İSTANBUL (İHA) - Hani birçoğumuz banyodan çıkar çıkmaz kulak temizleme çubuklarına saldırırız ya, bunun aslında ne kadar zararlı bir alışkanlık olduğunu biliyor musunuz? Uzmanlara göre, kulak kiri, kulağı korumakla görevli normal bir sıvı olarak kabul edilmeli ve temizlik işi kulağa bırakılmalı. Aksi takdirde, işitme kaybına varan çok önemli rahatsızlıklarla karşılaşılabilir.
Öncelikle, "kulak kiri" olarak bilinen salgının aslında ne olduğundan bahsedelim. Kulak; deriyle kaplı olan ve yağ bezleri içeren dış kulak yolu, işitmemizde önemli bir basamağı oluşturan çekiç, örs, üzengi kemikçiklerini içeren orta kulak ve sesin algılanıp beyne elektrik sinyalleri olarak iletilmesini sağlayan salyangozun yer aldığı iç kulak olmak üzere üç kısımdan oluşur.
Dış kulak yolundaki yağ bezleri tarafından üretilen ve deri döküntülerini de içeren kulak kiri, dış kulak derisini sudan ve iltihaptan koruyan, dış ortamdan gelen tozun ve diğer partiküllerin kulağın daha iç kısımlarına gitmesini önleyen bir tabaka oluşturan faydalı bir salgıdır. Serümen veya wax (mum) da denilen kulak kirinin içeriği ve miktarı kişiden kişiye değişir. Genellikle, ıslak ve kuru olmak üzere iki tip kulak kiri vardır. Kuru tip çoğunlukla Asya kıtasında yaşayanlarda görülürken, ıslak, yani yağ oranı fazla olan tip ise özellikle Batı Avrupa'dakilere özgüdür. Kulak kirinin az üretilmesi enfeksiyon riskini arttırırken, fazla üretilmesi ise tıkaç oluşumu ve buna bağlı işitme kaybı, tıkaç arasında biriken materyalin enfekte olması gibi riskler taşımaktadır.
Normalde kulak kiri, dış kulak yolu derisinde yer alan kıllar tarafından içeriden dışarıya doğru taşınarak vücut dışına atılmaktadır. Ancak, dış kulak yolu doğuştan dar olan veya geçirilen herhangi bir kaza ya da ameliyat sonrasında daralmış kişilerde bu işlem yavaşlamaktadır. Kulak temizleme çubukları ve benzeri cisimlerle kulak temizleme alışkanlığı olan kişilerde ise bu mekanizma bozulmakta ve kiri dışarı yönlendirememekte, böylece tıkaç oluşumuna yol açmaktadır. Tıkaç oluştuğunda; işitme kaybı, ağrı, anormal ses veya çınlama, yabancı cisim hissi, yüzme veya banyo sonrası kulakta tıkanıklık şikayetleri ortaya çıkmaktadır.
YANLIŞ TEMİZLEME YÖNTEMLERİ, RAHATSIZLIKLARA YOL AÇABİLİYOR
Kulak temizleme çubukları, saç tokası, tığ, araba anahtarı gibi cisimlerle kulaklarını temizlediklerini ifade eden hastalarla sık sık karşılaştıklarını vurgulayan kulak-burun-boğaz uzmanları, bu kişilerin aslında kiri içeri itip biriktirdiklerini, böylece tıkaç oluşumuna yol açtıklarını belirtiyor. Uzmanlar, dış kulak yolu derisini yırtıp kanatan bu kişilerin, yırtık bölgesinden giren bakteri ya da mantarların neden olduğu şiddetli ağrıyla kendini gösteren dış kulak yolu enfeksiyonlarına, kulak zarı yırtıklarına ve bunların yol açtıkları kronik orta kulak enfeksiyonlarına maruz kaldıklarını bildiriyor.
Peki kulak nasıl temizlenmeli? Kulak-burun-boğaz uzmanlarının verdikleri bilgiye göre, kulak kiri, kulağı korumakla görevli normal bir sıvı olarak kabul edilmeli ve temizlik işi kulağa bırakılmalı. Üzerine deri döküntüleri, toz ve partiküller yapışmış olan kir, zamanla kendiliğinden dışarı atılacaktır. Dış kulak yolu girişine gelen bu materyali, havlu kenarı veya küçük parmağınıza dolayacağınız bir parça pamukla alabilirsiniz.
Tozlu ortamlarda çalışanlar, kulak tıpaları kullanabilir ve böylece dış kulak yoluna toz kaçmasını önleyip kulağın işini hafifletebilirler. Eğer kulak zarınızın yırtık ya da delik olmadığından eminseniz, haftada bir kez banyo öncesi birkaç damla gliserin veya bebe yağını kulağınıza damlatmak da uygulanabilecek metotlardan biri. Damlatma işlemi gerçekleştirilen kulak üstte olacak şekilde bir süre yan yatıp, ardından altına havlu koyarak diğer tarafa yatarsanız, yumuşayan kulak kirinizin kendiliğinden dışarı aktığını görebilirsiniz.
Kulak temizleme çubukları, saç tokası, tığ, araba anahtarı ve benzeri cisimleri kullanarak kulağınızı temizlemeye çalışmamalı, temiz olmak isterken kulağınıza hasar verebileceğinizi unutmamalı ve tıkaç oluşumu ya da herhangi bir şikayet durumunda en kısa sürede bir kulak-burun-boğaz uzmanına başvurmalısınız.
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Semih Aydıntuğ, meme kanserinin Türkiye'de en sık görülen kanser türleri arasına girdiğini ve kanserli hasta sayısının arttığını söyledi.
Aydıntuğ, dünyada her 8-9 kadından birinde meme kanseri görüldüğünü belirterek, ''Meme kanseri kadınlarda ölüme neden olan kanserler arasında ikinci sırada. Hastalığın 40 yaşından sonra görülme sıklığı giderek artıyor'' dedi.
Hastalığın batı dünyasında görülme sıklığının yüksek olduğunu ve giderek arttığını, Çin, Kore ve Japonya'da ise ölüm hızının düşük olduğunu belirten Aydıntuğ, ''Türkiye'de de meme kanseri sıklığı giderek artıyor. Sağlık Bakanlığı verilerine göre Türkiye, Batı dünyasına benzer bir gidiş sergiliyor'' diye konuştu. Aydıntuğ, batı ülkelerinde sık görülmesinin yaşam tarzı, stres, yeme alışkanlığı ile alkol ve sigara tüketiminden kaynaklandığını söyledi.
Prof. Dr. Semih Aydıntuğ, bu hastalık için risk faktörlerini şöyle sıraladı:
''Birinci dereceden akrabaları arasında kanser hastasının bulunması, 40 yaşının üstünde olmak, ilk adete erken girmek, 35 yaşından önce doğum yapmamış olmak, emzirmemek, menopoza geç girmek, uzun süre östrojen hormonu almak.''
Meme kanserinde tanı konulması için ilk olarak fizik muayenenin ve görüntüleme yöntemlerinin önemli olduğunu vurgulayan Aydıntuğ, ''Tümör ne kadar küçük yakalanırsa yaşam şansı o kadar yüksek olur'' dedi.
Ergenlikle başlayan adet ağrıları, sonrasında gebelik ve doğum. Hemen her kadın yaşamı boyunca şiddetli ağrılara maruz kalıyor. Bu ağrı deneyimleri ise kadınların erkeklere oranla ağrıya daha dirençli olmalarını sağlıyor. Sanılanın aksine kadınlar ağrıya daha dayanıksız değil, onlar sadece sosyolojik rolleri gereği erkeklerden farklı olarak ağrılarını gizlemiyor.
Adet sancısı, gebelik ve doğum ağrısı başta olmak üzere her kadın yaşamı boyunca şiddetli ağrılarla karşı karşıya kalıyor. Kadına özel bu ağrıların dışında, karın, baş ve eklem ağrılarını da kadınlar erkeklerden daha fazla yaşıyor. Ağrı kişisel bir kavram. Her birey bu sözcüğün anlamını yaşamı boyunca edindiği deneyimlerle kavrıyor. Ancak her iki cinsiyette de farklı biyolojik, psikolojik ve sosyolojik faktörler değişik ağrı deneyimlerine neden oluyor.
Acıbadem Ağrı Tedavi Merkezi'nden Prof. Dr. Süleyman Özyalçın "Ağrı vücudun belirli bir bölgesinden kaynaklanan, bir doku hasarına bağlı olan veya olmayan, insanın geçmişteki deneyimleri ile ilgili hoş olmayan, duyusal bir histir" diye ağrıyı tanımlayarak şöyle devam ediyor: "Tekrarlayıcı ağrı yakınmaları bakımından kadın ve erkek cinsleri arasındaki farklılıklar ergenlik çağı döneminde başlar ve erken yetişkinlik döneminde sürer. Çocukluk çağında da cinsiyet farklılıklarına bağlı ağrı şikayetleri olabilir. Genellikle kız çocukları, ailenin ilk çocukları ve alt sosyo-ekonomik sınıfların çocuklarında ağrı yakınmaları daha fazladır ve bu psikolojik bir olaydır. Erkek çocuklar ise ağrı yakınmalarını daha iyi kontrol altına alırlar."
Kadınlar ve erkekler farklı ağrılar yaşıyor
Ağrı konusunda kadın ve erkek arasındaki farklıkların üç temel sebebi bulunuyor: Hormon ve organ farklılıkları, kültürel ve toplumsal rollerdeki farklılıklar ve adale farklılıkları.
Kadınların cinsiyet organları ve hormonal değişimleri farklı ağrı deneyimlerine yol açıyor. Kadınların çoğu adet ağrısı, yumurtlama ağrısı, gebelik ve doğum ağrısı gibi patolojik olmayan nedenlere ait ağrılar yaşıyor. Tüm genç kızların yaklaşık yüzde 50'si erken ergenlik döneminde adet ağrısı deneyimine sahip. Geç ergenlik döneminde ise bu oran yüzde 75'e ulaşıyor. Geç ergenlik ve erken yetişkinlik çağında ağrıların şiddeti daha da artıyor.
Değişen kadın erkek rollerinin ve yaşamdaki biçimlerinin ortaya çıkardığı durumlar da ağrı üzerinde çeşitli etkilere sahip. Örneğin bu yüzyılın başında, bel ağrılarının erkeklerde kadınlardan daha sık görüldüğü kabul edilirdi. Ancak endüstriyel toplumların hızlı gelişimi sonucunda kadının iş hayatına ve üretime giderek daha aktif katılması, bel ağrıları konusundaki kadın erkek farklılığını ortadan kaldırdı. Kadın adalelerinin daha zayıf, erkek adalelerinin ise daha güçlü olması ise bazı ağrıların kadınlarda daha fazla ya da daha sık görülmesine neden olabiliyor.
Kadınların ağrı deneyimi daha fazla
Biyolojik, psikolojik ve sosyolojik faktörler ağrının algılanması ve ağrılı duruma ilişkin davranışlardaki farklılıklarda da etkili bir rol oynuyor. Acıbadem Ağrı Tedavi Merkezi'nden Dr. Selçuk Dinçer bunu şöyle açıklıyor: "Beyindeki kimyasal, metabolik, fiziksel ve hormonsal değişiklikler; ağrı algılaması, iletimi ve duyarlılığı bakımından her iki cinste farklılığa yol açmaktadır. Deneysel araştırmalara ait bilgiler, biyolojik faktörlerdeki değişikliklerin kadınlarda baş ağrısı ve migren şikayetlerinin daha sık olmasına neden olduğunu düşündürmektedir. Psikolojik ve sosyolojik faktörler ağrının algılanması ve ağrılı duruma ilişkin davranışlardaki farklılıklarda etkilidir."
Kadın ve erkek arasında ağrının algılanması bakımından farklılıkların psikolojik ve sosyolojik açıdan iki önemli nedeni var: Birincisi kadın ve erkeğin yaşamları boyunca farklı ağrı deneyimlerine sahip olması, ikincisi ise kadın ve erkeğin toplumda kendilerinden beklenen farklı sosyal rollerinin olması. Cinsiyetle ilgili farklı sosyal beklentiler ağrıya tepkiyi de belirliyor.
Dolayısıyla ağrılar karşısında erkek ve kadın, aralarındaki farklı sosyal rol nedeniyle farklı tutum izliyor. Kadın ağrı duyduğunu rahatlıkla dile getirip doktora başvururken; erkek bu konuda kadına oranla daha çekingen ve kendini saklamaya meyilli oluyor. Bu, kadının toplumdaki rolüyle ilgili sosyo psikolojik bir farklılık. "Kadın, sosyal sorumlukları gereği ağrısının bir an önce geçmesi için tedavi yolu ararken; erkek, ağrısının olduğunu belirtmekten bile kaçınmaktadır" diyen Prof. Dr. Özyalçın, kadınların erkeklerden daha çok ağrı yaşadığı yanılgısının kaynağında kadınların ağrıyı daha çok dile getirmesinin yattığını söylüyor.
Kadınların ağrıya erkeklerden daha dayanıklı ve dirençli olduğunu söylemek de mümkün. Bunun bir nedeni, kadınlarda östrojen gibi bazı hormonların ağrıdan koruyucu özelliklere sahip olması. Yapılan araştırmalara göre kadınların, örneğin ameliyat sonrası ağrılarda daha az ağrı kesici kullandığı ortaya çıkmış. Ancak erkeklik hormonlarının da ağrı giderici etkileri olduğuna ilişkin araştırmalar da bulunmaktadır. Kadınların ağrıya daha dirençli olmalarının önemli bir nedeni de ağrı konusunda daha deneyimli ve daha hazır olmaları. Özellikle doğum yapmış kadınların doğum ağrısı deneyimi ve pek çok kadının adet ağrısı deneyimi kadınların erkeklere oranla ağrıya daha dirençli olmalarını sağlıyor.
Genel Kronik Ağrı Sıklığında Cinsiyet Farklılıkları
Başağrıları
Migrenin ergenlik döneminde kız çocuklarında erkek çocuklarına oranla daha sık görüldüğü belirlenmiş. Yaş arttıkça aradaki fark giderek azalıyor. Auralı migren (klasik migren) kadınlarda daha sık görülürken, aurasız migren (basit migren) erkeklerde daha sıktır. Ayrıca bazı migren tipleri kadınların hormonal dönemleriyle doğrudan ilişkili. Adetlerin başlangıcında hormonal değişimle birlikte migren atakları artıyor. Buna menstrüasyona bağlı migren adı veriliyor. Sadece adet döneminde migren ağrısı hisseden hastalar da bulunuyor.
Gerilim tipi başağrıları, çene ekleminden kaynaklanan ağrılar, oksipital nevralji, trigeminal nevralji gibi baş bölgesi ağrıları kadınlarda daha sık görülüyor. Bununla beraber küme başağrısına erkelerde daha sık rastlanıyor.
Bel ve kol bacak ağrıları
Bel ağrıları sıklığında kadın ve erkekler arasındaki ağrı sıklığı farkı, kadınların da aktif çalışma hayatına giderek daha fazla katılımı ile azalıyor. Tabi bunda kadınlar arasında sigara içiminde artış, hamilelik gibi etkenlerin de rolü var. Kadınlarda el bilek kanalı sıkışmasına, adalelere (piriformis sendromu, miyofasyal ağrı sendromu), toplardamar hastalıklarına (varis) bağlı ağrılara daha sık rastlanıyor. Erkeklerde ise daha çok atardamar yetmezliklerine bağlı ağrılar gözleniyor.
Ayrıca fibromiyalji sendromu, romatoid artrit, multipl skleroz, lupus eritamatozis, yemek borusu yangısı, intertistiyel sistit, kronik kabızlık gibi ağrılı seyreden rahatsızlıklar kadınlarda daha yaygın gözleniyor. Pankreas hastalığı, mide ülseri, zona ağrıları erkelerde kadınlardan daha çok görülüyor.
Kadınlara Özgü Ağrı Tipleri
Adet Ağrısı (Dismenore)
Adet ağrısı yumurtalığın yarattığı gerilimle ortaya çıkıyor. Adet ağrısı olan kadınların yüzde 33'ü orta şiddette, yüzde 32'si şiddetli ağrılı iken yüzde 14'ü dayanılmaz şiddette ağrıları olduğunu belirtiyor. Kadının sosyal hayatını, günlük aktivitelerini ve çalışma koşullarını oldukça olumsuz etkileyen adet ağrıları, çok şiddetli olduğu dönemlerde kadının iş hayatından tamamen uzaklaşmasına sebep olabiliyor.
Adet ağrılarının, birincil ve ikincil dismenore olmak üzere iki tipi var. Birincil dismenore kolik tarzında görülen bir ağrı ve genellikle hafif yaşanıyor. Yapısal bir bozukluktan kaynaklanmıyor. Hastanın günlük aktivitesini engellediği zaman ağır olarak nitelendiriliyor. Prof. Dr. Özyalçın, "Vakaların çoğunda, ağrı adetten yarım gün önce başlar bir günden az sürer" diyerek eşlik eden semptomları şöyle sıralıyor: "Birincil adet ağrılarında bulantı, kusma, ishal de olabilir. Bu tip adet ağrıları birkaç yıl içinde kendiliğinden kaybolabilir. Fakat 10 hastanın 8'inde ilk çocuğun doğumundan sonra kaybolur. İleri derece adet ağrıları birçok genç kızda ve kadında işten, okuldan ayrı kalmaya yol açabilir. Hafif ve orta bulgular analjeziklerle tedavi olur."
Birincil dismenore ağrısı genellikle tüm karın bölgesinde ya da simetrik olarak kasıkta gelişiyor. Sırta, alt belin üstüne, yanlarda ise bir ya da iki kalçaya yayılıyor. Tam mekanizması bilinmemekle birlikte, ağrının rahim kaslarındaki gerginlik artışına, normal adet gevşemesinin olmamasına, kan akımında geçici bir tıkanıklık olmasına bağlı olabileceğini söylemek mümkün. Bu durum artmış ya da ritmik olmayan, rahim kasındaki kasılmalara ve rahim duvarında sinir uçlarının duyarlılık artışına yol açıyor.
Adet dönemi ağrısı bir rahatsızlığın belirtisiyse ya da bir rahatsızlığın sonucunda ortaya çıkıyorsa, buna ikincil dismenore dendiğini belirten Dr. Dinçer ikincil dismenorenin, rahmin yerleşim posizyon bozuklukluklarından, gelişmeyle ilgili sorunlardan, ek hastalıkların çıkardığı sorunlardan ve bazı rahim kası urlarından kaynaklanabildiğini söylüyor.
Ters dönük rahime bağlı ağrı
Rahimin ters dönmesi, erişkin kadınların yüzde 15 ile 20'sinde görülüyor. Ağrı genellikle adet öncesi (premenstrüel) dönemde daha şiddetli olup, adetin birinci veya ikinci gününden sonra azalıyor. Rahimin ters dönmesi belirti vermezse tedaviye gerek duyulmuyor. Ancak ağrı şikayetleri oluşursa, rahim ağzına halka yerleştirilerek rahim yeniden şekillendiriliyor. Ağrı şikayeti tedavi sonrası kaybolursa yerleştirilen halka 6 ile 8 hafta bırakılıyor. Ağrı tekrar oluşmazsa halka çıkarılıyor ve gerekmedikçe başka tedavi uygulanmıyor.
Endometriozise bağlı ağrı
Rahim iç duvarını oluşturan hücrelerin, rahim iç bölgesi dışında vücudun başka bir yerinde ortaya çıkmasıyla oluşuyor. Özellikle yumurtlama dönemlerinde bu hücrelerin rahim içindeymiş gibi davranması sonucunda ortaya çıkan ağrılı sorunlardır. Rahim dokularının vücudun başka yerlerinde yapışmış olmasından ortaya çıkan bu ağrı, sadece adet günlerinde görülüyor. Çıktığı yere göre bulgu veriyor. Eğer rahim dokusu bacaktaysa bacak ağrıyor ya da kalçadaysa ağrı kalçada hissediliyor.
Yumurtalık kisti ağrısı
Yumurtalık kistlerine bağlı ağrı şikayetleri seyrek de olsa daha çok gençlerde görülüyor. Genelde doğum kontrol haplarıyla tedavi ediliyor. Kistin kaybolması ile birlikte ağrı şikayetleri de geçiyor. Kist oluşumunun sık tekrarı durumunda ise cerrahi girişim uygulanıyor. Prof. Dr. Özyalçın bu tip ağrılarla ilgili şunları söylüyor: "Yumurtalık kistleri, belirli hormonların aktif olduğu dönemlerde gerilir ve bu gerilimin artmasına bağlı yumurtalık ve kasıkta ağrılar hissedilir. Kistin bulunduğu yerlerde, kalçaya ve bele yayılan ağrılar şeklindedir. Bütün kistler ağrı yapmaz. Ağrı kistin durumuna ve büyüklüğüne göre değişir. Bazen kistler patlayarak akut ağrılı sorunlara yol açabilirler. Bu gibi durumlar hemen ameliyat gerektirebilir."
Belirgin patoloji olmaksızın gelişen kronik pelvik (kalça) ağrılar
Jinekolojik kaynaklı olan fakat herhangi bir nedenin bulunmadığı kronik ve tekrarlayan pelvik (kalça) ağrıları da kadınlarda sıkça görülüyor. Bu ağrı, kadın cinsel organlarının pelvik bölgede yerleşmiş olmasından kaynaklanıyor. Bazı vakalarda ağrının psikolojik kaynaklı olduğunu vurgulayan Dr. Selçuk Dinçer, "Psikiyatrik araştırmalar, çocukluk yaşta ya da daha ileri yaşlarda cinsel veya fiziksel tacize uğramış kadınlarda pelvik ağrıların arttığını gösteriyor. 2000 yılında yapılan bir araştırmaya göre ABD'de 9 milyon kişi bu ağrıyı yaşıyor. Bu vakaların yüzde 70'inin tanısı ise konulamamış. Tanı maliyetleri ise oldukça yüksek. En önemli belirtisi karnın alt bölgesi ve bel ağrısıdır. Ağrı şikayetleri adet öncesi dönemde daha şiddetli olup, adetin birinci, ikinci gününde şiddeti azalır. Tam olarak tanımlanmış başarılı bir medikal tedavisi yoktur. Hastanın yakınmalarına tatminkar bir açıklama bulunamasa da, bu şikayetlerin ciddi bir şekilde değerlendirilmesi gerekiyor. Doktorun, hastanın ailesi ve sosyal durumu hakkında bilgi edinmesi çok önemli. Psikolojik problemler, bu tip nörotik davranış biçimine eşlik edebileceği için tedavide bu durumun mutlaka göz önüne alınması gerekiyor" diye konuşuyor.
Psikolojik kaynaklı rektal perineal (kalça) ve cinsel organ ağrıları
Uzmanlar, psikolojik kaynaklı kalça ve cinsel organ ağrılarını genellikle tacizle ilişkilendiriyor. Bu ağrı tipine, şizofreni ya da majör depresyon bulguları eşlik edebiliyor.
Adet ortası ağrı (Mittelschemerz)
Mittelschemerz, iki adet ortasındaki yumurtlama döneminde gerilime bağlı olarak oluşan bir ağrı tipi. Daha çok 20-30 yaş arasındaki genç kadınlarda görülüyor. Ağrı birkaç saat ile bir iki gün arasında sürüyor. Ancak kimi zaman bu süre dört güne kadar çıkabiliyor.
Mittelschemerz, 20-30 dakika süren şiddetli ağrı ile başlayıp yavaş yavaş kayboluyor. Karnın alt bölgesinde, tek taraflı veya iki taraflı ağrı olarak ortaya çıkıyor. Belirli bir patolojik nedeni olmasa da, olgunlaşmakta olan yumurtanın tüp yada rahim kasında yaptığı kasılmaların yarattığı gerginlik artışı sonucunda oluştuğu biliniyor. Eğer ağrı şiddetli değilse tedavisi için basit ağrı kesiciler yeterli.
Tüberküloz salpenjit
Yumurtanın, yumurtalıktan rahime geçtiği kanalda tüberküloz oluşması dolayısıyla görülen ağrı. Gelişmiş ülkelerde oldukça seyrek görülse de az gelişmiş ülkelerde halen gözlemlenen bir sorun. En sık görülen belirtileri kısırlık, kalça ağrısı, genel durumda düşkünlük yani günlük aktivitelerin yerine getirilmemesi ve adet bozuklukları. Antitüberküloz ilaç tedavisi uygulanıyor. Tedavinin 18 ay ile 2 yıl arasında sürmesi gerekiyor. İlaç tedavisine rağmen ağrı ve kalça ile ilgili semptomlarda azalma olmuyorsa cerrahi müdahele gerekebiliyor.
Posterior Parametrit
Rahimin yanlarından çıkarak, rahimin pelvis içindeki yerinde kalmasını sağlayan bağlardan biri olan ligamentum latum denilen yapının içinde bulunan gevşek bağ dokusuna parametrium adı verilir. Parametriumda ortaya çıkan enfeksiyon, iltihapsız ödem (enflamasyon) durumlarında alt karında bazen de belde ağrı olabilir.
İSTANBUL (İHA)- Vücutta sıvı birikmesi olan ödem, Türkiye'de yaygın olarak karşılaşılan bir sorun. Göz kapaklarında, ellerde ve ayaklarda görülen şişme, genellikle ciddi bir hastalığın habercisi olan ödemin esas belirtisi.
Ödem, vücuda sürekli yeni su girişi olmadığı zamanlarda vücudun kendini koruma mekanizması olarak ortaya çıkıyor ve ilk alınan suyun bir kısmı vücudun belirli bölgelerinde toplanıyor. Bu da vücutta özellikle ayaklarda, bacaklarda ve ellerde şişliklerin oluşmasına neden oluyor. Ancak düzenli ve yeterli miktarda su girişi olduğunda vücut su toplama mekanizmasına ihtiyaç duymayacağı için ödem riski en aza iniyor.
Bu hastalığın yaygın olarak görüldüğü kişiler, dağ sporlarıyla ilgilenenler. Bunun nedeni yüksek irtifada su ve sodyum tutma mekanizması harekete geçen vücutta toplam sıvı miktarının artması. Bu durumda öncelikle fazla tuz alımından kaçınmak gerekli.
Böbrek, karaciğer ve kalp hastalıklarının yanı sıra, damar tıkanmaları ve hormonal hastalıklar vücutta ödem oluşmasına yol açabiliyor. Bu nedenle ödemli kişilerde öncelikle bu belirtilen hastalıkların olup olmadığının araştırılması gerekiyor. İdiyopatik ödemde ise vücutta su birikmesinin belirli bir nedeni bulunmuyor. Bu tür ödem genellikle orta yaşlı bayanlarda görülürken, gerginlik, fazla kilo, karbonhidrat tüketimi ve bol tuzlu diyet gibi nedenlerin yol açtığı düşünülüyor.
İdiyopatik ödem aslında korkulacak bir hastalık değil. Vücudundaki şişliklerden rahatsız olan hasta, kendisinde ciddi bir hastalık olduğunu düşündüğünden gerginlik yaşıyor.
TEDAVİNİN İLK ŞARTI TUZ KISITLAMASI
Ödem tedavisine başlamadan önce, ödeme yol açan hastalık araştırılarak, tedavi altta yatan hastalığa göre planlanıyor. Ödemli hastaların önemli bir kısmında tedavinin ilk şartı ise tuz kısıtlaması. İdrar söktürücü ilaçlar şişlikleri azaltabilir ancak bu ilaçlar kesinlikle doktor kontrolünde kullanılmalı.
Yemeklerde alınan ekstra tuz vücutta su tutulmasına neden olduğundan tedavi süresince yemeklere tuz eklenmemesi ve tuz tüketiminin mümkün olduğunca azaltılması gerekiyor.
Cilt yüzeyine yakın pek çok kılcal kan damarı, deri altına sürekli su ve protein sızdırır. Bu sıvının cilt altından toplanması ise lenf kanallarının görevi. Protein ve su, dokular arasında biriktiği takdirde erek ödem oluşmasına neden oluyor. Ödem, lenf kanallarının yetersiz olduğu durumlarda, lenf kanallarını tıkanması veya tahribatında veya farklı bir hastalık sonucu meydana gelebilir. "Lenfödem" ödem olarak adlandırılan bu rahatsızlık, genellikle bacaklar ve kollarda görülse de, bedenin herhangi bir bölgesinde de oluşabilir. Kol veya bacakta ödem oluşumu, sıkılık hissi, ağırlık ve ağrıdan dolayı çok rahatsız edecek boyutlara ulaşabilir. Yüzeysel dokudaysa halk arasında selülit olarak isimlendirilen infeksiyon oluşumuna neden olur. Rahatsızlık uzun sürede tedavi edilemezse, kol veya bacakta katılaşma ile hareketsizliğe yol açar.
Lenf kanallarında meydana gelen hasarın onarılamadığı durumlarda, lenf ödem sadece kontrol altına alınır. Tedavinin amacı lenf sıvısının akışını ve ödem oluşan bölgenin uzun süreli kontrolünü sağlamaktır. Bu amaçla gerçekleştirilen tedavi, cilt bakımı, elastik manşet ve çorap kullanımı, egzersiz ve masajdan oluşur. Tedavisi oldukça zaman alan rahatsızlık süresince yapılan uygulamalar, ödemin nedenini ortadan kaldırmadığı için ödem oluşumunun tekrarlanma ihtimali yüksek.
İLK YAPILMASI GEREKENLER
Tedavi süresince uzmanların tavsiyeleri doğrultusunda hareket etmek gerekiyor. Manşet ve kompres bandajları tüm gün kullanılıp ancak akşam yatarken çıkartılmalı. Öte yandan kol ve bacağınızı doğru pozisyonda tutmanız lenf akımına destek olur.
Lenf drenaj masajı ile lenf akımı desteklenir ve ödemle oluşan şişkinlik azaltılabilir. Son derece hafif, monoton, yavaş, ritmik ve cilt yüzeyine yapılan bu masajla lenf sıvısının akışı hızlandırılır ve şişkinlik en aza indirilerek, rahatlık sağlanır.
Lenf sıvısının akışında, egzersiz büyük önem taşıyor. Öte yandan, aşırı egzersiz kan hacmiyle birlikte lenf sıvısının çoğalmasına neden olur. Bu nedenle, doğru egzersizi yeterli miktarda yapmak, ödemden kaçınmanın temel yoludur. Günlük hafif egzersizler yaparak, kol veya bacağınızı normal kullanmanız fayda sağlar. En faydalı egzersizler ise yürüyüş ve bisiklet.
HAMİLELİK SIRASINDA ÖDEM
Hamilelik sırasında yüzde 40 oranında artan kan basıncı, dolaşım sisteminin normalden daha fazla çalışmasını gerektiriyor. Kan hacmindeki bu artış, dolaşımı yavaşlatabildiğinden, hamileliğin sonlarına doğru oluşan bir miktar şişkinlik normal sayılyor. Bu durumda bilekler ve ayaklar en çok şişen yerlerdir. Günde 8-10 bardak su içmek, sıvı dolaşımının hızlanmasına imkan sağladığından, vücudunuza iyi geliyor. Alınacak diğer önlem ise en az bir saat olmak üzere, günde iki kez bir tarafa doğru yatmak, ayakta ya da oturarak aynı pozisyonda yarım saatten fazla kalmamak.
Gün içinde kişinin birtakım egzersizler için kendisine zaman ayırması önemli. Örneğin kısa mesafeli yürüyüşler ve hatta sallanan sandalyede hafifçe sallanmanın bile yararı var. Yan yatmak da dolaşımı düzenleyeceğinden, şişmeyi önlemekte yardımcı. Hamilelik süresince alınan kilolar, dolaşım sistemine baskı uygular ve artan kan yoğunluğu damarların şişmesin pek çok kılcal kan damarıe neden oluyor. Hamileliğin son dönemlerinde sırtüstü yatmak, şişmeyi artırıp baş dönmelerine neden olabileceğinden, kaçınılması gerekiyor.
Vücutta ve ciltte ödem oluşmasını engellemenin en temel koşullarından biri, cilt sağlığına ve temizliğine önem vermekten geçiyor. Bunun için bulaşık - çamaşır yıkamada veya bahçe ile uğraşırken mutlaka eldiven kullanılması gerekiyor.
Cildini temiz tutmak, mutlaka her banyodan sonra ve gün içinde güçlü nemlendiren bir krem kullanmak ödem riskini azaltıyor. Ciltte oluşan sertleşme ve kalınlaşma durumlarında ise mutlaka uzmanların tavsiyesi ile daha etkili kremler kullanmak gerekebiliyor.
Bronş astması, bronşial astım, allerjik astım gibi isimler de alan hastalık genetik ve çevresel faktörlere bağlı olarak gelişen, solunum yollarının kronik inflamatuar bir hastalığıdır. Bronşial astım, inflamasyona bağlı olarak solunum yollarının kasılması ve buna bağlı olarak daralması ile karakterize olup, bu daralma geri dönüşümlüdür, akut atak geçtiği dönemde hava yolları eski durumuna dönmektedir. Ayrıca hava yollarında aşırı ve koyu salgılara bağlı olarak mukus tıkaç, tekrarlayan ataklar neticesinde hava yolu duvarlarında kalınlaşma da darlığı artırmakta ve nefes darlığı atakları şiddetlenmektedir.
Sıklık :
Ülkemizde astım görülme sıklığı erişkinlerde % 2-4, çocukluk çağında ise %5-8 arasında değişmektedir. Astım olgularının büyük çoğunluğu 10 yaşın altında ortaya çıkmakla birlikte her yaşta kendini gösterebilmektedir. Çocukluk çağında erkek cinsiyette daha fazla görülmektedir, erkek/kız oranı çocukluk çağında 3/1 olurken, gençlerde bu oran 1,3/1 değerlerine kadar düşmektedir. İleri yaşlarda ise aradaki fark ortadan kalkmakta ve daha sonra kadınlarda daha fazla görülmektedir.
Etkenler :
1. Genetik faktörler : Astım hastalığının bilinen en önemli risk faktörü atopi, yani allerjik bünyedir. Atopinin ortaya çıkmasında ise genetik faktörlerin önemli rolleri vardır. Kalıtımın % 40-60 vakada rol oynadığı tahmin edilmektedir. Astımlı hastaların çoğunun yakın akrabalarında astım ya da diğer allerjik hastalıklardan bir ya da birkaçının olduğu tespit edilmektedir, ancak bu tüm olgular için geçerli değildir. Bazı vakalarda kişi veya ailesi allerjik bir durum tarif etmemektedir. Astımlı bir annenin çocuğunda astım görülme sıklığı %20-30lara çıkarken, hem anne hem de baba astım ise bu oran % 60-70 değerlerine ulaşmaktadır.
2. Çevresel faktörler : Ev içinde ve dış ortamda atmosfer kirliliği ve allerjen yoğunluğunun artması astım sıklığının artışında önemli birer faktördürler. Genetik faktörlerden bağımsız olarak, yaşamın ilk bir yılında çevresel kaynaklı allerjenler ile yoğun temas astım gelişiminde ciddi ve önemli bir faktördür.
Dış allerjenler vücuda genellikle solunum yoluyla, nadiren sindirim yoluyla girerler. Solunum yolu ile vücuda alınan allerjenlerin başında ev tozu akarları gelir. Dermatophagoides farinae ve Dermatophagoides pteronyssinus isimli bu ev akarları ev tozları içinde yaşayan, gözle görülemeyecek kadar küçük canlılardır. Akarlar besinlerini insan deri döküntülerinden, sularını da insanların nefeslerindeki nemden sağlarlar. Nemli ortamda çok daha kolay ürerler. Akarların dışkıları, salgıları ve ölü dokuları allerjen özelliklere sahiptirler. Bu canlılar halı, kilim, yatak, yorgan, yastık kılıfı gibi ortamlarda çok daha kolay barınır ve ürerler.
Polenler dış ortamdan vücuda alınan diğer önemli allerjenlerdir. Yabani ot, çimen, ağaçlar gibi tüm bitkilerden kaynaklanan polenler vücuda solunum yolu ile alınarak astım atağına neden olabilirler. Polenlere bağlı astım mevsimlerle ilişkili olarak kendini gösterir ve çiçek açma dönemlerinde daha sıkça karşımıza çıkmaktadırlar.
Küf mantarları ise iç ve dış ortamda rutubetli yerlerde bulunurlar ve astımın risk faktörleri arasında yer alırlar. Ev içerisinde en çok banyo, çatı ve bodrum katları gibi nemli bölgelerde barınırlar.
Kedi, köpek, tavuk, güvercin, at gibi hayvanların tüyleri ve kılları da birer allerjendir ve yakın temastaki astımlı bireyler için önemli birer risk faktörüdürler.
Sindirim yolu ile vücuda alınan allejenlerin başında yumurta, süt, balık, kabuklu deniz hayvanları, çikolata gibi besin maddeleri ile her türlü tatlandırıcı, renklendirici ve koruyucu katkı maddeleri bulunan gıda maddeleri gelir. Besinlerle oluşan allerjik tablolar daha ziyade çocuklarda kendini göstermektedir.
Çok önemli bir risk faktörü de sigaradır. Sigara dumanında bulunan 4000e yakın gaz, duman ve partikül yapısındaki kimyasal maddeler astımın oluşumunda önemli rol oynarlar. Yapılan çalışmalarda gebeliği sırasında sigara içen annelerin bebeklerinin kanında allerjiye bağlı IgEnin yüksek bulunduğu ve bu bebeklerde allerjik hastalık riskinin yüksek olduğu gösterilmiştir. Ayrıca annesi sigara içen bebeklerde solunum yolu hastalıklarının ve astımın daha sık görüldüğü belirtilmektedir. Sigara içen ya da sigara içilen ortamda bulunan astımlı hastaların tedavisi de çok zor olmaktadır.
Hava kirliliği allerjenlere karşı kişinin daha duyarlı olmasını sağlar ve astımın ortaya çıkmasını kolaylaştırır. Çevre havasını kirleten endüstriyel maddeler ve gazlar, evde kullanılan sobalardan kaynaklanan dumanların yanı sıra parfüm, deodorant gibi kozmetik ürünler de astım gelişiminde risk faktörleridir.
Ani ısı değişiklikleri, soğuk hava gibi meteorolojik faktörler de astım gelişiminde rol oynamaktadır.
3. Solunum yolu enfeksiyonları : Çevresel faktörler arasında da sayabileceğimiz solunum yolu enfeksiyonları astım atağını tetiklemektedir. Bu enfeksiyonlar vakaların yaklaşık % 40ında etken olarak izlenmektedir.
Bebeklik çağında geçirilmiş olan Respiratuar sinsityal virus enfeksiyonlarının allerjik tablolar ve astımın ortaya çıkmasında rol oynayabileceğini gösteren bulgular olmasına karşın, viral solunum yolu enfeksiyonlarının astıma neden olduğu görüşü ispatlanmamıştır. Ancak bilinen bir gerçek, viral enfeksiyonlar solunum yolu iç duvarında harabiyete neden olmakta ve solunumla alınan allerjenler ya da diğer etkenlerin kolayca solunum yollarına ulaşmasına neden olmaktadır. Böylece allerjene karşı duyarlılık kolaylaşmaktadır.
Sigara içimi ve hava kirliliği enfeksiyonlara karşı direnci azaltarak viral solunum yolu enfeksiyonlarının oluşmasında ve astım ataklarında rol oynamaktadır.
4. Psikolojik faktörler : Vakalarının yaklaşık 1/3ünde sıkıntı, stres, korku, heyecan gibi psikolojik faktörler astım ataklarının ortaya çıkmasına neden olmaktadır.
5. Hormonal faktörler : Vakaların az bir kısmında hormonal sistemin rolü düşünülmektedir. Çocukluk çağında başlamış olan astım olguları ergenlik dönemi ile geçebilmektedir. Bunun aksine ergenlik dönemi ile başlayan astım olguları da vardır. Gebelik iki yönlü etki yapabilir, gebelikte bazen astım atakları daha ağır bir hal alabilir, ancak ikinci aydan itibaren ataklar hafifler ve seyrekleşir.
6. Diğer etkenler : Hamile kadınların beslenme bozuklukları anne karnındaki bebeklerin beslenmesinde bozulmaya neden olmaktadır. Bu tür anne rahminde beslenme bozukluğu olan bebeklerde doğum sonrasında gelişme gerilikleri gözlenebilmekte ve kanda allerji ile ilgili olan eozinofil protein X değerleri yüksek bulunabilmektedir. Bu bebeklerde doğum sonrası da olsa astım ve diğer allerjik hastalıkların daha sık görüldüğü varsayılmaktadır.
Aspirin, morfin gibi bazı ilaçlar da astım atağının başlamasına neden olabilmektedirler.
Şikayetler :
Hastaların en önemli yakınmaları nefes ve hışıltılı solunumdur. Olguların büyük çoğunluğunda nefes darlığı gece gelir. Nedeni de yastık, yorgan gibi malzemelerde bulunan ev tozu akarları, yün gibi allerjenlerin yoğun bir şekilde solunması ile akciğerlere ulaşmasıdır. Ayrıca geceleri vücutta gelişen hormonal ve sinirsel değişiklikler de gece nefes darlığı gelişiminden sorumlu olabilir.
Hastaların bazılarında tek ve ilk şikayet uzun süre devam eden kuru öksürük olabilir. Nedensiz olarak, ataklar şeklinde ortaya çıkan ve özellikle gece hastayı uykudan uyandıran kuru öksürükler astım hastalığını akla getirmelidir. Şiddetli öksürükten sonra hastalar bazen balgam çıkarabilirler ve balgam çıkardıktan sonra rahatladıklarını ifade ederler. Öksürük nöbeti sırasında bayılma görülebilir.
Bazı hastalarda nöbet sırasında ya da nöbet aralarında morarmalar fark edilebilir ve hava açlığının göstergesidir. Hastalar ayrıca karın şişkinliği, çarpıntı ve diğer allerjik belirtilerden (burun tıkanıklığı ya da akıntısı, gözde sulanma, kızarıklık veya kaşıntı vs) yakınabilirler.
Fizik Bulgular :
Astım atağı dışında gelen bir hastanın fizik muayenesinde genellikle herhangi bir bulguya rastlanmaz. Hastalığın başlangıç dönemlerinde ya da çok hafif seyrettiği durumlarda muayene bulguları çok zayıf olabilir.
Atak esnasında başvurmuş olan bir hastanın muayenesinde solunum sıkıntısı belirgin olarak izlenir. Atağın şiddetine göre yardımcı solunum kasları da faaliyete geçer. Hasta yatırıldığında solunum sıkıntısının arttığı izlenebilir.
Astım atağı ile gelmiş olan hastada hışıltılı solunum vardır ve akciğerleri dinlendiğinde ronküs denilen ve solunum havasının dar bir alandan geçmesine bağlı anormal sollunum sesleri duyulur. Çok şiddetli astım atağında muayene bulguları çok azalır ve solunum sesleri hiç duyulamayabilir.
Hastalarda ellerde, dudaklarda morarmalar izlenebilir, kalp atım sayısında artış tespit edilebilir. Ağır astım ataklarında tansiyon düşebileceği gibi, bazı ataklarda tansiyon yüksekliği de gelişebilir.
Tanı :
Astım bronşiale tanısı için hastanın hikayesi, muayene bulguları ve laboratuar testleri yol göstericidir. Tüm bunlara rağmen astım tanısına ulaşmak kolay olmayabilir.
Nefes darlığı, hışıltılı solunum ya da uzun süre devam eden kuru öksürük nedeniyle gelen hastanın fizik muayene bulgularının normal veya anormal olmasına bakılmaksızın laboratuar yöntemlerine başvurulmalıdır. Muayene bulguları astım lehine olan hastalarda tanıya ulaşmak daha kolaydır, ancak ataklar arasında gelmiş olan ya da muayene bulguları zayıf olan hastalarda tanı daha da güçleşmektedir.
Her hastaya akciğer grafisi çekilmelidir, unutulmamalıdır ki bazen iltihabi durumlarda ve diğer bazı akciğer hastalıklarında tablo astımı taklit edebilir. Astım bronşialede akciğer grafisi genellikle normaldir.
Astım tanısına destek amacıyla ve diğer hastalıklardan ayırıcı tanısında bazı kan tetkikleri istenebilir.
Astımın kesin tanısı solunum fonksiyon testi ile konulur. Akciğere giren ve çıkan hava miktarlarını ölçme esasına dayanan solunum fonksiyon testinde, astımlı hastalarda belirgin bozulmalar izlenebilir.
Solunum fonksiyon testleri geri dönüşümlü hava yolu daralmalarını gösterebilir. Salbutamol veya Terbutalin ile yapılan bronkodilatasyon testi yol göstericidir. 100 mcg Salbutamol ya da 500 mcg Terbutalin inhalasyon verildikten 10-15 dakika sonra tekrarlanan solunum fonksiyon testinde birinci saniyede dışarı verilen hava miktarında (FEV1), ilaçsız yapılan testteki değere oranla %12 ve/veya 200 ml üzerinde bir artış olması astım tanısını koydurur.
Bazı hastalarda bu erken reversibilite testi negatif çıkabilir. Bu durumda hasta steroid tedavisine alınır ve 2-6 haftalık tedavi sonrası solunum fonksiyon testi tekrarlanır. Geç reversibilite testi dediğimiz bu değerlendirmede FEV1de %12 veya üzeri bir artış olması astım tanısını teyit eder.
Solunum fonksiyon testi normal olan erişkinlerde ya da bu testi doğru başaramayan çocuklarda tanı için PEF izlemi yapılabilir. Burada hastadan sabah ve akşam saatlerinde ve şikayetlerinin olduğu dönemlerde PEF ölçümü yapması istenir. Günlük PEF değişkenliğinin %20 ve üzerinde olması anlamlıdır.
Tüm bunlara rağmen astım tanısı konulamayan vakalar da olabilir. Bu hastalarda bronş provokasyon testi uygulanması gerekmektedir. Bu testte solunum yollarına artan dozlarda solunum yolu ile Metakolin ya da Histamin maddeleri veya allerjik reaksiyona neden olduğu düşünülen madde verilir. Bu maddelerin verilmesinden sonra tekrarlanan solunum fonksiyon testinde FEV1 değerinde %20 ve üzeri azalma tespit edilirse bronş provokasyon testi pozitif denir ve astım tanısı koydurur.
Kişinin allerjik durumunun değerlendirilmesi için allerji testleri yapılmalıdır. Standart bir allerji testi için 10-15 arası allerjen kullanılması yeterlidir. O bölgeye uygun bitki polenleri, ev hayvanı antijenleri, ev tozu akarları ve küf mantarı allerjenleri testte kullanılır. Çocuk hastalarda kullanılan gıda allerjenlerinin, erişkinlerde kullanılmasına gerek yoktur. 5 yaş altı çocuk grubunda allerji testi uygulamaları anlamlı değildir.
Hastalara allerji deri testi yapılmasının asıl amacı, allerjik astımlıları ayırmak ve bu kişilerin duyarlı oldukları allerjenlerden uzaklaşmasını sağlamaktır. Etken allerjenden korunma tedavide birinci basamağı oluşturmaktadır. Ülkemizde en sık olarak ev tozu akarlarına karşı duyarlılık tespit edilmektedir.
Tedavi:
Tedavinin amacı, hastaya astım ile ilgili şikayetlerinin olmadığı ya da en az düzeyde şikayetin olduğu bir yaşam sağlamak olmalıdır. Hasta normal bir yaşam aktivitesi gösterebilecek düzeye gelebilmelidir.
Tedavide birinci basamak korunmadır. Kişi duyarlı olduğu allerjenlerden uzaklaşmalı, şikayetlerin başlamasına ve atakların ortaya çıkmasına neden olacak etken ve olaylardan sakınmalıdır.
Astım tedavisinde solunum yoluyla verilen ilaçlar öncelikle tercih edilmelidir. Solunum yolu ile ilaç kullanamayan hastalarda diğer tedavi yollarına (tablet, ampul vs.) başvurulmalıdır.
Astımın ilaçla tedavisinde birinci seçenek ilaç solunum yolu ile alınan steroidler olmalıdır. Uzun etkili beta-2 agonist ilaçlar, lökotrien reseptör antagonistleri, teofilin türevi ilaçlardan bir veya birkaçı tedaviye eklenebilir. Kısa etkili beta-2 agonist ilaçlar solunum sıkıntısı atakları sırasında kullanılabilir.
Hasta tedavisini hekim kontrolünde düzenli olarak kullanmalı ve kontrollerini aksatmamalıdır. Düzenli kontrollerde yapılan solunum fonksiyon testleri ile hastanın son durumu değerlendirilmeli ve tedavi planı yeniden oluşturulmalıdır.
Yeterli ve dengeli beslenebilmek için sebze ve meyve grubundan günde en az 3 porsiyon yemek gerekir.
Meyvelerin tanımı ve yapısı
Botanikte, bitkilerin olgunlaşmış çekirdekleri ile çekirdeğe yakın kısımlarına meyve denilmektedir. Taze meyveler; metabolik reaksiyonların sürdüğü canlı hücrelerden oluşmuştur. Bu hücreler besin ve su gereksinimlerini karşılayan bitkilerden kesilmelerine rağmen yaşar durumdadır. Meyvelerde hücreler pektik maddelerle birbirleine bağlanırlar. Hücre duvarının esas maddeleri selüloz, pektin, hemiselüloz ve lignindir. Petkin; ham meyvede protopetkin adı altında kalsiyum magnezyum tuzları ile birleşmiş olarak bulnur. Meyve olgunlaştıkça protopetkin pektine o da pektik aside dönüşür ve meyve gittikçe yumuşar.
Meyvelerin besin değeri
Meyveler günlük enerji ve protein gereksinimine çok az katkıda bulunurlar. Bu nedenle şişman kişilerin tatlı yerine sofralarında taze meyve bulundurmaları tavsiye edilir. Bunun yanında mineraller ve vitaminler yönünden zengindirler. Meyveler bulundurdukları vitamin çeşidi ve miktarı bakımından farklıdırlar. Genellikle turunçgiller, şeftali, çilek ve benzeri meyveler C vitamini, kayısı ise A vitamini için iyi kaynaktır. Diğer meyvelerdeki C vitamini miktarı daha az olmakla beraber taze olarak yenildiklerinde C vitamini gereksiniminin karşılanmasına yardımcıdırlar. Herhangi bir meyve çeşidinin kapsadığı C vitamini miktarı iklime ve diğer yetiştirme koşullarına göre değişmektedir. Ambalajlama ve saklama yöntemleri de meyvelerdeki C vitamini miktarını etkiler.
Meyvelerin besin değerinin yanı sıra iştah üzerinde de olumlu etkileri vardır. Meyvelerin lezzeti, bileşimlerindeki asit ve şekerden ileri gelmektedir. Meyveler olgunlaştıkça bulundurdukları asit miktarı azalmakta, şeker miktarı ise artmaktadır. Şekerin verdiği tadın asitle birleşmesi sonucu hoş bir lezzet oluşmaktadır. Meyvelerin bileşiminde bulunan selüloz, bağırsak faaliyetlerini düzenler. Genellikle kabuklu meyveler, kayısı, erik, üzüm, incir ile bunlardan yapılan marmalet ve reçeller bağırsak hareketlerini artırdığından kabızlıktan şikayeti olanlara tavsiye edilir. Ekşi elma ve şeftali ise ishali olan kimselere iyi gelir.
Kadının iş hayatının her alanında yerini aldığı modern dünyada 'çocuk da yaparım kariyer de' anlayışı kabul görürken, tıptaki gelişmeler de buna imkan tanıyor. Ancak menopoz sonrası çok geç yaşlarda ve yardımcı üreme teknikleriyle hamileliğin etiği sorgulanıyor. AB ülkeleri olayın yasallığına ilişkin görüş birliğine varmış değil.
1993 yılı sonlarında 59 yaşındaki bir İngiliz kadın, başarılı kariyer ve geç evlilikten sonra, Roma'daki bir klinikte yardımcı üreme teknikleriyle ikiz çocuk sahibi olmuş ve menopoz sonrası gebelik ve annelik süreci böylece başlamış oldu. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Deontoloji Bölümü'nden Doç. Dr. Nüket Örnek Büken'in konuya ilişkin araştırması, menopoz sonrası hamilelikle ilgili dünyada ve Türkiye'deki uygulamaları ele alıyor.
İngiltere'deki doğum olayının hemen ardından 62 yaşındaki bir İtalyan kadının bir erkek bebek dünyaya getirdiğini belirten Doç. Dr. Büken, 50 yaş üzerindeki 31 gebelikte yapılan bir çalışmanın sonuçlarının 50; hatta 60 yaşlarında hamile kalıp bebek doğurma ihtimalinin kadınlar açısından hayal olmadığını gösterdiğini bildiriyor.
Bu vakıaların önce deneysel bir tedavi olarak uygulanmaya başlanıp sonra da tüm IVF klinikleri ve etik kurullarda tartışmaları başlattığını kaydeden Büken, uygulamanın ilk yapıldığı İngiltere'de IVF-ET (İnvitro Fertilizasyon- Embriyo Transferi'nin (Tüpte dölleme ve oluşan embriyoyu anne rahmine yerleştirme) uygulanacağı yaş sınırını belirleyen bir yasa olmadığını belirtiyor. Büken, "Ancak gelenekler dikkate alındığında genel olarak 45 yaşın üzerindeki kadınların IVF Tedavisi alamadıkları görülmektedir. Roma'da yapılan bu uygulamanın İngiltere'de yapılamıyor olması aynı topluluğun birer parçası olan Avrupa Birliği ülkelerinde fikir birliği oluşmadığını da ortaya koymaktadır" diyor.
KADIN YETERLİ OLMALI
Kadınların çocuklarını ancak normal doğal ortamlarında yetiştirmek için yeterli güç ve fiziksel duruma sahip olmaları halinde çocuk doğurmaları gerektiği konusundaki tartışmaların farklı yönlere çekilebileceğine vurgu yapan Büken, "Nitekim fiziksel bozukluğu olan kadınların çocuk doğurmasını sakıncalı bulan, mental bozukluğu olan kadınların yetersiz anneler olacakları öngörüsüyle sterilizasyonunu uygun gören görüşler ve uygulamalar mevcuttur. Böylesi durumlarda annenin çocuk bakımında temel sorumluluğu aldığı görüşüyle bu sorumluluğun toplumun ortak sorumluluğu olması gerektiğini savunan görüşler çatışma halindedir" ifadelerini kullanıyor.
İleri yaş anneliği konusunda rekor ise, 66 yaşında doğum yaparak 'dünyanın en yaşlı annesi' unvanını alan ve 'bebeği 13 yaşına geldiğinde o 80'inde olacak' şeklindeki tüm olumsuz tepkilere kulaklarını tıkayan Romanyalı Adriana Iliescu'nun. Rum Ortodoks Kilisesi tarafından bencillikle suçlanan Iliescu tüm bu eleştirilere şöyle yanıt vermişti:
"İtiraf ediyorum ki bazen bunu neden yaptığımı ben de anlamıyorum. Ama her insanın hayatta bir görevi vardır. Belki benimki de her kadının doğurabileceğini göstermekti. Bu çocuk doğduysa Tanrı'nın izniyle doğdu. Geleceği hiç düşünmediğim suçlaması haksızlık. Kimse gelecekte ne olacağını bilemez."
Emekli profesör ve çocuk kitapları yazarı Iliescu'nun 66 yaşında doğum yapması üzerine, Romanya Sağlık Bakanlığı, yaşı geçkin kadınlara kısırlık tedavisi uygulamasını yasaklamak üzere harekete geçmişti.
ÇOCUK DA YAPARIM, KARİYER DE
Fransa örneğine de değinen Büken, Haziran 1994'de bu ülkede post-menapozal fertilite tedavisinin biyoetik komite kararıyla, yaşlı annelerin karşı karşıya oldukları sağlık riskleri öne sürülerek ve 'çocuk tüketilen bir mal değildir ve olmamalıdır' denilerek yasaklandığını kaydediyor. Ancak Avrupa ülkelerinin çoğunda var olan bu yasaklara rağmen 'çocuk da yaparım kariyer de' diyerek anne olma yaşını uzatan kadınların sayısının önümüzdeki yıllar içinde hızla artacağını savunan Büken, "Kadınların çocuklarını ancak normal doğal ortamlarında yetiştirmek için yeterli güç ve fiziksel duruma sahip olmaları halinde çocuk doğurmaları gerektiğini savunan görüşler bu duruma karşı çıkmaktadırlar. Feminist gruplar ise olaya ayrımcılık açısından bakmakta. Toplum erkeklerin her yaşta çocuk sahibi olma fikrini benimserken, kadınlara aynı olanakların sunulmamasının açık bir ayrımcılık olacağını savunmaktadırlar" diyor.
Büken, Avrupa Kadın Lobisi ve Kadın Organizasyonları Komitesi'nin aldığı kararı şu şekilde bildiriyor:
"Kadınlar ne zaman ve ne şekilde çocuk sahibi olacaklarına karar vermede bilimsel ilerlemelerin izin verdiği ölçüde tamamen özgür olmalıdırlar, hiçbir yaş sınırı olmamalıdır."
Ayrıca yaşlı kadınların fertilite tedavisi almasını yasaklayan görüş erkeklerin, kadın vücudunu ve içgüdüsel olarak korktukları kadın reprodüktif sistemini kontrol etmek için tıp bilimini alet ettikleri modası artık çoktan geçmiş bir görüş olarak değerlendiriliyor.
ÇOCUK ISMARLAMAK ETİK Mİ?
'Acaba çocuk ısmarlamak, Avrupa Biyoetik Sözleşmesi'nin temel dayanaklarından olan insan değerini hiçe saymak, renk ve cins seçimi yapmak, parası olanın IVF-ET tedavisini satın alması ne derece etiktir?' sorusunun eninde sonunda ortaya çıkacağını ifade eden Büken, konuyla ilgili farklı ülkelerin yaklaşımlarını şöyle özetliyor:
"Alman ve Norveçliler 'embiriyo seçiminin' yapıldığı her durumda öngörülebilen tehlikelerin varlığı nedeniyle kadınların sadece kendi ovaryumlarından alınan yumurtalarla IVF-ET işlemine tabi tutulmasını savunmakta ve uygulamaktadırlar. Fransa'da Haziran 1994'de postmenapozal fertilite tedavisi Biyoetik Komite kararıyla yasaklanmıştır. Sağlık Bakanı Philipp Douste Blazy İtalya'daki vakalar karşısında bir hekim ve bir bakan olarak çok şaşırdığını ve bu uygulamanın tümüyle karşısında olduğunu beyan etmiştir. Yaşlı annelerin karşı karşıya oldukları sağlık risklerinden ve aynı tehlikelerin bebek için de var olabileceğinden hareketle 'gebelik ne kadar geç olursa handikapları da o kadar büyük olur' demiştir. Bu görüş İtalyan Sağlık Bakanı tarafından da desteklenmiş ve bakan, 'Çocuk tüketilen bir mal değildir, artık öyle bir noktaya gelindi ki, insanlar bebeklerinin rengini, cinsiyetini, genetik özelliklerini seçebiliyor ve ona her yaşta sahip olabiliyorlar' diyerek yaşlı kadınları İtalya'ya çeken bu tip uygulamaların durdurulmasını istemiştir. Temmuz 1994'de İngiliz Tıp Birliği'nin kongresinde yaşlı kadınların fertilite tedavisi almasını reddeden teklif geri çevrilmiştir. Bu teklif eski moda, ayrımcı ve insanlıktan uzak olarak değerlendirilmiştir. Katılımcıların bir bölümü yaşlı kadınların çocuğu büyütebilecek emosyonel ve fiziksel dayanıklılığa sahip olamayacağını ve çocuğun gençlik döneminde gereksinimlerini anlayabilmek için bu annelerin çok yaşlı olacağını savunmuşlardır. Ancak Birliğin etik komite başkanı kongrenin kararını 'geniş çaplı tedaviyi reddetmek yerine, bireysel durumlar hakkında tek tek karar vermek' olarak açıklar."
VELAYET SORUNU
Yardımcı üreme tekniklerinin ortaya koyduğu önemli sorunlardan birisinin de velayet sorunu olduğuna dikkat çeken Büken, çocuğun kanuni ebeveynlerin tam olarak genetik çocuğu olmadığını vurguluyor.
İngiltere'de 1990 yılında kabul edilen İnsan Fertilizasyon ve Embriyoloji Kanunu'nun 27. maddesinin 'Embriyonun veya sperm ve yumurtaların yerleştirilmesi sonucunda çocuğu taşıyan veya taşımış olan kadına çocuğun annesi olarak davranılmalıdır' dediğini belirten Doç. Dr. Büken, "Yani yumurta bağışlama durumunda anne çocuğu doğurandır. Yumurta vericiliğini ve postmenapozal anneliği tümüyle reddetmek yerine uygulamanın ticari bir pazar olmaması için baştan kısıtlayıcı hükümlerle, toplumsal yarara yönelik kararların alınması uygun olacaktır. Genel hükümler yerine her bir vakanın kendi özgül koşullarıyla değerlendirilmesi karar verilirken daha uygun olacaktır" diyor.
Ülkemizde Üremeye Yardımcı Tedavi Merkezleri (ÜYTM) Yönetmeliği (8 Temmuz 2005 tarih ve 25869 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan şekliyle) gereğince döllenme karı-koca arasında (kendi ovum ve spermi) ile olur. Yani sadece homolog döllenme yapılabilmektedir.
Yumurta dondurma veya yumurta vericiliği yasal değildir. Resmi kurumlarda yapılması ve sosyal güvenlik kurumlarının maliyeti karşılaması açısından ise yaş sınırlaması 35'tir.
araclar:
- 3 adet yumurta
- 12 yemek kaşığı Sana zeytinyağlı margarin
- 12 yemek kaşığı şeker
- 12 yemek şaığı un
- 1 paket kabartma tozu
- 1 paket vanilya
- 1 tat kaşığı tarçın
- 1 adet elma
- 1 adet havuç
- ½ su bardağı iri çekilmiş ceviz
- 1 adet portakal kabuğu rendesi
yapılışı:
1. Derin bir kaseye yumurtaları kırıp içine şekeri ve portakal kabuğu rendesini ilave edip, şeker yumurtanın içinde eriyinceye kadar mikser yardımıyla çırpın.
2. Şeker eridikten sonra içine oda sıcaklığında yumuşattığınız Sana zeytinyağlı margarini ilave edip karıştırmaya devam edin.
3. Bir süzgeç yardımıyla eleyerek unu, kabartma tozunu, vanilyayı ve tarçını ilave edip karıştırın.
4. En son olarak içine rendelediğiniz elmayı, havucu ve çekilmiş cevizi ilave edip tahta bir kaşık ile karıştırın.
5. Kek harcını Sana ile yağladığınız kek kalıbına döküp, üzerini düzelttikten sonra önceden 185 derecede ısıttığınız fırında 35-40 dakika pişirin.
6. Pişen oniki kaşık kekini kalıbında soğuttuktan sonra krem şanti veya vanilyalı dondurma ile servis edin.
Eskiler, içinden ağlamak geldiği halde gözyaşlarını tutmaya çalışan gençlere ağlamalarını tavsiye eder, "Ağlarsan açılırsın, rahatlarsın" derlerdi. Günümüzde tıp uzmanları da ağlamanın fiziksel ve ruhsal sağlığımız açsından çok yararlı olduğunu belirtiyorlar.
Ağladığımız zaman, vücudumuzdaki stres hormonları gözyaşlarıyla vücuttan uzaklaşır ve biraz sonra rahatladığımızı hissederiz. Gözyaşları, bünyenin güvenlik subaplarıdır. İçinizde sakladığınız duygular birike birike bir gün patlama noktasına gelir. İşte o zaman ağlayabilirseniz, emniyet subapları yani gözyaşları sizi ağır bunalımlardan kurtarır.
Sağlıklı yaşamak için her şeyden önce ruh sağlığınızı düzene sokmalısınız. Duyguları bastırmak, ilerde büyük sorunlarla karşılaşmanıza neden olacaktır. Bu nedenle içinizden geldiğinde kimseden çekinmeden ağlayın.
WASHİNGTON - Bazı balıklarda ve sebzelerde bulunan Omega 3 adlı yağ asidinin, kalp-damar hastalıklarından korumakla birlikte kansere karşı koruyucu etkisi olmadığı bildirildi.
Amerikan Tıp Derneği'nin (JAMA) yayın organında çıkan makaleye göre, 1966 ile 2005 yılları arasında Omega 3 konusunda yayınlanmış 38 incelemeyi tahlil eden uzmanlar, yağ asidinin kanserden koruyucu etkisi olmadığına hükmetti.
Araştırma sonunda rapor hazırlayan Catherine MacLean, ''Omega 3 yağları, özellikle kalp-damar hastalıkları riskini azaltma bakımından yararlı sonuçlar sağlıyor ama bizim tespitimize göre, Omega 3'ün kanseri önleme konusunda böyle bir özelliği yok'' dedi.
Omega 3'ün kanser riskini hem azalttığına hem de artırdığına dair bazı incelemelerin yayınlanmış olduğunu hatırlatan MacLean, ''Oysa biz kanser riskiyle Omega 3 arasında bağlantı olmadığını gösteren çok sayıda inceleme bulunduğunu gördük ve kanserle yağ asitleri arasında sebep-sonuç ilişkisi olmadığına hükmettik'' ifadesini kullandı.
3 yumurta
1brdk yag
1brdk seker
1pkt kabartma tozu
1pkt vanalin
yeti kadar un iste 3 brdk un
1brdk herhangibi findik ezmesi
Ust icin puding her tur olabilir cikolata vesaire
ve 1brdk findik ezmesi ustu icin susleme olarak
yapılışı:
pasta malzemelerin hepsini ekleyin guzelcene bir karistiriniz tam kivamina gelene kadar kalibinizi yaglayin hafifce ve kaliba dokunuz 200 derece veya 4/5/6 dereceye koyun ve 25 - 30 dakika pisiriniz. Pastanin sogumasini bekleyin 20 daka kadar siz ozaman puddingi hazirlayiniz onuda 5 dakika sogumaya birakin pastanizi kaliptan cikartin ve tepsinin uzerine koyarak ustune puddingi dokun bunu yaptiktan sonra guzelcene ustunu findiklari serpeyeliniz ve donmaya birakin.
Servis Önerileri:
pudingin daha koyu olmasi icin 1pkt 4 bardak ekleyin diyorsa 1 bardak eksiltin ve 3 bardak dokunuz daha iyi donmasi icin
Besin Değerleri ve Ek Bilgiler:
Kalori: 100 kalo
Dietetic Fiber: yok
Vitamin B: cok
Karbonhidrat: 100
Kolestrol: 100
Vitamin B12 : var
Toplam Yağ: 100
Sodyum : 100
Vitamin D: var
Doymamış Yağ : 50
Vitamin A : cok
Vitamin E : var
Hamuru İçin:
1,5 su bardağı su
1,5 su bardağı un
250 gram tereyağ
1 tutam tuz
6 tane yumurta
İç Kreması için:
10 yemek kaşığı un
12 yemek kaşığı toz şeker
1 yumurta sarısı
50 gram tereyağ
1 litre süt
Sos için:
10 yemek kaşığı un
12 yemek kaşığı toz şeker
250 gram kakao
50 gram tereyağ
3 kaşık sarella
1 paket çikolata sosu
1,5 litre süt
yapılışı:
Hamurun yapılışı:
Tuz, su, tereyağını kaynatıp unu ekle.2-3 dakika hamuru pişir.Sonra ılımaya bırak.Ilıdıktan sonra birer birer yumurtaları kır, yoğur; sıvı bir hamur haline getir.Sıkma tobasına doldurup tepsiye aralıklarla sık. 60 derecelik fırında 1,30 dakika pişir.
İç krema:
Un ve tozşekeri karıştır. Sütle karıştır.Yumurtanın sarısını ekleyip pişir.Sonra yağı katıp 15 dakika pişirdikten sonra soğumaya bırak.Soğuduktan sonra krema sıkacağının içine doldurup; tek tek hamurlara doldur.
Sosu:
Yağ hariç bütün malzemeyi karıştırıp pişir.Sonra yağı katıp kısık ateşte 5 dakika daha pişir. Soğutup hazırlamış olduğumuz pirefoterollerin üzerlerine döküp servis yap.
Servis Önerileri:
2 saat dinlendikten sonra servis yapın.
Püf Noktaları (İnce Ayrıntılar):
İsteğe bağlı olarak süsleyebilirsiniz.
Besin Değerleri ve Ek Bilgiler:
Kalori 1000 kal Dietetic Fiber belirtilmemiş Vitamin B belirtilmemiş
Karbonhidrat belirtilmemiş Kolestrol belirtilmemiş Vitamin B12 belirtilmemiş
Toplam Yağ belirtilmemiş Sodyum belirtilmemiş Vitamin D belirtilmemiş
Doymamış Yağ belirtilmemiş Vitamin A belirtilmemiş Vitamin E belirtilmemiş
Saç Kepeklenmesi
Saç diplerinde kepeklenmeler, televizyon reklamlarından tanıdığımız Neşe Hanım'da olduğu gibi pek çok insanda doğal yapının bir parçası olarak, değişik oranlarda bulunabilir. Bu kepekler, ince un kepeği görünüşündedir, yapışık olmadıkları için de kolayca dökülür, saçılırlar. Kimin kepekli, kimin kepeksiz olması gerektiğine nasıl karar verildiği veya başka bir deyişle olayın nedeni belli değildir. Kişisel yatkınlığın üzerine bazı bakteriler ve özellikle de mantarlar suçlanır. İlişki kesin ispatlanamamış olmakla birlikte tedavide mantar ilaçları sıklıkla iyi etki yaparlar. Bazen psikolojik gerginlikler, başın kapalı kalması veya basit tahrişler de arttırıcı etki yapabilir. Şampuan, saç kremi, jöle, briyantin vb. kozmetik ürünlerin özel bir arttırıcı etkisi yoktur. Saçlar yıkandıktan sonra iyi durulamamak da kepek nedeni değildir. Bu tip kepeklenmenin koyu renk elbiseler üzerindeki pasaklı görünümü dışında bir zararı yoktur. Kesin ve köklü olarak tedavi edilemese de özel kepek şampuanları ve losyonları ile uzun süre kepeksiz kalınması sağlanabilir. Bu ilaçlar, çok uzun süre kullanılırlarsa etkinlikleri azalabilir. Bu nedenle Deri Hastalıkları Uzmanınızın önereceği zamanlarda değiştirilmeleri yararlı olacaktır.
Bunun dışında, saç diplerinde kepeklenme ile kendini gösteren çok sayıda hastalık vardır ve basit kepeklenme ile de karışabilirler. Saç diplerindeki deri, bu bölgeyi tutan hastalıkların çoğunda diğer belirtilere ek olarak kepek oluşumu da yapar. Bu grupta mantar hastalıkları, diğer bazı mikropların neden olduğu kaşıntılı, kepekli durumlar, egzemalar, sedef hastalığı, seboreik dermatit (Türkçe adı yok malesef), hatta bitlenme dahi sayılabilir. İyi ve ilgili bir deri hastalıkları uzmanı görünüşte birbirine benzeyen bu hastalıklar arasından doğru tanıyı seçip uygun tedaviyi ayarlayacaktır.
bakın sarıkaya şifalı kaplıcaları var sizleri beklerim güzel yani.şifalı adamı iyileştiriyor yani doktor tasdiğide var.tasdiklenmiş bir yer burası.yozgata 71km uzak türkiyenin ortasında kücük bir yer burası.yani iyileşmek isteyen varsa bekliyorum sizi ben gezdiririm banyoya götürürüm hersey benden