne yazık ki yapmadı. Ama bu zamanın aksine bu buluş 10 yıl boyunca taklit edilmedi.
10 yıl sonunda bu çift dikişli dikiş makinesi üretmeyi düşünen ve Hunt' ın çalışmalarından tamamen habersiz olan Elias Howe buluşunun patentini aldı. Howe kendine Amerika bir pazar bulamadı ama İngiltere' de buluşun üretim hakları William Thomas adlı bir korse üreticisine satıldı. Daha sonra bu ikilinin aralarında anlaşmazlık çıkınca kısa sürede fikrin kopyaları türemeye başladı. Bu fikir kopyacılarının arasında Merritt SINGER de yer alıyordu. Howe patentinin ihlali için dava açtı ve daha lehine sonuçlanarak, Howe İngilterenin 4. en zengin adamı oldu.
Howe dünyanın en zengin adamlarından biri olmayı hak etmişti ve bu mucid sayesinden alanında lider "SINGER" markası doğdu.
1867′de İngiltere Glasgow'da üretilmeye başlanan Singer, ilk deniz aşırı firma oldu.
Dünyada ilk taksitli satışı başlatan Singer sayesinde dikiş makinesine bütçesi yetmeyenler de makine sahibi oldu. Amerika'dan Rusya'ya milyonlarca kişinin kullandığı Singer, bir dünya markası oldu ve herkes tarafından tanındı.
Singer, seri üretilen, kitlesel tanıtımla tanıtılan, kişisel pazarlama ile satılan, herkes tarafından satın alınabilen ama en önemlisi "işlevsel" ilk ev aleti oldu. Cağın gelişimi, teknolojinin devasal hale gelmesi ile çift dikişçli makineler yerlerini bilgisayarlı makinelere bıraktılar.
Önemli Not: Çift dikişin mucidi Hunt çengelli iğneninde mucidiydi. Dikiş makinesinin patentinin almamasının tek nedeni, makinelerin el işçilerini işinden etmemesi
Margaret Hilda Thatcher (okunuşu: Margırıt Hilda Tetçır, Barones-) (d. 13 Ekim 1925 Grantham, Lincolnshire, İngiltere), Demir Leydi lakabıyla da tanınan İngiliz siyasetçi, eski başbakan. Yakın tarihte İngiltere'yi en çok etkileyen kişilerden oldu. Hem büyük destek gördü, hem de ciddi bir muhalefetle karşılaştı.
Margaret Hilda Roberts, Doğu İngiltere'deki Grantham kasabasında doğdu. Babası Alfred Roberts manavdı, aynı zamanda yerel siyasette aktifti ve Metodist kiliselerinde vaaz veriyordu. Margaret da inançlı bir Metodist Hıristiyan oldu. Eğitim hayatı başarılı geçti. Oxford Üniversitesi'ne bağlı Somerville Koleji'nde kimya okudu. 1946'da Oxford Üniversitesi Muhafazakârlar Derneği Başkanı seçildi. Mezun olduktan sonra kimya sektöründe çalıştı. Dondurmanın erimeden saklanmasını sağlayan teknolojiyi geliştiren ekibin üyesiydi.
1950 ve 1951 seçimlerine Muhafazakâr Parti'nin en genç adayı olarak katıldı, İşçi Partisi'ne karşı bu partinin kalelerinden Dartford'da mücadele etti. Siyasi çalışmaları sırasında tanıştığı Sir Denis Thatcher ile 1951'de evlendi. Zengin bir işadamı olan Denis Thatcher, eşinin çalışmalarını mali olarak destekledi. 1953 yılında ikiz çocukları oldu, aynı yıl Thatcher vergi hukuku uzmanı olarak baroya girdi.
Thatcher, Muhafazakâr Parti'nin kalelerinden birinde aday olmak için çaba gösterdi. Birkaç kez reddedilmesinin ardından, 1959 seçimlerinde Finchley'den aday oldu ve Avam Kamarası'na seçildi. Parlamentodaki ilk konuşmasında sıradışı olarak yerel meclislerin toplantılarını halka açık yapması için çağrıda bulundu, bu teklif daha sonra kanunlaştı. 1961'de Partisine karşı çıkarak sopanın bir ceza aracı olarak kullanılmasının kaldırılması için oy verdi. Erkek eşcinselliğinin suç olmaktan çıkarılmasını savunan az sayıdaki Muhafazakâr Parti milletvekilinden biriydi. Kürtaja izin verilmesi yönünde oy kullandı. Öte yandan, idam cezasının kaldırılmasına karşıydı ve boşanmanın kolaylaştırılması için getirilen teklife karşı oy verdi. 1966'da İşçi Partisi'nin vergi siyasetine karşı yaptığı başarılı konuşmada, bu siyasetin "sadece sosyalizme değil, komünizme doğru atılan adımlar" olduğunu öne sürdü. 1967'deki gölge hükümette yakıttan, ulaştırmadan ve nihayet eğitimden sorumlu bakan oldu.
Muhafazakâr Parti 1970 seçimlerini kazanınca, Thatcher, Heath kabinesinde Eğitim ve Bilim Bakanı oldu. Bakanlığının ilk aylarında, bütçe kısıntısı yapmak zorunda kaldı ve yedi ila onbir yaşındaki çocuklara verilen bedava süt dağıtımını kaldırdı. (İşçi Partisi, bu dağıtımı ortaokullar için daha önce kaldırmıştı). Bu nedenle halk arasında "süt hırsızı" olarak anılmaya başlandı ve protestolarla karşılaştı. Yakın zamanda açıklanan bakanlar kurulu tutanaklarına göre, Thatcher bütçe kısıntısına karşı çıkmış, ancak çoğunluğun kesintiden yana oy kullanması üzerine uyumu bozmamak için diğer bakanların kararını uygulamak zorunda kalmıştı. [1]
Thatcher, bakanlığı döneminde "solcu" olarak nitelenebilecek bir kararla sınavlı ortaokulların kaldırılması, eşit eğitim veren liselerin yaygınlaşması için çalıştı. Ayrıca İngiltere'de açık öğretim yapan ve tasarruf amacıyla kapatılması düşünülen Açık Üniversite (Open University)'yi kapanmaktan kurtardı. Thatcher, bunun genç yaşta üniversite eğitimi fırsatını kaçırmış fakat kendisini geliştimek isteyen yetişkinler için ucuz bir imkân olduğunu düşünüyordu.
Muhafazakâr Parti'nin [1974]'teki yenilgisinden sonra yine gölge kabineye atandı, bu kez Çevre Bakanı oldu. Bu konumdayken, yerel yönetimlere gelir sağlayan oransal vergi sistemini kaldırıp kelle vergisine geçişi savunan siyasetini oluşturmaya başladı. Bu siyaset, Muhafazakâr Parti'de çok yandaş toplayacaktı.
Heath hükümetinin mali politikalarda ipin ucunu kaçırdığını savunan Sir Keith Joseph'i destekledi. Heath'in 1974'te ikinci kez seçim kaybetmesi üzerine, Joseph ona karşı aday olmaya karar verdi, fakat sonra vazgeçti. Bunun üzerine Thatcher, Heath'a rakip olmaya karar verdi ve Muhafazakâr Parti Başkanlığına adaylığını koydu. İlk turda beklenmedik şekilde Heath'tan fazla oy alan Thatcher, 11 Şubat 1975'te yapılan ikinci turda gerekli oy çoğunluğunu sağlayarak başkan oldu. Heath'ın kendisine selef olarak seçtiği William Whitelaw'ı başkan yardımcılığına getirdi.
19 Ocak 1976'daki bir konuşmasında Sovyetler Birliği'ne ağır eleştiriler getirdi:
"Ruslar dünya hâkimiyeti peşinde ve tarihin tanıdığı en yayılmacı devlet olabilmek için gerekli tüm imkânları hızla topluyor. Sovyet politbürosundaki adamlar kamuoyunun ne düşündüğüyle ilgilenmek zorunda değil. Silahları tereyağının önüne koyuyorlar, bizse hemen her şeyi silahların önüne koyuyoruz."
Buna cevap olarak Sovyet Savunma Bakanlığı gazetesi Krasnaya Zvezda (Kızıl Yıldız), Thatcher'a "Demir Leydi" lakabını taktı. Lakap, kısa zamanda Moskova Radyosu tarafından tüm dünyaya yayıldı. Thatcher bu lakabı çok sevdi ve boyun eğmez - kararından dönmez kişiliğinin simgesi olarak benimsedi.
Kurduğu gölge kabinede Heath taraftarlarına da yer verdi ve Muhafazakâr Parti içindeki farklı görüşlerin temsil edilmesine gayret etti. Monetarist maliye görüşlerini Parti'ye kabul ettirmek için dikkatli davranmak zorundaydı. Heath hükümetinin ademi merkeziyetçi İskoçya siyasetine son verdi. Ocak 1978'de Granada Televizyonu'na verdiği bir mülakatta "insanlar bu ülkenin başka bir kültürün insanları tarafından işgal edileceğinden ciddi endişe duyuyor" demesi, kamuoyunda tartışma başlattı. [2] %43 seviyesindeki Muhafazakâr Parti halk desteği, mülakattan hemen sonra %49'a fırladı. Bazı yorumcular, Thatcher'ın bu konuşmayla aşırı sağcı Britanya Ulusal Cephesi (British National Front) yandaşlarını Muhafazakâr Parti saflarına çektiğini öne sürdüler.
1979'daki genel seçimlerden önce yapılan anketler, çoğunluğun Muhafazakâr Parti'yi desteklemekle birlikte, İşçi Partisi başkanı James Callaghan'ın başbakan olmasını tercih ettiğini gösteriyordu. İşçi Partisi, 1978-79 kışında sanayi kesimindeki anlaşmazlıklar, grevler, yüksek işsizlik oranı ve kamu hizmetlerindeki gerilemeler nedeniyle yıprandı. Muhafazakârlar, "İşçi Partisi çalışmıyor" (bkz. [3]) gibi sloganlarla rekor düzeydeki işsizliği ve hükümetin işgücü pazarına aşırı müdahalesini eleştirdiler.
Callaghan hükümeti, güvenoyu alamaması üzerine 1979 ilkbaharında düştü. Genel seçimler sonucunda Muhafazakâr Parti Avam Kamarası'nda 43 sandalyelik bir çoğunluk yakaladı ve Margaret Thatcher başbakan seçildi.
1979 - 1983 Thatcher, İngiltere'nin ekonomik çöküşünü önleme ve devletin iktisattaki rolünü küçültme vaatleriyle 4 Mayıs 1979'da hükümeti kurdu. İngiliz bürokrasisinde hâkim olan görüşten etkilenerek, İngiltere'nin İmparatorluk günlerinden beri gerilemekte olan etkisini artırarak uluslararası ilişkilerde daha etkin olmasını ve liderliğe oynamasını istiyordu. 1980'de ABD başkanı olan Ronald Reagan ve (daha az ölçüde) 1984'te Kanada Başbakanı olan Brian Mulroney ile pek çok noktada benzeşiyordu. Muhafazakârlık anglosakson dünyasında baskın siyasi ideoloji haline gelmekteydi. 1983'te başbakan olan Turgut Özal da liberal muhafazakârlığı Türkiye'de uyguladı ve Thatcher'a benzer bir iktisadi siyaset yürüttü.
Mayıs 1980'de İrlanda Başbakanı Charles Haughey ile Kuzey İrlanda sorunu hakkında görüşmeden bir gün önce Avam Kamarası'nda "Kuzey İrlanda'nın anayasal sorunları sadece Kuzey İrlanda halkını, bu hükümeti, bu parlamentoyu ilgilendirir ve başka hiç kimseyi ilgilendirmez!" dedi.
1981'de Kuzey İrlanda'daki Maze hapishanesinde bulunan İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) ve İrlanda Ulusal Özgürlük Ordusu mahkûmları, beş yıl önce ellerinden alınan siyasi mahkûm konumunu tekrar kazanmak için açlık grevine başladılar. Thatcher önceleri "Suç suçtur, siyaset değil" diyerek mahkûmlarla uzlaşmayı reddetti. Ancak on mahkûmun ölümüyle grevin sona ermesinin ve kamuoyundaki huzursuzluğun giderek artmasının ardından siyasi mahkûmlara verilen bazı haklar yeniden tanındı.
Thatcher, diğer yandan önceki İşçi Partisi hükümetinin Kuzey İrlanda'nın güvenlik işlerini yerel güçlere bırakma anlamına gelen "Ulsterleştirme" siyasetini sürdürdü. Thatcher'a göre, İngiltereyle birliği savunan Kuzey İrlanda, IRA'ya karşı kendini savunmalıydı. Bu durum, İngiliz askerlerinin Kuzey İrlanda'da ölmesi sonucu kamuoyunda meydana gelen tepkileri ve ordunun üzerindeki yükü azaltacaktı.
İktisat alanında, Thatcher, faizleri artırıp para arzını düşürmeyi hedefleyerek işe başladı. Gelir üzerinden vergi almaktansa dolaylı vergiyi tercih ettiğinden, KDV oranlarını aniden %15'e çıkarttı, bunun sonucu olarak enflasyon da hızla arttı. Bu siyaset, özellikle otomotiv sektöründeki işletmeleri kötü etkilediğinden, işsizlik İşçi Partisi zamanındaki bir milyon kişi seviyesinden hızla iki milyon kişiye yükseldi.
Siyasiler Thatcher'ın bu siyasetten U dönüşü yapmasını beklerken, o 1980 parti kongresinde siyasetini savundu: "Nefesini tutup medyatik deyimiyle U dönüşü yapmamı bekleyenlere tek bir sözüm var: İsterseniz siz dönün, Leydi dönmeyecek." Bu sözler 1981 bütçesiyle teyit edildi: 364 ünlü iktisatçıdan gelen açık mektupta dile getirilen endişelere rağmen, hükümet, durgunluğun tam ortasında vergi oranlarını artırıyordu. Ocak 1982'de enflasyon yeniden tek haneli rakamlara düştü ve faizler de düşürülmeye serbest bırakıldı. İşsizlik artmaya devam etti ve resmi rakam olan 3,6 milyona ulaştı -ki işsizlik tanımında yapılan değişiklik yüzünden resmi rakamların düşük olduğunu söyleyen yorumcular gerçek işsizliğin beş milyona ulaştığını tahmin ediyordu. Ancak Lord Tebbit, işsizlik sigortasından yararlanmak için çalıştığı halde kendisini işsiz gösteren kişiler yüzünden gerçek işsizliğin üç milyona bile ulaştığından şüphe ettiğini söyledi.
1983'te İngiltere'nin sanayi üretimi, 1978'deki düzeye göre %30 gerilemişti.
Bu esnada, Arjantin'de işbaşına gelen cunta yönetimi, ekonomik alanda yaşadığı sıkıntılar nedeniyle kaybettiği halk desteğini tekrar kazanmanın yollarını arıyordu. 2 Nisan 1982'de Arjantin, 1830'dan beri hak iddia ettiği Falkland (İspanyolca: Malvinas) adalarını işgal etti. Bu, II. Dünya Savaşı'ndan beri bir İngiliz toprağının ilk işgal edilişiydi. Birkaç gün içinde Thatcher, bir deniz filosunu adaları geri almak için gönderdi. Falkland Savaşı'nda İngiltere'nin başarılı olması, Thatcher'ın halk desteğini arttırdı.
Falkland Savaşı ve muhalefetin bölünmüşlüğü sayesinde, Muhafazakâr Parti Haziran 1983 seçimlerinden önemli bir çoğunluk sağlayarak çıktı. 1983 başlarında iktisatta görülen düzelme emareleri de Muhafazakârların başarısında rol oynadı. Bu, Thatcher'ın kariyerinde bir zirveydi.
1983 - 1987
Thatcher, sendikaların gücünü kırmaya kararlıydı, ama Heath hükümetinin aksine, bunu tek bir kanunla zorlamak yerine yavaş yavaş gerçekleştirmeyi tercih etti. Çeşitli sendikalar, Thatcher'ı yıpratmayı hedefleyen grevler düzenledi. Bunlardan en önemlisi, 1984-85'te Millî Madenciler Sendikası'nın düzenlediği grevdi. Thatcher, önceden kömür stoklayarak greve hazırlanmıştı, böylece 1972'dekinin aksine hiç elektrik kesintisi olmadı. Grev sırasında polisin uyguladığı yöntemler, insan hakları savunucularının tepkisini çekse de, grevci işçilerin greve katılmayanların çalışmasını önlemek için şiddet kullandığını gösteren fotoğrafların basında yer alması, kamuoyunun grevcilere karşı dönmesini sağladı. Madencilerin grevi bir yıl sürdü ve sendikalar herhangi bir kazanım elde etmeden grevi sona erdirmek zorunda kaldılar. Thatcher, bunun üzerine 15'i hariç tüm ocakları kapattı ve kalanları da 1984'te özelleştirdi.
Kaçakçıların, Birleşmiş Milletler'in silah ambargosu altındaki Güney Afrika Cumhuriyeti apartheid yönetimine İngiltere'den silah kaçırdığının ortaya çıkması üzerine, Thatcher, İngiltere'nin önemli yatırımları bulunan ve gitgide Birleşmiş Milletler'in iktisadi yaptırımlarıyla karşılaşma ihtimali artan bu ülkenin Başkanı P.W. Botha ve Dışişleri Bakanı Pik Botha'yı İngiltere'ye çağırdı. Thatcher, Botha'yı apartheid siyasetini sona erdirmesi, Nelson Mandela'yı serbest bırakması, siyahların özgürlüğünü savunanları kovuşturmaktan vazgeçmesi, komşu ülkelerdeki Afrika Ulusal Kongresi (ANC) üslerini bombalamaktan vazgeçmesi, Namibya'dan çekilmesi ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kararlarına uyması konusunda uyardı. Ancak Botha bu uyarıları dikkate almadı. Haziran 1986'da Guardian gazetesine verdiği bir mülakatta Thatcher, Güney Afrika Cumhuriyeti'ne iktisadi yaptırım uygulamanın ahlaki olmadığını, zira bu yaptırımların milyonlarca siyahın işsiz kalmasına neden olacağını söyledi.
12 Ekim 1984 sabahı, 59. yaşgününden bir gün önce, Thatcher, Muhafazakâr Parti kongresi için kalmakta olduğu Brighton Oteli'ne IRA tarafından konulan bombanın patlamasından kıl payı kurtuldu. Patlamada beş kişi öldü. Thatcher, eğer banyoya girmesi biraz gecikmiş olmasaydı, patlamada zarar görecekti. [4] Thatcher'ın kongrenin ertesi gün programa uygun olarak toplanmasını istemesi ve bombacılara rağmen konuşmasını yapması, siyasi çevrelerde takdir topladı.
15 Kasım 1985'de, Thatcher, İrlanda Başbakanı Garret FitzGerald ile bu ülkeye ilk defa (tavsiye mahiyetinde de olsa) Kuzey İrlanda yönetiminde söz hakkı tanıyan Hillsborough Antlaşması'nı imzaladı. Antlaşma, Kuzey İrlanda'daki birlik taraftarlarınca öfkeyle karşılandı. Birlik yanlısı partiler parlamentodan toplu halde istifa ederek büyük çoğunluk sağladıkları erken seçimler yoluyla bir tür referandum yaptılar. Buna karşın, antlaşmayı iptal ettiremediler.
Thatcher'ın siyasi ve iktisadi felsefesi, serbest pazar ve girişimcilik üzerine kuruluydu. İktidara geldiğinde, deneysel mahiyette, küçük bir kamu işletmesini işçilerine satmış ve çok olumlu tepkiler almıştı. 1983 seçimlerinden sonra hükümet daha cesur hareket etti ve British Telecom'dan başlayarak 1940'lardan beri kamu mülkiyetinde olan pek çok büyük işletmeyi elden çıkarttı. Halkın yaygın bir kesimi satılan hisseleri aldı, ne var ki çoğu kişi kısa sürede kâr gerçekleştirmek için hisselerini sattı. Sol siyasetçilerin şiddetle karşı çıktığı özelleştirme politikası, Thatcherizm'le birlikte anılır oldu. Hisse senetlerinin tabana yayılması, bu politikaya destek verenler tarafından halk kapitalizmi olarak adlandırıldı.
Soğuk Savaşta Thatcher, Reagan'ın caydırma siyasetini destekledi. Bu, 1970'lerde Batı'nın yürüttüğü yumuşama siyasetine karşıttı ve yumuşamaya bağlı müttefiklerle sürtüşmeye neden oldu. Thatcher, ABD'nin nükleer cruise füzelerinin Britanya adalarında konuşlanmasına izin vererek Nükleer Silahsızlanma Hareketi'nin tepkisini çekti. Mamafih, reformist Sovyet lider Gorbaçov'un iktidara gelmesini olumlu karşılayan ilk Batılı lider de o oldu. Gorbaçov'un iktidara gelmesinden üç ay önce yapılan bir buluşma sonrasında, Thatcher, onun için "birlikte çalışabileceğimiz birisi" şeklinde yorum yaptı. Bu, Batılı güçlerin Sovyetler ile 1991'de bu ülkenin yıkılışına kadar tekrar bir yumuşama dönemine gireceğinin göstergesiyidi. Thatcher, Soğuk Savaş'ın sonucunu gördü ve onu destekleyenler, hem caydırma hem de yumuşama siyasetleriyle, Batı'nın kazandığı zaferde rolü olduğunu savundular.
1985'te Oxford Üniversitesi, eğitim bütçesinde kısıntı yapması nedeniyle, Oxford mezunu başbakanlara geleneksel olarak verilen fahri doktora unvanını kendisine vermeyi reddetti.
1986'da diğer Nato müttefiklerinin protestolarına karşın, ABD'nin İngiltere'deki üslerden Libya'yı bombalamasına destek verdi. Savunma alanında ABD ile işbirliği yapmayı tercih ettiğinden, İngiliz helikopter üreticisi Westland'ın İtalyan Augusta şirketi yerine ABD'li Sikorsky şirketiyle ortak olmasını sağladı. Augusta ile çoktan anlaşmış olan Savunma Bakanı Michael Haseltine, Thatcher'ın bu kararını ve yönetim tarzını protesto etmek için istifa etti. Haseltine, daha sonra da parti içinde Thatcher'la rekabet etti ve 1990'da iktidardan düşmesini sağlayanlardan biri oldu.
İkinci iktidarında Thatcher, iki önemli dış siyaset başarısına imza attı:
1984'teki Çin ziyaretinde, Deng Şiaoping ile Çin-İngiliz Ortak Deklerasyonu'nu imzaladı. Buna göre, Çin, Hong Kong'a "Özel Yönetim Bölgesi" statüsü tanıyacak, 1 Haziran 1997'de yönetimini ele aldıktan sonra dahi "tek ülke, çift sistem" ilkesi gereğince elli yıl daha iktisadi durumunu değiştiremeyecekti.
Kasım 1979'da Dublin'de toplanan Avrupa Konseyi'nde, Thatcher, İngiltere'nin Avrupa Ekonomik Topluluğu'na (AET) verdiklerinin aldıklarından çok daha fazla olduğunu iddia etmişti. Zirvede "Topluluktan veya başka herhangi birisinden para istemiyoruz. Sadece kendi paramızı geri istiyoruz." demişti. Thatcher'ın savları kabul gördü ve Haziran 1984'te Fontainbleau Zirvesi'nde AET, İngiltere'nin katkılarıyla kazanımlarının arasındaki farkın %66'sını yıllık taksitler halinde iade etmeyi kabul etti. Bu antlaşma hala yürürlüktedir ve Avrupa Birliği üyeleri arasında zaman zaman tartışmalara neden olmaktadır.
1987 - 1990
İktisadi patlama ve İşçi Partisi'nin tek taraflı nükleer silahsızlanmayı savunması sonucu 1987 seçimlerini 102 sandalye farkla kazanan Thatcher, Lord Liverpool'dan beri en uzun süre görevde kalan ve Lord Palmerstone'dan beri ilk defa üç seçimi üst üste kazanan başbakan oldu. Daily Mirror, Guardian ve Independent dışındaki tüm İngiliz gazeteleri onu destekliyor, buna karşılık basın sekreterinden düzenli brifingler alıyordu. Tabloid gazeteler ona sevimli bir lakap takmıştı: "Maggie". Rakipleriyse bu lakabı "Maggie dışarı!" şeklinde aleyhine bir slogana dönüştürdü. Sol çevrelerde kendisine duyulan tepki, dönemin bazı şarkılarına yansımıştı: Stand Down Margaret (Otur Aşağı Margaret, The Beat), Tramp the Dirt Down (Pisliği Ez, Elvis Costello), Margaret On The Guillotine (Margeret Giyotinde, Morrissey), Mother Knows Best (Anne En İyisini Bilir, Richard Thompson).
Erkek eşcinselliğini önceleri desteklemiş olmasına karşın (yukarı bkz.), Thatcher 1987'deki parti kongresinde "Geleneksel ahlaki değerlere saygı göstermeyi öğrenmesi gereken çocuklarımıza, eşcinsel olmanın temel bir hakları olduğu öğretiliyor." dedi. Bazı Muhafazakâr milletveklilleri eşcinselliğin "teşvik edilmesine" karşı çoktan bir hareket başlatmıştı. Aralık 1987'de çıkarılan tartışmalı bir kanunla okullarda eşcinselliğin "meşru bir ilişki türü" olabileceğinin öğretilmesi yasaklandı. Bu kanun sonraki yıllarda iptal edilmiştir.
Sosyal reformlar sonucu yetişkinler için ABD'dekine benzer bir İş Bulma Eğitimi sistemi kuruldu.
1980'lerin sonunda, aslında bir kimyacı olan Thatcher, çevre sorunlarıyla ilgilenmeye başladı. 1988'de, küresel ısınma, ozon deliği ve asit yağmuru sorunlarını kabul eden önemli bir konuşma yaptı. 1990'da meteorolojik tahmin ve araştırmalar için Hadley Merkezi'ni kurdu. [5] 2002'de yayımlanan kitabı Devlet Sanatı'nda (Statecraft), küresel ısınmaya insanların neden olduğu fikrine destek verdiği için pişmanlık duyduğunu anlatır:
"Çevresel sorunlara karşı hangi uluslararası önlemleri almaya karar verirsek verelim, iktisatlarımızın büyümesine ve gelişmesine engel olmamalıyız, zira gelişme olmadan çevre koruma maliyetlerini karşılamak için gerekli refahın yaratılması mümkün değildir."
1988'de Belçika, Bruges'de yaptığı bir konuşmada, Avrupa Topluluğu'nun (AT) federal bir yapıya dönüştürülmesi önerilerine ve karar alma mekanizmasının merkezileşmesine karşı görüşlerini açıkladı. İngiltere'nin üyeliğini desteklese de, Thatcher AT'nin rolünün serbest pazar ve etkin rekabet koşullarını yerine getirmek olduğuna inanıyor, yeni AT düzenlemelerinin İngiltere'de yaptığı reformları geriye döndürmesinden korkuyordu:
"İngiltere'de devletin sınırlarını başarıyla daraltmamızın nedeni, bunların Avrupa düzeyinde tekrar genişletildiğini ve bir Avrupa üst-devletinin Brüksel'de yeniden tahakküm kurmasını seyretmek değildir."
AT'nin hazırlanmakta olduğu İktisadi ve Parasal Birliğe, tek bir para biriminin millî paraların yerine geçmesine özellikle karşıydı. Bu konuşma diğer Avrupalı liderlerin protestolarına neden oldu ve Muhafazakâr Parti içinde Avrupa siyaseti konusunda derin bir çatlağın olduğunu ortaya çıkardı.
6-8 Nisan 1988'de Türkiye'ye resmi bir ziyarette bulundu.
1989'da, sürdürülemez haldeki iktisadi patlamayı durdurmak için faiz oranlarını arttırması üzerine Thatcher'ın kamuoyu desteği bir kez daha düştü. Thatcher, Avrupa para birliğine hazırlanma siyaseti izleyen Hazine Bakanı Nigel Lawson'u suçladı. Kasım 1987'de Financial Times gazetesine verdiği bir demeçte, Thatcher, bu siyasetten haberdar olmadığını ve tasvip etmediğini söyledi.
Haziran 1988'de Madrid'deki Avrupa Topluluğu zirvesi öncesi yapılan bir toplantıda, Lawson ve Dışişleri Bakanı Geoffrey Howe, Thatcher'ı parasal birliğin hazırlık aşaması olan Döviz Kuru Mekanizması'na katılmak için gerekli koşulları kabul etmeye zorladı. Toplantıda ikisi de Thatcher'ın koşulları kabul etmemesi halinde istifa edeceklerini söylediler. Thatcher, Howe'u azlederek ve iktisadi konularda daha çok danışmanı Sir Alan Waters'a danışarak her ikisinden de intikam aldı. Lawson, Thatcher'ın kariyerinin altını oyduğunu düşünerek Ekimde istifa etti.
Aynı yılın Kasımında, Thatcher, Muhafazakâr Parti liderliği için Sir Anthony Meyer'in rekabetiyle karşılaştı. Thatcher Meyer'i kolayca yense de, altmış kişi Meyer'e oy verdi veya seçime katılmadı - ki bu iktidardaki bir başbakan için yüksek bir sayıydı. Öte yandan, partideki taraftarları, Thatcher'ın on yıldır başbakanlık koltuğunda yıprandığını ve toplam oy sayısının 370 olduğunu vurgulayarak bu sonucun başarlı olduğunu öne sürdüler. [[6]]
Thatcher'ın yerel yönetim vergilerini kaldırmak üzere önerdiği 1987 seçimlerinde Muhafazakâr Parti programında da yer alan yeni vergi sistemi, İskoçya'da 1989'da, İngiltere ve Galler'de 1990'da uygulamaya alındı. Mal varlığına dayalı hesaplanan yerel vergilerin yerine "kelle vergisi" olarak bilinen ve herkes için genelde eşit olan (düşük gelirlilere bazı indirimler vardı) vergi tepkilere yol açtı.
Thatcher'ın başbakanlıktaki son icraatlarından biri, ABD Başkanı G.W. Bush'a Saddam Hüseyin'i Kuveyt'ten çıkarmak için Ortadoğu'ya asker göndermesi yönünde baskı yapmak oldu. Bush'un bu plan hakkında bazı çekinceleri vardı, ama Thatcher ona "tereddüt edecek vaktimiz yok" diye karşılık verdi.
Ekim 1990'daki Muhafazakâr Parti kongresinden önceki Cuma günü, yeni Hazine Bakanı John Major'a faiz oranlarını %1 indirmesi talimatını verdi. Major, onu, parasal istikrarı korumak için tek yöntemin "Madrid koşulları"na uymasalar bile aynı zaman zarfında Döviz Kuru Mekanizması'na katılmak olduğuna ikna etti. O yılın Muhafazakâr Parti kongresi büyük bir uyum içinde geçti, öyle ki, katılımcılardan pek azı Thatcher'ın iktidardaki günlerinin sayılı olduğunu düşünebilirdi.
İktidardan düşüş
Bayan Thatcher'ın siyasetten uzaklaştırılması, bazı yorumculara göre İngiliz siyasi tarihinin en dramatik olaylarından biridir. [kaynak belirtilmeli] Uzun süre iktidarda kalan, seçimlerde mağlup edilemeyen bir başbakanın parti içi oylamayla azledilmesi ilk bakışta inanılmaz gözükmektedir. Mamafih, 1990'a gelindiğinde, Thatcher'ın yerel yönetim vergi politikası, hükümetinin iktisadı kötü yönettiğine ilişkin kamuoyunda yayılan görüş (özellikle %15 mertebesine ulaşan yüksek faiz oranları, evsahipleri ve işadamlarının desteğinin aşınmasına yol açtı) ve Avrupa ile bütünleşme konusunda Muhafazakâr Parti içinde ortaya çıkan bölünmeler, hem kendisinin hem de partisinin siyasi alanda giderek zayıfladığını gösteriyordu.
1 Kasım 1990'da, Thatcher'ın en eski ve sadık müttefiklerinden Sir Geoffrey Howe, Thatcher'ın Avrupa siyasetini protesto etmek için Başbakan Yardımcılığı görevinden istifa etti. Eski rakibi Michael Heseltine, parti liderliği için kendisine meydan okudu ve ilk turda oylamayı ikinci tura taşıyacak kadar fazla oy elde etti. Önceleri ikinci turda da yarışmak istediğini söylemekle birlikte, Thatcher, kabine üyelerine danıştıktan sonra seçimden çekilmeye karar verdi. 22 Kasım günü saat sabah 09:30'da Kabine'ye ikinci turda aday olmayacağını açıkladı. Hemen ardından, kamuoyuna istifasıyla ilgili bir açıklama yapıldı:
"Meslektaşlarıma etraflıca danıştıktan sonra, Parti'nin birliği ve gelecek seçimlerde başarı sağlaması açısından, seçimden çekilip diğer hükümet üyelerine liderlik için aday olma imkânı vermemin daha uygun olacağına karar verdim. Gerek hükümetten gerekse hükümet dışından bana böylesine fedakârca destek veren herkese teşekkür ederim."
Mağlup Thatcher, Avam Kamarası'nda hükümetine karşı yapılan bir güvenoylaması sırasında, etkileyici konuşmalarından birini yapma fırsatını yakaladı:
"...tek para birimi Avrupa siyasetiyle ilgilidir, bu Avrupa federasyonunun arka kapıya dayanmasıdır."
Selefi olarak John Major'ı destekledi ve o da liderlik yarışını kazandı. İstifasının ardından yapılan bir ankette, İngiliz halkının %52'si "son kertede Thatcher'ın ülkeye yararlı olduğunu" söylerken, %44'ü "kötü" olduğunu söyledi. 1991'de Parti'nin yıllık kongresine girdiğinde daha önce görülmemiş şekilde dakikalarca ayakta alkışlanarak karşılandı, ancak konuşma yapması için yapılan çağrıları reddetti. Mamafih, Başbakanlıktan istifa ettikten sonra zaman zaman Avam Kamarası'nda konuştu. 1992 seçimlerinde parlamentodan ayrıldı.
Siyaset sonrası hayatı
1992'de "barones" unvanı aldı. Bu sayede Lordlar Kamarası'na girme imkânı elde etti. Kamara'da Maastricht Antlaşması'nı eleştiren bir dizi konuşma yaptı. "Fazla ileri giden bir antlaşma" olarak niteledi, Haziran 1993'te ise Lordlar Kamarası'nda "ben bu antlaşmayı asla imzalamazdım" dedi. [[7]] Ayrıca antlaşmanın referanduma sunulmasını, üç büyük parti de onay verdiğine göre halkın görüşünün sorulması gerektiğini savundu. [8]
Ağustos 1992'de NATO'ya Goradze ve Saraybosna'daki Sırp saldırısını durdurması ve Bosna Devleti'ni koruması için çağrıda bulundu. Bosna'daki olayların "Nazilerin en kötü azgınlıklarını hatırlattığını" söyledi. [9] Aynı yılın Aralık ayında Bosna'da bir soykırım olabileceğini söyledi. Nisan 1993'te, Srebrenica'daki ilk katliamın ardından Thatcher bunun "Avrupa'da bir daha asla görmeyeceğimizi düşündüğü türden bir ölüm tarlası" olduğunu söyledi.
1990'da Başbakanlıktan istifa ettikten kısa süre sonra Kraliçe tarafından İngiltere'nin en büyük nişanlarından Liyakat Nişanı ile ödüllendilmişti. Ayrıca, eşi Denis Thatcher'a 1991'de baronetlik verildi (böylece oğulları Mark, bir soyluluk unvanı devralabilecekti). Bu, 1965'ten beri baronetlik unvanının ilk verilişiydi. 1995'te Thatcher'a, İngiltere'nin en yüksek şövalyelik örgütü olan Garter Örgütü üyeliği verildi.
Haziran 1992'de tütün devi Philip Morris Şirketi'ne yılda 250.000$ maaş ve vakfına yıllık 250.000$ bağış karşılığı, jeopolitik danışman oldu.
1993'ten 2000'e kadar, 1693 kraliyet beratıyla kurulan Virginia, ABD'deki William ve Mary Koleji'nde rektörlük yaptı. Ayrıca İngiltere'nin tek özel üniversitesi olan Buckingham Üniversitesi'nin rektörlüğünü yürüttü. Bu işinden 1998'de emekliye ayrıldı.
Hatıralarını Güce Giden Yol ve Downing Street Yılları adında iki cilt halinde kaleme aldı. 1993'te BBC televizyonunda yayımlanan Downing Street Yılları'nda Thatcher, başbakanlıktan istifa etmesine neden olan bakanlar kurulu isyanını "yüzü gülen ihanet" olarak tasvir etti.
Kamuoyu nezdindeki desteğini sürdürmekle birlikte, özel konuşmalarında Thatcher, John Major'a siyasetinden duyduğu rahatsızlığı belli etti. Bu görüşleri basına da sızdı ve yayımlandı. Major hükümetinin kamu harcamalarını artırmasını, vergi artırımlarını ve Avrupa bütünleşmesine verdiği desteği eleştirdi. 1994'te Tony Blair'in İşçi Partisi lideri seçilmesinin ardından Mayıs 1995'te verdiği bir mülakatta, Blair'i "Muhtemelen Hugh Gaitskell'den beri en müthiş İşçi Partisi lideri. Onların ön saflarında çok sosyalist görüyorum ama Bay Blair bunlardan biri değil. Gerçekten değiştiğine inanıyorum." diye övdü. [10]
Muhafazakâr Parti'nin İşçi Partisi tarafından hezimete uğratıldığı seçimlerin ardından yapılan Parti başkanlığı seçiminde, Thatcher, "devlet hakkında modası geçmiş fikirlere sahip ve Avupa'nın bütünleşmesini savunan" Kenneth Clarke'tan "sonsuz kere daha iyi bir başkan olabilecek" Iain Duncan Smith'i destekledi. [11]
2002'de yayımladığı Devlet Sanatı: Değişen Dünya İçin Stratejiler adlı kitabında, 1990'daki istifasından beri uluslararası ilişkiler konusunda geliştirdiği düşünceleri dile getirdi. Kitabın özellikle Avrupa Birliği konusundaki bölümleri tartışma yaratıcı mahiyetteydi: İngiltere'nin milli egemenliğini koruması için üyelik koşullarının gözden geçirilmesini, bunun başarısız olması halinde, Avrupa Birliği'nden ayrılarak NAFTA'ya katılmayı öneriyordu. Bu bölümler, The Times gazetesinde tefrika halinde yayımlanmaya başladığı 18 Mart Pazartesiden, sağlık sebepleriyle demeç vermesinin doktorları tarafından yasaklandığının açıklandığı 22 Mart Cumaya kadar siyasi alanda öfkeye neden oldu. Thatcher, bir dizi küçük felç geçirmiş, sağlık durumu çok hassas bir duruma gelmişti.
11 Haziran 2004'te, Thatcher, eski ABD Başkanı Ronald Reagan'ın Washington'da Milli Katedral'deki cenaze töreninde video kaydıyla gösterilen dokunaklı bir veda konuşması yaptı.
Aralık 2004'te Muhafazakâr milletvekilleriyle yaptığı özel bir toplantıda, İngiliz Hükümeti'nin nüfus kağıdı çıkarma projesine karşı olduğunu açıkladığı söylenir. Thatcher'ın nüfus kağıtları için "bu ülkeye tamamen yabancı, Cermenik bir kavram" dediği iddia edilir. [12]
13 Ekim 2005'te, Thatcher, Hyde Park'daki Mandarin Oriental Oteli'nde, Kraliçe ve Edinburgh Dükü'nün de katıldığı bir partiyle 80. doğumgününü kutladı. Orada, artık Aberavon Lordu unvanını almış olan Geoffrey Howe, Thatcher'ın siyasi kariyeri için "Onun gerçek zaferi sadece bir değil iki partiyi değiştirmiş olmasıdır, öyle ki İşçi Partisi tekrar iktidara geldiğinde, Thatcherizmin ana gövdesinin artık değiştirilemez olduğu kabul edilmişti." dedi.
Eylül 2006'da, Thatcher, Washington'da 11 Eylül 2001 Saldırıları'nın 5. yıldönümü için düzenlenen resmî anma toplantısına ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney'in misafiri olarak katıldı. Ziyareti sırasında ABD Devlet Bakanı Condoleezza Rice ile de görüştü.
Etkileri
"Flashback" bellek denilen psikolojik olgu nedeniyle, önemli tarih anlarında insanlar nerede olduklarını ve ne yaptıklarını hatırlayabilir. Çoğu İngiliz vatandaşı da Margaret Thatcher'ın istifasını duyduğunda nerede olduğunu ve ne yaptığını hatırlar. Thatcher, kutuplaşmalara neden olan bir isimdi, siyaset yaptığı çağın ideolojik iklimi nedeniyle, siyasi yelpazenin farklı yönlerinden tepkilerle karşılaştı.
Bazıları, İngiliz iktisadını 1970'lerdeki ağır durgunluktan kurtaran reformlarını ve sosyal meselelere getirdiği radikal çözümleri övgüyle karşılarken diğerleri onun otoriter ve egoist olduğunu düşünür. Refah Devletini ortadan kaldırdığı ve İngiltere'nin üretim altyapısını büyük ölçüde yok ettiği, böylece milyonlarca işçiyi uzun süreli işsizliğe mahkûm ettiği söylenir. Ancak serbest pazar yanlıları, özelleştirme taraftarı işadamları ve iktisatçılar durumun hiç de öyle olmadığını söyler, 1980'lerde iktisadın kendini toparladığını, günümüzde İngiliz iktisadının başarısının ve hizmetler sektöründeki yüksek istihdam sonucunda ortaya çıkan düşük işsizlik oranının Thatcher siyasetlerine bağlı olduğunu iddia ederler.
Refah Devletinin yok edilmesi iddiasına karşın, Thatcher hükümeti kamu harcamalarını harcamayı savunsa dahi, gerçekte bunu yapamamıştı. Üretim altyapısının yok edilmesiyle ilgili iddia ise gerçeklik taşımaktadır. Üretim sektöründeki istihdamda önemli düşüş oldu, bazı sanayi dalları tamamen yok oldu. Buna karşın, gelişen iktisatlarda üretim sektörünün payının hizmetler sektörü karşısında gerilemesi olağan kabul edilir. 1970'lerde İngiltere, pek çok kişi tarafından 20.yy'ın başındaki Türkiye gibi "Avrupa'nın hasta adamı" kabul ediliyordu, öyle ki bazı yorumcular bir devlet olarak varlığını sürdüremeyeceğini iddia ediyordu. Buna karşın, İngiltere, modern Avrupa'daki en gelişkin iktisatlardan biri haline geldi.
Tenkitçiler, 1970'lerdeki iktisadi sorunların abartıldığını, bunların petrol krizi sonucu benzin fiyatlarının artması gibi İngiltere hükümetlerinin kontrolü dışındaki etkenlerden ortaya çıktığını, aynı etkenlerin hemen tüm gelişmiş iktisatları vurduğunu söylerler. Sonuç olarak, Thatcher yanlılarının iddialarının aksine, iktisadi durgunluğun sosyalizm veya sendikalar nedeniyle oluşmadığını söylerler. Tenkitçiler, ayrıca, Thatcher döneminde iktisatta görülen düzelmenin aynı dönemde dünya ekonomisinde yaşanan canlanmadan ve Kuzey Denizi petrol yataklarından alınan vergilerden kaynaklandığını iddia eder.
İngiliz kamuoyunun Thatcher hakkındaki görüşleri değişkenlik gösterir. Thatcher yönetimi hakkındaki görüşlerin farklılığı, televizyon anketlerinde ortaya çıkmaktadır: Thatcher, 2002'de yapılan "En Büyük 100 Britanyalı" listesinde, hayattaki kişiler arasında ulaşılan en yüksek derece olan onaltıncılığı almıştır. 2003'te yapılan ve sadece hayattaki kişileri içeren "En Kötü 100 Britanyalı" listesinde ise üçüncü olmuştur. Ancak neticede Thatcher'ın 20.yy'da dünya çapında en etkin rol oynayan kadın olduğuna pek kimse itiraz etmez. Belki de en içten takdir, İşçi Partisi lideri ve üç kez başbakan seçilen Tony Blair'in Thatcher'ın iktisadi siyasetini sürdürmesi olmuştur. Thatcher da bir Muhafazakâr Parti liderlik seçimi sırasında Blair'i dolaylı olarak takdir etmiştir: "Onların (Muhafazakâr Parti) Bay Blair'i yenebilecek birisine ihtiyaçları yok, Bay Blair gibi birisine ihtiyaçları var."
Bir diğer görüşe göre, iktisadi etkileri ikiye ayrılır: Pazar etkinliği ve uzun vadeli büyüme. Bunların ilki oldukça tartışmalıdır. İşsizlik oranı nihai olarak azalsa dahi, bu önemli ölçüde iş kaybı ve işgücü pazarında radikal reformlardan sonra meydana geldi. Bu reformlar sendikaların güçsüzleşmesine neden olan kanunları ve mali piyasaları düzenleyen kuralların kaldırılmasını kapsamaktaydı. Bu sayede, Londra iş merkezi the City, Avrupa'nın mali başkenti konumuna geri döndü. Haberleşme ve diğer kamu hizmetlerinin rekabete açılması da önemli reformlar arasındaydı. Uzun vadeli büyüme ise yeni veriler ışığında başarısız görülmektedir zira araştırma-geliştirme yatırımları ve eğitim kalitesi düşmüştür.
Halkın Thatcher hakkındaki görüşleri değişkenlik gösterir. İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda'nın büyük bölümünde, Kuzey İngiltere şehirlerinde ve eski madencilik yörelerinde hâlâ hakkında kötü konuşulmaktadır. Pek çok kişi, pek çok madenci ailesinin çökmesi ve ağır sanayinin yok olmasıyla sonuçlanan madenciler grevi dönemindeki güçlükleri hatırlar.
Madencilik ve sanayi kesimlerinin Thatcher hakkındaki olumsuz görüşleri, güney İngiltere'de ve kırsal kuzey yörelerinde aldığı oylar sayesinde büyük farkla kazandığı 1987 seçimlerine yansımıştır. Thatcher, ülkenin diğer kesimlerinden çok az oy alabilmiştir. Ortak Tarım Siyaseti sayesinde İngiliz tarımı hâlâ ciddi ölçüde sübvanse edilmektedir, öte yandan iktisadın gerileyen diğer kesimleri kendi kaderine bırakılmıştır. Thatcher'a verilen desteğin coğrafi olarak bu denli değişmesi, ülkenin İskoçya ve Galler gibi bazı bölgelerinin giderek yabancılaşmasına ve özerklik isteklerinin artmasına yol açmıştır.
Yurtdışındaki görüşler de bunlara paraleldir. Sol kesimde Thatcher, halk hareketlerini ezmek için güç kullanan, işçi sınıfının çıkarlarına karşı sosyal reformlar yapan ve orta sınıflarla işadamları gibi varlıklı kesimleri destekleyen bir lider olarak görülür. Satiristler tarafından karikatürize edilmiştir. Mesela Fransız şarkıcı Renauld, Miss Maggie adındaki şarkısında, kadınları erkeklerin çeşitli salaklıklarını yapmayan bir cins olarak anlatır - Thatcher bu kadınların tek istisnasıdır. Merkez sağda ise Thatcher, güçlü sendikalara karşı çıkabilen, iktisattaki darboğazları ortadan kaldıran bir muhafazakâr olarak sempatiyle hatırlanır. Ancak çoğu kişi Thatcherizm kelimesinin yarattığı olumsuz tepkiler nedeniyle onu izlediğini açıkça itiraf etmez.
İrlanda milliyetçileri arasında Thatcher, IRA ile müzakereye oturmaktan kaçınan, katı bir siyasetçi olarak hatırlanır. Tenkitçileri, bu durumun Kuzey İrlanda'daki huzursuzlukların yatışmasını geciktirdiğini savunur. Thatcher hükümetinin Kuzey İrlanda sorununu hafifletmek için İrlanda Cumhuriyeti ile antlaşma imzalaması durumu pek değiştirmemiştir.
1996'da yapılan Scott soruşturmasında, İran-Irak Savaşı sırasında Thatcher hükümetinin Irak'a yüksek teknolojili silah satışına göz yumduğu, hatta desteklediği ortaya çıktı.
Sol ve sağ görüşlü yorumcuların fikir birliğinde olduğu bir konu, Thatcher'ın İngiliz siyaset sahnesini ciddi ölçüde değiştirdiği, önemli partilerin sağa kaymasına neden olduğudur. Yeni İşçi hareketi ve Blairism, Thatcherizmin siyasi ve ekonomik ilkelerinden çoğunu kabul eder. Bu durum, 1950'lerden Edward Heath hükümetine kadar Muhafazakâr Parti'nin İşçi Partisi hükümetleri tarafından ortaya konan refah devleti ilkelerini kabul etmesine benzemektedir. Thatcher'ın yok ettiği refah devleti uygulamaları, Thatcher sonrası dönemde geri gelmemiştir. Yine Thatcher tarafından başlatılan özelleştirme siyaseti de devam etmiştir. Aslında müteakip İşçi Partisi ve Muhafazakâr Parti hükümetleri devletin iktisat üzerindeki etkisini daha da azaltmış, kamu sektörünün rolünü daha da küçültmüştür.
Thatcher'ın İngiltere sendikaları üzerindeki etkisi de sürmektedir. 1984-1985'teki madenci grevleri, bir eşik noktası olarak kabul edilir. Bu grevlerden sonra sendikalar 1970'lerdeki gücüne asla kavuşamadı. Sendikalılık oranı düştü ve grevlerin etkisini azaltmak için yapılan hukuki düzenlemeler kalıcı hale geldi. Hatta İşçi Partisi bile sendika hareketiyle bağlarını gevşetme çabasına girdi.
Thatcher'ın etkisi Muhafazakâr Parti üzerinde kuvvetle devam etmektedir. İktidarda John Major, muhalefette William Hague, Iain Duncan Smith ve Michael Howard, Thatcher'ın hangi etkilerinin sona erdirilmesi, hangilerinin sürdürülmesi gerektiği konusunda mecliste ve parti içinde çeşitli hiziplerle mücadele ettiler. 2006'da başlayan David Cameron yönetimi, parti içindeki bu takıntıyı sona erdirmeyi hedeflemektedir.
Hava kirliliğinin, başta insan sağlığı olmak üzere görüş mesafesi, materyaller, bitkiler ve hayvan sağlığı üzerinde olumsuz etkileri vardır.
Katı yakıtlar ve akaryakıt gibi karbonlu maddelerin tam yanmamasından meydana gelen katı ve sıvı parçacıkların bir gaz karışımı olan duman, hava kirliliğinin bir çeşididir ve görüş uzaklığını azaltıcı bir etkiye sahiptir. Hava kirliliğinin, sanatsal ve mimari yapılar üzerinde tahrip edici ve bozucu etkisi vardır. Bitkiler üzerinde ise öldürücü ve büyümelerini engelleyici olabilmektedir. Bu nedenle hava kirliliği hem canlıların sağlığı açısından, hem de ekonomik yönden zarar vericidir.
Hava kirliliğinin insan sağlığı üzerindeki etkileri, atmosferde yüksek miktardaki zararlı maddelerin solunması sonucu ortaya çıkar. İnsanların sağlıklı ve rahat yaşayabilmesi için teneffüs edilen havanın mutlaka temiz olması gerekir. Havanın doğal yapısını bozan ve kirleten maddelerin başka bir deyişle kirli havanın solunması, özellikle akciğer dokularını tahrip edici ve öldürücü olabilmektedir. Solunum yolu ile alınan hava içerisindeki parçacıklar ve duman, teneffüs esnasında yutulur ve akciğerlere kadar ulaşır. Solunum sisteminin derinliklerinde depolanan bu parçacıklar, akciğer kanserlerine kadar varan hasarlar yapabilmektedir. Diğer taraftan kömür ve diğer yakıtların yanmasından oluşan duman ve isin astım, çeşitli burun ve boğaz hastalıkları hatta mide hastalıkları gibi özellikle solunum yolları ile ilgili hastalıklara belirli ölçüde sebep olabileceği öne sürülmektedir. Şiddetli hava kirliliğine maruz kalınması durumunda, bunun insan sağlığına olan etkisi ile hava kirliliğinin düşük miktarlarına, uzun zaman maruz kalmanın etkileri farklı olmaktadır.
Bugün çok önemli bir çevre problemi olan ve özellikle insan sağlığını etkileyen hava kirliliği ilk olarak, atmosfer bileşiklerinin değişmesiyle başlamaktadır. Atmosfer, genellikle içerisine karışan toksinli maddeleri eriterek etkisiz hale getirmesine rağmen meteorolojik ve topoğrafik şartlara bağlı olarak devamlı bir şekilde kirlenmektedir. Çeşitli amaçlarla yakılan ateşler, fabrika ve ev bacalarının dumanları, araçların egzost gazları havaya zehirli gazlardan olan karbon monoksit, kükürt dioksit ve nitrik asit gibi gazların bol miktarda karışmasına neden olur.
Hava kirliliğine neden olan kirleticilerin, kaynaklarına göre hava kirliliği, tabii kaynaklardan meydana gelen kirlilik ve insan faaliyetleri sonucu suni kaynaklardan meydana gelen kirlilik olmak üzere iki sınıfa ayrılır. Tabii kirliliği oluşturan, doğada bulunan kirletici kaynaklarından: tozlar, meteorlardan, yer yüzeyindeki büyük çöl alanlarından ve kumluk alanlardan rüzgarlarla atmosfere taşınırlar; orman yangınlari ile atmosfere önemli miktarlarda duman ve zehirli gazlar karışır; foto kimyasal olaylarla azot dioksit; yanardağlardaki volkanik faaliyetler sonucunda kükürt dioksit, hidrojen klorur, hidrojen flörür; deniz çalkalanmasından sodyum klorür sayılabilir.
Hava kirliliğinde, tabii kirlilik kaynaklarından çok suni kaynaklardan meydan gelen kirlilik önemlidir. Çünkü günümüzde insanları en çok ilgilendiren, özellikle büyük yerleşim merkezleri ve sanayi alanlarındaki hava kirliliğidir. Bu kirlilikte daha çok insan faaliyetleri sonucu meydana gelir.
İnsan yapımı kirlilik kaynaklarını ise kabaca :
1. Ulaşım
2. Katı yakıtlar
3. Elektrik santralleri
4. Endüstri ve ısınma için kullanılan yakıtlar
5. Endüstriyel işlemler olarak sıralanabilir.
İnsan tarafından oluşturulan kaynaklardan oluşan bu kirlilik, bulunan bölgenin endüstriyel gelişimi, nüfusu, şehirleşme durumu gibi faktörlere bağlı olarak değişim gösterir.
Saf hava, başta azot ve oksijen olmak üzere argon, karbondioksit, su buharı, neon, helyum, metan, kripton, hidrojen, azot monoksit, karbon monoksit, ksenon, ozon, amonyak ve azot dioksit gazlarının karışımından meydana gelmiştir.
Atmosferin %78'ini oluşturan azot orman yangınları, şimşek gibi doğal atmosfer olayları ve yanma sonucunda meydana gelir. Atmosferin hacim olarak %21'ini ve ağırlık olarak %23'ünü oluşturan oksijen ise oldukça reaktif bir gazdır. Diğer gazlar ise atmosfer hacminin %1'ini oluştururlar.
Atmosferi oluşturan bu gazların, en kararsız olanları su buharı ve karbondioksittir. Atmosferdeki su buharı miktarı, denizler, göller, nehirler ve bitkilerden buharlaşma ile artar ve bulutlardan sis, çiğ, yağmur oluşumu ile de azalır. Su buharının bu değişkenliği, uzun sürede, bu olaylarla birbirini öyle dengeler ki, su buharının atmosferdeki miktarı değişmez. Karbondioksit ise normalde çok küçük yer teşkil eden bir bileşendir. İnsan ve hayvanların teneffüsü ve bitkilerin fotosentez olayı ile atmosferdeki miktarı dengede tutulur.
Doğal olarak saf atmosfer az veya çok miktarda, büyük bölümü suni olan yabancı maddelerin üretimi ile kirletilir. Bunların başında petrol ürünleri ve endüstriyel kirleticiler gelmektedir. Özellikle son yıllarda, endüstriyel aktivitenin, şehirleşmenin ve nüfusun artması ile kirletici maddelerin kullanımı ve miktarıda hızla artmaktadır.
Atmosfere dağılarak, onu kirleten kirleticiler katı, sıvı ve gaz halindedirler. Çeşitli kaynaklardan meydana gelen kirlilik maddeleri toz, is, sis, buhar, kül, duman vb. olarak havaya geçerler. Atmosferdeki bu kirleticiler, kirletici kaynaklarından atmosfere doğrudan verilen kirleticiler ve bu kirleticilerle, atmosferik özellikler arasındaki kimyasal olaylar sonucu oluşan kirleticiler olmak üzere iki şekilde bulunurlar. Atmosfere kirletici kaynaklarından yayılan kirleticiler, kükürtdioksit, azot oksitler, karbon monoksit, hidrokarbonlar asılı vaziyette bulunan katı partüküllerdir. Bu kirleticilerle, atmosferik özelliklerin oluşturduğu kimyasal reaksiyonların en önemlileri ise fotokimyasal olaylardır ki, bunlardan özellikle floroklorokarbonlar, güneşten gelen zararlı UV (ultraviole) ışınlarına karşı yeryüzüne koruyan ozon tabakasında büyük tahribata yol açmaktadır.
Doğal veya insan yapısı sonucu atmosfere karışan kirleticiler, her iki halde de atmosfere yayıldıkları anda hızla kimyasal reaksiyonlar oluştururlar ve hava akımları ile karışır, dağılır, yayılır ve taşınırlar. Böylece kirleticiler, kaynaktan çıkıp, alıcılara ulaştığında karakterleri değişebilir.
Genel olarak kirlilik, havadaki katı parçacıklar ve kükürtdioksit miktarına göre belirlenir. Oysa atmosferde oluşan kimyasal olaylarda, organik maddeler büyük rol oynar. Çünkü organik maddeler, atmosferde ister reaksiyona girsinler, ister girmesinler kimyasal reaksiyonların çekirdeğini oluştururlar. Hava kirliliği denildiğinde, kirleticiler ve bunların bulunduğu atmosfer ortamı aynı derecede rol oynar. Herhangi bir yerde hava kirliliği çalışması yapıldığında, ilk olarak o bölgenin meteorolojik koşulları ve havanın kimyasal yapısı incelenmelidir.
Saltuklular'in Kurulusu - saltululularin tarihi - saltuklular
1. Saltuklular'in Kurulusu
Saltuklular, 1071-1202 tarihleri arasinda Erzurum, Pasinler, Tercan, Ispir, Oltu, Tortum, Micingerd, Bayburt ve civarinda hüküm sürmüs bir Türk beyligidir.
Malazgirt zaferinden sonra Anadolu'da kurulan ilk Türk beyligi olan Saltuklular'in baskenti Erzurum idi. Islâm kaynaklarinda Kalikala ve Erzenu'r-Rûm seklinde geçen Erzurum, Hz. Osman zamaninda 653 yilinda fethedilmistir. Fetihten sonra Erzurum'u bir üss ve karargâh olarak kullanan müslümanlar, buradan kuzey ve dogu istikâmetinde akinlar düzenlediler. Sehir Abbâsîler'in ilk yillarinda Bizans imparatorlugunun eline geçtiyse de daha sonra geri alinmistir. Bizans ordulari XI. yüzyilda Erzurum'u isgal ederek Azerbaycan'a kadar uzandilar. Ayni yillarda baslayan Selçuklu akinlari ve Türkmen muhacereti sebebiyle Türkler'le Bizanslilar arasinda uzun yillar devam edecek olan çatismalar basladi.
Çagri Bey'in 1015-1021 yillari arasinda Dogu Anadolu'ya düzenledigi kesif seferinden sonra Arslan Yabgu'ya bagli Oguzlar, Gazneli kuvvetlerinin takibi sebebiyle Anadolu'ya girmisler ve agir kayiplar vermelerine ragmen Azerbaycan'a, Bizans topraklarina ve Diyarbekir yöresine kadar yayilmislardir. 1038 yilinda gerçeklestirilen üçüncü bir akinla da Van Gölü havzasina kadar gelmislerdir. Yeni iltihaklarla sayilari bir hayli artan Türkmenler, 1044 yilinda büyük kitleler hâlinde Dogu Anadolu'ya girdiler. Süratle Vaspuragan civarina gelen bu Türmenler'in hedefi Erzurum'u ele geçirmekti. Bu gelismeler üzerine Bizans'in güçlü imparatoru II. Basileios Dogu'daki sinirlarini emniyet altina almak için seferber olmus ve imparatorlugun sinirlarini Azerbaycan ve Kafkasya'ya kadar genisletmistir.
Daha sonraki yillarda ayni siyaseti takip eden Imparator Konstantinos IX. Monomakhos, Oguzlar'a karsi harekete geçerek 1045 sonbaharinda Gürcü prensi Liparit komutasinda gönderdigi orduyla Seddâdîler'in elindeki Duvin sehrini ele geçirmek istemistir. Bunun üzerine Büyük Selçuklu hükümdari Tugrul Bey, Kutalmis komutasindaki bir orduyu Bizans kuvvetlerine karsi gönderdi ve Selçuklular'la Bizanslilar arasinda ilk ciddî çatisma vuku buldu. Kutalmis, Musul ve Diyarbekir yöresinde Türkmenler'i de yanina alarak 1045 yilinda Gürcü ve Rumlar'dan olusan müttefik Bizans ordusunu bozguna ugratti. Öte yandan Tugrul Bey'in yakin adamlarindan Emîr Hasan da yirmibin kisiyle Erzurum ve Pasinler ovalarini ele geçirdi. Fakat Bizanslilar bu Selçuklu beyini tâkip ederek Büyük Zap Suyu yakinlarinda pusuya düsürüp Hasan Bey ile çok sayida arkadasini sehit ettiler.
Hasan Bey'in ölümü, Tugrul Bey'i çok üzdü ve intikam almak için Ibrahim Yinal'i Bizans'a karsi Anadolu seferine memur etti. Ibrahim Yinal Türkistan'dan Nisapur'a gelen yogun bir Türkmen kitlesini 1047 tarihinde Anadolu'ya sevketti. Ertesi yil Türkmen kitleleri, Erzurum ve Pasin ovalarinda toplanmaya basladi. Insan dalgalari bir sel gibi ülkenin her tarafini istila etti. Batida Gümüshane ve Trabzon, kuzeyde Ispir, güneyde Mus ve Agri taraflarina kadar yayildi. Türkler daha sonra Siirt ile Meyyâfârikîn arasindaki Erzen üzerine yürüdüler. Çok çetin geçen savaslardan sonra halk Kalikala (Erzurum) sehrine sigindi. Kalikala bu tarihten itibaren yakinindaki Erzen sehrinin adini aldi ve Erzen'den tefrik etmek için Erzenu'r-Rum, daha sonra Arz-i Rum ve nihayet Erzurum olarak anilmaya baslandi.
Ibrahim Yinal, Bizans kuvvetlerini takip ederek 18 Eylül 1048 tarihinde Hasankale'de cereyan eden savasta onlari korkunç bir bozguna ugratti. Basta Liparit olmak üzere pek çok kisi esir alindi. Tugrul Bey, daha sonra bizzat Malazgirt ve Erzurum üzerine sefer düzenledi. 1055 yilinda Türkistan'dan gelen bir Türkmen kitlesi Erzurum ve Bayburt civarini ele geçirdi. 1059 yilinda Ibrahim Yinal'in isyaninin bastirilmasindan sonra Türkler, tekrar büyük kitleler hâlinde aralarinda muhtemelen Emîr Saltuk'un da bulundugu bir grup komutanin emrinde Anadolu'ya akinlara basladilar. Tugrul Bey'in ölümünden sonra Selçuklu tahtina geçen Sultan Alparslan zamaninda da Anadolu'ya yapilan akinlar devam etti. Durumun giderek aleyhine gelistigini gören Imparator Romanos Diogenes, 1070-1071 kisinda büyük bir orduyla Anadolu seferine çikmayi planladi. Maksadi Anadolu'yu Türkler'den kurtarmak, Islâm topraklarini isgal ve Selçuklu devletini ortadan kaldirmakti.
13 Mart 1071 tarihinde Ayasofya'da yapilan büyük bir törenden sonra yola çikan imparator, Erzurum'a varinca kuvvetlerinin bir bölümünü Gürcistan'a göndererek arkasini emniyet altina almayi düsündü. Imparatorun Erzurum'a vardigini Meyyafarikîn'de haber alan Sultan Alparslan süratle Erzen ve Bitlis yoluyla Ahlat'a hareket etti. Nihayet Bizans ve Selçuklu kuvvetleri arasinda 26 Agustos 1071'de Malazgirt'te meydana gelen savas bilindigi üzere Selçuklular'in kesin zaferiyle sonuçlanmis ve imparator esir düsmüstür. Fakat Romanos Diogenes'in tahttan uzaklastirilarak gözlerine mil çekilmesi ve yeni imparator Mihail Dukas'in Selçuklularla yapilan anlasmayi tanimadigini ilân etmesi üzerine Sultan Alpaslan, Saltuk, Artuk, Mengücük, Çavli, Danismend ve Çavuldur gibi emirlerini Anadolu'ya göndererek fetihlerde bulunmalarini istemis ve fethedecekleri sehir ve kasabalari kendilerine ikta edecegini bildirmistir.
a) Ebu'l-Kasim Saltuk:
Malazgirt zaferinin kazanilmasinda önemli rol oynayan komutanlardan biri de Emîr Saltuk idi. Zahireddin Nisâburî ile Resîdüddin'in verdigi bilgilerden Saltuklu hânedaninin kurucusu olan Ebu'l-Kasim Saltuk'un Anadolu'nun fethinde çok önemli hizmetlerde bulundugunu ve zaferden sonra Sultan Alparslan'in Kars'tan Bayburt'a, Bingöller'den Barkal daglarina kadar uzanan sahada yer alan Kars, Pasinler, Oltu, Erzurum, Tortum, Ispir, Bayburt ve yörelerini veraset yoluyla çocuklarina da intikal etmek üzere ona ikta ettigini anliyoruz.
Selçuklu topraklarinin sinirlarinda yer alan Erzurum'un kendisine ikta edilmis olmasi, onun diger beylerden daha önemli mevkide bulundugunu göstermektedir. Gürcü kaynaklarinda da Izzeddin Saltuk'un atalarinin Oguzlar'a ve Selçuklu hükümdarlarina mensup oldugu kayitlidir. Saltuklu hanedaninin 516 (1123) yilindan itibaren Saltukogullari (Beni Saltuk) adiyla tanindigini görüyoruz. Abbasî halifesi Müstersid Billah'in, Hille Arap emîri Dübeys b. Sadaka'ya karsi yardim istemesi üzerine Zengî b. Aksungur ve Togan Arslan ile beraber Saltukogullari da Bagdat'a gitmisti.
b) Ali b. Ebu'l-Kasim:
Ebu'l-Kasim Saltuk'un ölümü üzerine yerine oglu Ali geçti. Ibnü'l-Esîr, 496 (1102-1103) yili olaylarini anlatirken Ali b. Ebu'l-Kasim Saltuk'un sözkonusu tarihte beyligin basinda bulundugunu ifade eder. Büyük Selçuklu sultani Berkyaruk ile kardesi Gence meliki Muhammed Tapar arasinda 8 Cemaziyelâhir 496 (19 Subat 1103) tarihinde Hoy kapisinda cereyan eden ve Muhammed Tapar'in maglubiyetiyle biten savastan sonra Muhammed Tapar Ercis'e, oradan da Sökmen el-Kutbî'nin hâkimiyetindeki Ahlat'a çekilmisti. Yaninda Sökmen el-Kutbî, Muhammed b. Yagisiyan ve Kizil Arslan gibi emirler vardi. Erzenu'r-Rum hâkimi Ali de bu sirada Ahlat'a gelerek onlara katildi ve hep birlikte Sultan Alparslan tarafindan Menûçehr'e verilen Ani üzerine yürüdüler.
Iki kardes arasinda 497 (1104) yilinda yapilan anlasmaya göre Sepidrud (Kizilören) sinir olacak, Azerbaycan, Kafkasya, Diyarbekir, el-Cezîre, Musul ve Suriye ülkeleri Muhammed Tapar'a verilecekti. Bu anlasmaya göre sinir boylarindaki beyler, bu arada Saltuklu Ali de Sultan Muhammed Tapar'a tâbi olacakti. Sultan Muhammed Tapar, 1105 Subat'inda Meyyafarikîn'e giderken Dogu Anadolu'daki sehirlere hâkim olan Erzenu'r-Rum emîri Ali, Diyarbekir beyi Ibrahim b. Yinal, Siirt emîri Kizil Arslan, Artukoglu Sökmen, Erzen-Bitlis beyi Hüsameddin Togan Arslan ve Harput emîri Sahruh da ona refakat ediyordu.
Büyük Selçuklular, aralarindaki dâhilî çekismeler ve Haçli istilâsiyla mesgul iken Gürcü krali David Türkler'e karsi saldiriya hazirlaniyordu. 1115 tarihinde Rostof'u aldiktan sonra Çoruh nehri vadisinde ileri harekâta geçti. Ertesi yil Saltuklular'in hâkimiyetindeki topraklara girip Pasinler'e kadar geldi ve çok sayida Türk'ü öldürdü. 1118 yilinda da Azerbaycan taraflarina hücuma geçti. Bunun üzerine Artukoglu Ilgazi, Gürcüler'le cihada memur edildi ve 1121 yilinda Erzen beyi Togan Arslan ile Erzurum'a geldi.
Saltuklu Emîr Ali de burada onlara katildi ve birlikte Tiflis'e hareket ettiler. Fakat Gürcüler karsisinda maglup oldular, Kral David de Tiflis'i zaptetti. Bu arada Menûçehr'in oglu Ebu'l-Esvar, Ani'yi Gürcüler'e karsi müdafaa edemeyecegini anlayarak altmisbin dinar karsiliginda Saltuklular'a satti. Fakat sehirdeki hristiyan ahali daha erken davranip Kral David'i durumdan haberdar ederek sehri ona teslim ettiler. Ani'deki cami, kiliseye çevrildi ve daha önce Ahlat'tan götürülerek kubbeye konulmus olan hilâlin yerine haç dikildi. Böylece Sultan Alparslan'in 1064'de aldigi Ani, altmis yil sonra hristiyanlarin eline geçmis oldu (1123-1124).
c) Ziyaeddin Gazi:
Ali'nin ölümünden (muhtemelen 1124) sonra Saltuklu tahtina kardesi Ziyaeddin Gazi geçti. Kitabelerden anlasiligina göre Erzurum'daki Kale Camii ve Tepsi Minare (Saat Kulesi)'yi yaptiran Saltuklu emîri Ziyaeddin Gazi'dir. Fakat hakkinda fazla bilgi yoktur. I Hakki Konyali tarafindan okunmus olan Tepsi Minare kitabesinde onun ünvan ve lâkaplari söyle siralanmaktadir: "Mevlâna Ziyaeddin Kutbu'l-Islâm, Nasîruddevle, Zahîru'l-mille, Semsü'l- (Mülûk) ve'l-Ümerâ Inanç Beygu (Yabgu) Alp Tugrul Bey Ebu'l-Muzaffer Gazi b. Ebi'l-Kasîm".
Ziyâeddin Gazi, 1126'da Gürcüler'e karsi düzenlenen sefere katildigi gibi 1131 yilinda da Ivani'yi büyük bir bozguna ugratti. Gürcüler onun zamaninda Ispir ve Pasinler'i geçerek Oltu'ya kadar gelmislerdi. Artuklu Temürtas, Ziyâeddin Gazi'nin kiziyla evlendi ve böylece iki hanedan arasinda akrabalik kuruldu.
Ziyâeddin Gazi, Azîmî'ye göre 526 (1131-1132) yilinda ölmüstür.
d) II. Izzeddin Saltuk:
Gazi'den sonra beyligin basinda yegeni II. Izzeddin Saltuk'u görüyoruz (1132-1168). Onun devrinde Ahlatsahlar ve Erzen beyleriyle ittifak yapilmis ve evlilik yoluyla kurulan akrabaliklarla bu ittifaklar takviye edilmistir. Izzeddin Saltuk kizlarindan Sahbânû'yu Ahlat sahi II. Sökmen ile, diger kizini da Erzen beyi Togan Arslan'in oglu Kurti veya Yakup Arslan ile evlendirmistir.
Ani emîri Fahreddin de onun kizlarindan birine talip olmus, fakat reddedilmisti. Buna içerleyen Fahreddin, ondan intikam almaya karar verdi ve Saltuk'a elçi gönderip: "Ben zayifladim; Gürcüler'e karsi Ani'yi müdafaa edecek gücüm yoktur. Bu sehri sana teslim edip hizmetine girmek istiyorum" dedi.
Aslinda kizini vermedigi için ondan intikam almak istiyordu. Bu sebeple Kral Dimitri'ye gizlice haber gönderip onu da ülkesine davet etti. Bu komplo sebebiyle Ani'den baskina ugrayan Saltuklular maglup ve perisan oldular. Basta Izzeddin Saltuk olmak üzere çok sayida Türk askeri esir düstü. Ahlat sahi Sökmen ile Artuklu hükümdari Necmeddin Alpi krala elçiyle yüzbin dinar fidye gönderip Saltuk'u kurtardilar. Bu paranin toplanmasinda kizi Sahbânû da önemli rol oynadi. Ülkesine dönen Izzeddin Saltuk da diger Türk esirlerini kurtarmak için büyük meblaglar ödemek zorunda kaldi.
Bu basariya ragmen Ani'yi isgal edemeyen Gürcüler, 550 (1155) yilinda Fahreddin'i yakalayip sehri kardesi Fazlûn'a verdiler. Fakat papazlar, 556 (1161) yilinda Fazlûn'u bozguna ugrattilar. Gürcü krali Giorgi, Seddadîler'in topraklarini yagmaladiktan sonra Ani'yi ele geçirdi. Bu sehirde dogup büyümüs olan Kadi Burhaneddin Anevî bu olayi söyle anlatir:
"Ben 18 yasinda iken birden bire Gürcü askeri gelip Ani'yi kusatti ve aldi. Birçok müslüman, kadin-erkek, genç-ihtiyar kiliçtan geçirildi. O zaman ben ve ailem Gürcü Yuvan'a (Ivani) esir olduk. Ben onlarin dilini ve Incil'ini bildigim için kurtuldum ve hemen o memleketten uzaklasarak Anadolu'ya (Rûm'a) geldim".
Gürcüler 556 (1161) yilinda Ani'yi isgal edince Ahlat sahi II. Sökmen, Izzeddin Saltuk, Erzen ve Bitlis beyi Devletsah, Mardin ve Artuklu emîri Necmeddin Alpi ve diger bazi Türk emîrleri Temmuz ayinda sefere çikmaya karar verdiler. Müttefik Türk kuvvetleri, Agustos 1161 tarihinde Ani'yi kusattilar. Gürcü krali Giorgi, bunu haber alinca süratle Ani'ye hareket etti. Savas baslamak üzereyken Izzeddin Saltuk ordugâhtan ayrildi.
Rivayete göre Izzeddin Saltuk daha önce Gürcüler'e esir düstügü zaman bir daha Kral Dimitri ve çocuklarina saldirmayacagina yemin ettigi için ordudan ayrilmistir. Onun diger beylerle istisare etmeden gizlice ayrilmasi yüzünden müslümanlar maglup ve perisan olmustur. Pek çok müslüman öldürüldügü gibi dokuz bin kisi esir düsmüs ve Ahlatsah'i Sökmen de ancak dört yüz askeriyle geri dönebilmisti. Bu sirada henüz Malazgirt'te bulunan Necmeddin Alpi da maglubiyeti haber alinca Meyyafarikîn'e hareket etmistir. Daha sonra o devrin meshur ve nüfuzlu âlimlerinden Ebû Cafer Muhammed Cemaleddin'i Gürcü kralina gönderip Sökmen'in esir düsen komutan ve askerlerini kurtardi. Kimsesiz fakir esirleri kurtarmak için de bes bin dinar fidye ödedi. Kral, Cemaleddin'in hatiri için bazi esirleri fidyesiz serbest birakti.
Gürcüler 557 (1162) yilinda da Kars'i alip Duvin'i istilâ ettiler. Çok sayida müslümani öldürüp cami ve evleri yaktiktan sonra Tiflis'e döndüler. Bir süre sonra da Gence'yi kusatarak müslümanlari kiliçtan geçirdiler. Duvin (Dovin)'deki hilâli indirip bir mollanin sirtinda Tiflis'e gönderdiler. Otuzbin müslümani esir aldilar. Ibnü'l-Esîr bu olayi söyle anlatiyor:
"Gürcüler bu yil (557) Saban ayinda (Temmuz-Agustos 1162) sayilari otuzbini bulan büyük bir ordu toplayarak Islâm ülkelerine girdiler. Azerbaycan'a bagli Duvin üzerine yürüyerek sehri zapt ve yagma ettiler. Duvin ve köylerinde onbin kisiyi öldürdüler. Kadin-erkek pek çok kisiyi esir aldilar. Kadinlari soyup çirilçiplak ve yalin ayak vaziyette götürdüler. Bu arada cami ve mescitleri de yaktilar. Gürcüler kendi ülkelerine varinca Gürcü kadinlari bile müslüman kadinlara yapilanlari yadirgadilar ve: "Müslümanlari, sizin onlarin kadinlarina yaptiginiz seylerin aynisini bize yapmaya mecbur ettiniz" dediler ve müslüman kadinlari giydirdiler".
Bu olay, Islâm dünyasinda büyük yanki uyandirdi. Azerbaycan, el-Cibal ve Isfahan'a hâkim olan Atabeg Ildeniz, Ahlat sahi Sökmen, Izzeddin Saltuk (Ibnü'l-Esîr Saltuk'dan bahsetmez), Meraga emîri Ibn Aksungur ve Irak Selçuklu sultani Arslansah ile diger Dogu Anadolu beyleri Nahcivan'dan Gence'ye geldiler. Ellibini askin mücahit dogruca Gürcü topraklarina saldirdilar. 558 yili Safer ayinda (Ocak-Subat 1163) Gürcü ülkesini yagma edip kadin, erkek ve çocuklari esir aldilar. Müslümanlarla Gürcüler arasindaki savas bir aydan fazla sürdü. Sonunda müslümanlar galip geldi ve çok sayida Gürcü öldürülüp esir alindi. Kralin ordugâhi ve agirliklari yagmalandi.
Ibnü'l-Esîr'e göre bu olay söyle gelismistir: "Gürcüler'den biri müslüman olmus ve Ildeniz'e: "Bana asker ver, bildigim bir yolu takip ederek Gürcüler hiç farkinda olmadan arkadan üzerlerine saldirayim" demisti. Ildeniz teminat aldiktan sonra onunla beraber bir askerî birlik gönderdi. Gürcüler'in yanina varacagi günü de tespit edip sözlestiler. O gün müslümanlar Gürcüler'le savasa girdiler. Tam savastiklari sirada, müslüman olan o Gürcü de Ildeniz'in askerleriyle varip tekbir sesleriyle arkadan Gürcüler'e saldirdi. Bunun üzerine Gürcüler maglup oldular... Gürcüler sayica fazlaliklarina güvenerek zaferden emindiler. Fakat Allah onlarin umutlarini bosa çikardi. Müslümanlar onlari takip edip üç gün üç gece boyunca esir almaya ve öldürmeye devam ettiler. Nihayet galip ve muzaffer olarak döndüler".
Türk beylerinin muzaffer bir sekilde döndükleri o günü bizzat yasayan tarihçi Ibnü'l-Ezrak el-Farikî de bu hâdiseyi söyle tasvir eder: "Ben bu vak'a günü Bitlis'teydim. Zafer müjdesi gelince Ahlat'a varmistim. Bu büyük günün serefine üçyüz sigir kesilerek fakirlere dagitildi ve bir müddet sonra da Sökmen Ahlat'a döndü. Kendisine görülmemis bir karsilama töreni yapildi. Sehir donatildi".
Anadolu Selçuklu sultani II. Kiliç Arslan da Izzeddin Saltuk'un kizina talip olmus ve gelin nikâhlari kiyildiktan sonra esyalariyla birlikte Erzurum'dan Konya'ya gitmek üzere yola çikarilmisti. Selçuklular'in düsmani olan Danismendli beyi Yagibasan bunu haber alinca, gelin alayina saldirmis, gelini yegeni ve Kayseri meliki olan Zünnun'a götürmüstü. Gelin, II. Kiliç Arslan'la nikâhli oldugu için Islâm hukukuna göre baskasiyla evlenmesi caiz degildi. Bundan dolayi Islâmiyetten irtidad ettikten ve yeniden müslüman olduktan sonra Zünnun ile evlendirildi. Bu agir tecavüz karsisinda öfkelenen II. Kiliç Arslan, Yagibasan üzerine yürüdüyse de maglup oldu (560/1164-1165). Bu olayin 1160 veya 1162 yillarinda vuku bulduguna dair muhtelif rivayetler vardir.
Izzeddin Saltuk, Receb 563 (Nisan 1168) tarihinde ölmüstür. Izzeddin, âdil ve merhametli bir hükümdardi. Hristiyanlara da iyi muamele ederdi. Bu sebeple onlarin da sevgi ve saygisini kazanmisti. Onun devrinde Erzurum'dan baska Bayburt, Micingerd, Avnik, Ispir ve Oltu gibi sehir ve kasabalar Saltuklu hâkimiyeti altina girmisti. Hattâ Kars bile bir müddet Saltuklu hâkimiyetine girmis ve Vezir Firûz, Kars kalesini tamir ettirmisti, Izzeddin Saltuk'a ait tarihsiz bir sikkeden onun Irak Selçuklu Sultani Mesud b. Muhammed Tapar'i metbû tanidigi anlasilmaktadir.
e) Nâsireddin Muhammed:
Izzeddin Saltuk'un 563 (1168) yilinda ölümünden sonra yerine geçen oglu Nâsireddin Muhammed hakkinda kaynaklarda yeterli bilgi yoktur. 585 (1189) tarihli bir sikkede Atabeg Ildeniz'in oglu Kizil Arslan ile Irak Selçuklu sultani Tugrul'u metbû tanidigi görülmektedir.
Nâsireddin Muhammed devrinde de Gürcüler Saltuklu iline saldirmaya devam ettiler. Kraliçe Tamara'nin kocasi David; Kars, Sürmeli ve Ispir'den sonra Erzurum üzerine yürüdü. Nâsireddin iki ogluyla beraber Gürcüler'le savasa girdi fakat, maglup olarak sehre kapanmak zorunda kaldi. Ertesi gün bütün sehir halki birlesip Erzurum'u canla basla savunmak için seferber oldular. David türk halkinin cesaretini ve ülkelerini savunma hususundaki azim ve kararliligini görünce, çevreyi yagmaladiktan sonra geri çekildi (1183-1184).
Erzurum Ulu Camii'ni yaptirmis olan Nâsireddin Muhammed, muhtemelen 587 (1191) tarihinden bir müddet önce ölmüstür.
Nâsireddin Muhammed'in oglu Muzaffereddin, rivayete göre Gürcü kraliçesi Tamara'ya âsik olmus ve onunla evlenebilmek için asker, köle ve hizmetçilerinden meydana gelen önemli bir maiyetiyle mücevherat, degerli kumaslar ve daha bir çok hediye ile Erzurum'dan Gürcistan'a gitmis ve orada muhtesem bir törenle karsilanarak sarayda misafir edilmistir. Sarayda Kraliçe Tamara ile ask hayati yasayan Muzaffereddin bir süre sonra ülkesine ugurlanmistir. Rivayete göre sik sik koca degistirmekle meshur olan Tamara David ile evlendikten sonra bu Saltuklu sehzadesini de kizi veya cariyelerinden biriyle evlendirmisti.
f) Mama Hatun:
Nâsireddin'den sonra Saltuklu tahtinda kizkardesi Mama Hatun'u görüyoruz. Kaynaklar 587 (1191) tarihinde Erzurum'a Mama Hatun'un hâkim oldugunu ifade ederler. Selahaddin Eyyubî'nin yegeni Takiyyüddin, Ahlatsah'i Begtimur'a ait olan Malazgirt kalesini kusatinca Selçuklu hükümdarlari gibi azametli ve ihtisamli olan Saltuklu melikesi Mama Hatun, Ahlat askeriyle akrabalari olan Saltuklular'in yardimina gitmisti. Muhasara uzun müddet devam etmis, fakat Takiyyüddin'in ölümü üzerine Eyyubîler hiçbir netice elde edemeden ayrilmislardir (587/1191).
Mama Hatun'un 597 (1200-1201) yilina kadar Erzurum'u yönettigi anlasilmaktadir. Çünkü söz konusu tarihte Eyyubî hükümdari Melik Adil'e haber gönderip meshur bir sahisla evlenmek istedigini bildirmisti. Melik Âdil de Nablus valisi Fâriseddin Meymûnü'l-Kasrî'ye haber gönderip Mama Hatun ile evlenmesini tavsiye etti. Fâriseddin Mama Hatun ile evlenmek için hazirlik yaptigi sirada onun Saltuklu tahtindan uzaklastirilip nezaret altina alindigini ögrendi ve dolayisiyla bu evlilik gerçeklesmedi. Güçlü ve ihtirasli bir kadin olan Mama Hatun, Tercan'da bir kervansaray ve türbe yaptirmistir.
g) Alaeddin Meliksah:
Mama Hatun'un Saltuklu tahtindan uzaklastirilmasi üzerine yerine yegeni Alaeddin Meliksah geçti (597/1200-1201). Bu dönemde Anadolu'daki diger beylikler gibi Saltuklular da Anadolu Selçuklu devletinin tehdidine maruz kalmislardi. Anadolu'nun fethinde, Rumlar ve Gürcüler'le yapilan savaslarda, Azerbaycan ve Türkistan'dan gelen göç ve ticaret yollarinin açik tutulmasinda önemli rol oynayan Saltuklu hanedani, son zamanlarinda Gürcü saldirilarina karsi mukavemet edemez olmustu. Azerbaycan atabegi Kizil Arslan (1191) ve Ahlat sahi Begtimur'un (1193) ölümlerinden sonra Gürcüler Kafkaslar'dan inerek Türk topraklarini isgal ve yagma etmeye, masum halki öldürmeye baslamislardi. Nitekim yukarida ifade ettigimiz gibi Nâsireddin Muhammed devrinde Erzurum'a kadar gelerek surlar disindaki halki esir etmeleri üzerine sehirlerini canla basla savunan Erzurumlular karsisinda geri çekilmislerdi. Daha sonra Kars üzerine yürüyerek sehri istilâ etmeleri, Türkler için çok büyük bir felâket oldu.
Bu sebeplerden dolayi Anadolu Selçuklu sultani Rükneddin Süleymansah, 598 (1202) tarihinde Gürcistan seferine çikti ve Dogu Anadolu'daki tâbi hükümdar ve beylere haber gönderip kendisine katilmalarini istedi. Bu arada Saltuklu hükümdari Alaeddin Meliksah'i da huzuruna çagirdi. O da sultani Erzurum yakinlarinda törenle ve tevazu ile karsiladi. Ibn Bîbî onun sultani karsilamada kusurlu davrandigini, geç kaldigini ve bu yüzden tevkif edildigini söylerken, diger kaynaklar baris müzakereleri sirasinda tevkif ve hapsedildigini ifade ederler. 2 Sevval 598 (25 Mayis 1202) tarihinde Erzurum'a varan Sultan Rükneddin, son Saltuklu hükümdarini hapsetti. Topraklarini da kardesi ve Elbistan meliki Mugiseddin Tugrulsah'a teslim ederek Saltuklu hanedanina son verdi.
2. Saltuklular'in Yikilisi
Erzurum'un Asagi Micingerd köyünde bulunan ve muhtemelen 630 tarihli bir kitabeden anlasildigina göre, Ebû Mansur adli Saltuklu beyi Selçuklular Saltuk ilini kendi topraklarina kattiktan sonra da Pasinler'i hâkimiyeti altinda tutmaya devam etmistir. Rivayete göre Meliksah'in ahfâdi Yavuz Sultan Selim devrine kadar Çemiskezek'de hüküm sürmüslerdir.
Saltuklu topraklari 1225 yilina kadar Mugîseddin Tugrulsah'in elinde kaldi. Onun ölümünden sonra yerine Rükneddin Cihansah geçti (1225-1230). Selçuklular 1243'de Kösedag savasinda agir bir maglubiyete ugramislarsa da Alaeddin Keykubad zamaninda Erzurum dahil Gürcistan'a kadar uzanan topraklar Türkiye Selçuklu Devleti'nin sinirlari içinde kabul edilmistir.
Saltuklu hanedani baslangiçta Büyük Selçuklu sultanlarina, sonra da sirasiyla Azerbaycan atabeglerine, Irak Selçuklulari'na ve nihayet Anadolu Selçuklulari'na tâbi olmuslardir.
Saltuklular zamaninda Erzurum da diger Anadolu sehirleri gibi iktisadî ve ticarî açidan oldukça müreffeh bir sehir idi. Bölge Akdeniz limanlarindan ve Suriye'den hareket edip Konya, Kayseri, Sivas ve Erzincan yoluyla Azerbaycan'a, Iran'a giden veya Türkistan'dan Erzurum'a gelip ayni yoldan Akdeniz veya Trabzon limanlarina giden büyük bir kervan yolunun güzergâhinda bulundugu için ticarî hayat çok canliydi. Ayrica sahip oldugu genis otlaklariyla zengin bir hayvancilik potansiyeline sahipti.
Saltuklular'dan zamanimiza intikal eden baslica mimarî eserler sunlardir: Kale Camii, Tepsi Minare, Ulu Cami. Bunlardan ilk ikisi Melik Gazi tarafindan; Ulu Cami de 575 (1179) yilinda Izzeddin Saltuk'un oglu Nâsireddin Muhammed tarafindan yaptirilmistir. Üç Kümbetler denilen türbelerden biri Izzeddin Saltuk'a ait olup türbenin yaninda bir de zaviye vardir. Ayrica Tercan'da Mama Hatun tarafindan yaptirilmis olan bir kervansaray ile bir de türbe mevcuttur. 630 (1232-1233) yilinda Ebû Mansur tarafindan yaptirilmis olan Micingerd kalesi de Saltuklular'a ait önemli eserlerden biridir.
Üzerinde yasadigimiz Anadolu, tarih boyunca çesitli kavimler tarafindan isgal edilmis ve bu yarimadada birçok devlet kurulmustur. Ancak bu devletlerin hiç birisi Anadolu'nun tarihi üzerinde Türkler kadar etkili olamamislardir. Türklerin Anadolu'yu fethederek Islâmlastirmalari ve burayi vatan yapmalari Türk ve dünya tarihinin en önemli olaylarindan biridir.
Büyük Selçuklu Devleti kurulmadan önce, Tugrul ve Çagri Bey'lerin idaresinde bulunan Türkmenler, Maveraünnehir'de Karahanli ve Gazneli devletlerinin siddetli baskilari altinda bulunuyorlardi. Bu kardesler kendilerine daha elverisli topraklar bulmak için bir kesif seferi yapmaya karar verdiler. Bu düsünce ile Çagri Bey, üçbin kisilik bir süvari kuvvetiyle batiya, Anadolu'ya dogru hareket etti. Çagri Bey'in 1015 yilinda baslattigi bu ilk kesif seferinden sonra Anadolu'ya yönelik Türk akinlari artarak devam etti. Selçuklular 1040 yilinda yapilan Dandanakan savasindan sonra bagimsiz bir devlet haline gelince, Anadolu gazalarina daha çok önem verdiler ve bu yarimadayi sistemli bir sekilde fethe basladilar.
Tugrul Bey zamaninda kalabalik Türkmen gruplari Van ve Erzurum'a kadar ilerlediler. Bu sirada bir baska Oguz grubu da Diyârbekir yönünde ilerleyerek Meyyafarikîn (Silvan), Mardin ve Cizre'ye kadar ulasti. Selçuklular 1046'da Gence'de ve 1048'de Hasankale'de Bizanslilari agir yenilgilere ugrattilar. Tugrul Bey 1054 yilinda Erzurum'a kadar ilerleyerek bu bölgeleri itaat altina aldi. Ayni yil Malazgirt kalesini de muhasara eden Tugrul Bey, kisin yaklasmasi üzerine buradan ayrilmak zorunda kaldi. Daha sonra burasini ele geçirdiler ve imparator Konstantinos Dukas'in gönderdigi Bizans kuvvetlerini bozguna ugrattilar.
Tugrul Bey'in ölümünden sonra Selçuklu sultani olan Alp Arslan, Anadolu'nun fethine daha çok önem verdi. Ani ve Kars'i fetheden Alp Arslan zamaninda Selçuklu emîrlerinden Gümüstegin, Afsin, Ahmetsah ve Salâr-i Horasan Malatya, Ergani, Ahlat, Siverek, Âmid (Diyârbekir), Meyyafa-rikîn (Silvan), Urfa, Adiyaman, Harran, Nizip ve Antakya taraflarina akinlar yaptilar.
Alp Arslan'in Bizans imparatoru Romenos Diogenes'in kalabalik ordusuna karsi kazandigi Malazgirt Savasi (26 Agustos 1071) ise, Anadolu'nun Türklesmesi ve Islâmlasmasinda bir dönüm noktasi oldu. Sultan Alp Arslan, Islâm aleminde büyük bir sevinç meydana getiren bu sefer ile Anadolu'nun kapilarini Türklere açmis oldu. Nitekim bu tarihten sonra akin akin Anadolu'ya gelen Türk gruplari burayi kendilerine ikinci anayurt yaptilar. Alp Arslan Malazgirt zaferinden sonra emîrlerini Anadolu'nun fethi için görevlendirdi. Malazgirt zaferini takiben Anadolu'nun büyük bir bölümü Türklerin eline geçti ve burada irili-ufakli birçok Türk devleti kurulmaya basladi.