sulfato

sulfato

Üye
06.09.2005
Çavuş
1.756
Hakkında

  • Bağdat'ı kıtlık kırıp geçiriyordu. Herkesten önce de hamallar açlık çekiyordu. İçinde ekmek piştiği, sokağa kadar yayılan kokudan belli olan bir evin kapısından seslendi hamalın biri:
    - Allah rızası için birazcık ekmek. Günlerdir lokma girmedi ağzımdan.
    Tandırın başındaki kadın taze ekmekleri kızına uzattı. "Ver şu adama" dedi. Kızcağız ekmekleri güzelce katlayıp verdi aç hamala.
    Hamalın sevincine sınır yoktu. Evine doğru hızlandı. Kim bilir kaç günlük açlığını giderecekti? Tam bu sırada karşıdan gelen birinin sert ikazı durdurdu onu:
    - Çabuk söyle, bu ekmeği hangi evden aldın?
    Geriye bakıp eliyle işaret etti:
    - İşte şu evden.
    Adam kızgın şekilde salladı başını:
    - Yanılmamışım, böyle zamanda başka kimin evinden alınabilir ekmek? diyerek eve doğru ilerledi.
    Kapıyı açar açmaz da sordu:
    - Kim verdi ekmeği hamala?
    Hanım korkudan kızını gösterdi. Güya kızına acır, bir şey yapmaz diye düşünmüştü. Halbuki adamın şükürsüzlük ve cimrilik içine işlemişti. Elindeki sopayı hızla havaya kaldırdı, kızının ekmek veren eline öyle bir indirdi ki bilek zedelenip burkuldu, el çarpık kaldı. Söyleniyordu kendi kendine:
    - Ben herkese ekmek versem bu evde ekmek kalır mı? diye.
    Halbuki nimet şükür isterdi. Şükürsüzlük nimetin gitmesine sebepti. Nitekim bu şükürsüzlüğün akibeti de öyle olacaktı. Olmaya başladı bile. Kısa zamanda işleri bozuldu, çarşının en işlek yerindeki dükkanını satması da onun bozulan işlerini. Bir ara o hale geldi ki, evine ekmek alamaz duruma bile düştü. Nitekim bir akşam eve gelmiş, kızcağızına da acı sözü söylemişti;
    - Artık benden ümidinizi kesin. Çünkü bu akşam ekmek alacak kadar da olsa elime para geçmedi. Çarşıya in, ekmek parası iste.
    Kızcağız çarşıya inmiş, utana sıkıla sattıkları dükkanın karşısına geçerek bir tanıdık görürüm diye beklemeye başlamıştı. Kendisini gören dükkandaki adam hemen yanına gelerek:
    - Sen masum birine benziyorsun, ne bekliyorsun burada? diye sormuştu. O da anlatmıştı gerçek durumu:
    - Ekmek alacak paramız kalmadı, bir tanıdıktan ekmek parası istemek üzere bekliyorum burada.
    Hemen elini cebine attı adam. Hatırı sayılır bir miktar parayı uzatarak "Al" dedi. "Bununla istediğin kadar ekmek alabilirsin. Ben de nimetin şükrünü eda etmiş olurum böylece."
    Kızcağız elinin birini arkasına saklamış, ötekiyle parayı alırken adamın dikkatin çekti bu saklayış;
    - Elinde bir yara bere varsa tedavi ettireyim, niçin saklıyorsun? Allah bana nimet verdi, şükrünü eda etmek için iyilik yapmam gerek, dedi.
    Kızcağız önce açıklamak istememişse de adamın ısrarı üzerine anlattı elinin durumunu:
    - Ben bir yoksula ekmek vermiştim. Babam yolda rastlayıp sormuş, o da evi gösterip 'İşte oradan aldım' demiş, bizi haber vermiş. Babam eve gelince elindeki sopayla ekmek veren elime öylesine bir darbe indirdi ki, elim böylece çarpık kaldı. Göstermekten utanır oldum. Bu yüzden de evde kaldım.
    Bu açıklamayı dinleyen adam bağırmaya başlar:
    - Komşular! Çabuk buraya gelin, ben hayalimdeki altın kalpli kızı buldum, hayat arkadaşım işte karşımda, siz de şahit olun... diyerek başlar anlatmaya:
    - Ekmeği isteyen fakir bendim. Ben o gün üç bir hamaldım. Demek ki elinin çarpık kalmasına ben sebep olmuşum. Hem sebep olayım hem de seni bu halinle baş başa bırakayım. Buna Allah razı olmaz. Seni görünce içimden bir sevgi selinin koptuğunu anladım, bana ekmek veren kıza ne kadar da benziyor diye düşünmüştüm. Yanılmamışım. Baban şükürsüzlük ettiğinden Allah onun dükkanını elinden alıp bana nasip eyledi. Şimdi ise imtihan sırası bana geldi, ben de aynı şükürsüzlüğe düşmek istemem. Haydi gel, nikahımızı yaptırıp birlikte babanı sıkıntıdan kurtaralım.
    Yola koyulurlar, ekmek veren eli sakatlayan şükürsüz babaya doğru...
    "Şükrederseniz çoğaltırım, etmezseniz elinizden alır şükredene veririm. Şükürsüze de azabım şiddetli olur..." (Kur'an-ı Kerim, 14/7)
#05.11.2005 12:28 0 0 0
  • Medar-ı İftiharımız tarafından tavsiye edilen, her yönüyle mahiyetimizi bildiren ve hatırlatan en güzel iki isimden birisi: Abdullah...
    Bu güzel ve tatlı ismin kahramanlarından layıkıyla müsemması: Abdullah bin Huzâfe es-Sehmî.
    Allah Rasûlü'nü (a.s.m.) görenlerden...
    Sahâbî...
    Hz. Ömer (r.a.) devrinde müslüman arkadaşlarıyla birlikte Bizans'a esir düşer.
    Kendisine İslâm'ı bırakıp hıristiyanlığı kabul etmesi teklifi yapılır.
    O; böyle bir dönekliği kesinlikle reddeder.
    Tâgiye (İmparator), İslâm dininden dönüp hıristiyanlığı kabul etmezse bakır kazana atıp cayır cayır yakacağını söyler.
    O; yine dönmeye yanaşmaz.
    İmparator emreder. Kazan getirilir. İçine zeytinyağı doldurulur. Altı yakılır ve diğer esir müslümanlardan birisi getirilir. Dönme teklifi yapılır. Müslüman dönmeyince kaynayan kazana atılır. Ve atılır atılmaz eti kemiğinden soyulur.
    Abdullah'a aynı teklif:
    "Dininden dön. Hıristiyanlığı kabul et. Yoksa sen de arkadaşın gibi olacaksın."
    O, yine "Hayır" der.
    Kazana atılması emredilir. Götürülürken hıçkırıklarını tutumaz, ağlar.
    İmparator onun böyle ağladığını görence; "Onu getirin" der.
    Hz. Abdullah geriye gelir gelmez tarihin sine-i tekriminde emanet olarak kalacak, meleklere parmak ısırtacak, Rahmet'i çoşturacak şu sözleri söyler:
    "Zannetme ki bana revâ gördüğüne ağlıyorum. Hayır. Lâkin şu anda benim Allah yolunda feda olacak ancak bir tek ruhum var. Ne kadar isterdim saçlarım sayısınca ruhlarım olsaydı da hepsine musallat olsaydın ve ben de hepsini seve seve Allah için feda etseydim."
    Tâgiye; bu iman, aşk ve şevk karşısında küçük dilini yutar. Görüp duydukları hoşuna gider. Ve bir bahaneyle onu hürriyetine kavuşturmak ister:
    "-Benim başımı öp. Seni serbest bırakacağım."
    "-Hayır"
    "-Dininden dön. Seni kızımla evlendirip mülkümde ortak yapacağım."
    "-Hayır. Hayır"
    "-Başımı öp. Seninle beraber seksen esir müslümanı serbest bırakacağım."
    "-İşte şimdi oldu."
    Başını öper gibi olur ve seksen arkadaşıyla beraber Medine'ye dönerler. Halife Hz. Ömer (r.a.)di.
    Böyle günlerin adamı Ömer... Mukaddesata saygılı Ömer... Yapılması gerekeni zamanında yapan Ömer... Taşı gediğine koyan Ömer...
    Hz. Abdullah'ın bu türlü sebatı, şecaati ve kendisi için değil, seksen müslümanın hürriyeti için bu ağır fedakarlığa katlanışı çoktan duymuştur.
    Onların Medine'ye ayak bastıklarını duyunca ileri gelen bütün müslümanları toplar. Gelen nurlu ve çilekeş kafileyi karşılar. Bağırlarına basarlar. Hz. Ömer (r.a.) arkadaşlarına şöyle der:
    "-Şimdi kalkacak ve herkes Abdullah'ın başını öpecek. Çünkü o baş, müslümanların hürriyetleri için bir tagiyenin başını öptü."
    Başta kendisi ve bütün müslümanlar o mübarek başı öperler.
    İşte İslâm'ın temelleri böyle atıldı ve yükseldi.
    İşte hakiki din olan İslâm'ın mensubları böylesine kefere ve fecereyi kâle almadılar. Metelik vermediler.
    Bir insan için herşey olan ruhlarını bile verirken, verdiklerini azımsadılar. Buna da fedakarlık mı denilir diye adeta yaptıklarını gizlemeye çalıştılar.
    Ve işte böylesine de diğergamdılar. Kendi menfaatini başkasının zararında değil, başkalarının menfaatini kendi zararında buldular, gördüler...
    Hem kendileri, hem de davaları yükseldi...
    Ben de müslümanım, ben de Abdullah'ım diyen neslimin bu duygularla dolup taşmasını Yüce Dergah'tan dilenirken beni de bu şerefli zümrenin bir ferdi kılmasını niyâz ederim.
#05.11.2005 12:24 0 0 0
  • Konu: Konak
    Belh Sultanı İbrahim b. Ethem, sarayında ayak divanını toplar. Vezirleri, alimler, kumandanları, tebaası hazırdır. Divanın iç yüzünü savunurken, dışını berbat eden dervişler hakkında konuşulmakta, Sultan, o kum yığınları arasında altın parçalarının da bulunduğuna inanmaktadır. Bir ara kalabalıktan birisi konuşmaya başlar. Her sözü ile sultanın yüreğini deşmektedir. Yaklaşır. İbrahim Ethem:
    - Sen kimsin?... İşin gücün ne?... Gözüm pek tutmadı seni?... der.
    - Ben işsiz, güçsüz, evsiz, barksız biriyim, der adam. Rast geldiğim yere konarım, şimdi sana konuk olmaya geldim.
    İbrahim Ethem sinirlenir, han işletmediğini, orasının konak olmadığını söyler. Adam:
    - Burası han değil mi?... diye sorar.
    - Burası İbrahim Ethem'in sarayı...
    - Senden önce kim vardı burada?...
    - Babam...
    - Ya ondan önce, ondan önce?...
    - Babam, babalarım...
    - Birinin konup gittiği, öbürünün gelip konduğu yer han değil de nedir?...
    İbrahim Ethem donar kalır.

    * * *

    İnsan dünyayı bir uğrak yeri bilip, yığınağını, hazırladığını asıl kalacağı diyar için yapmalıdır. Dünyanın en akılsız adamıdır ki, tedarik ettiği şeyleri yollara bıraksın, gideceği yere götürmesin... Epiktetos'un dediği gibi insan, karar verirken ölümü iki kaşı arasında düşünürse isabetli karar vermiş olur.
#05.11.2005 12:22 1 0 0
  • İlk zamanlarda lanetlik şeytan insanlar arasında öz çehresiyle serbestçe dolaşabiliyordu.
    Bir gün gerçek mü'minlerden biri yanına yaklaşarak şeytanı denemek istedi. Mü'min, "Ey Şeytan, ben seni çok seviyorum. Aynı senin gibi olmak için ne yapmak gerek? Bana söyler misin?" diye söze girişti. Lanetlik şeytan bir av yakaladığından emin söze başladı. Önce, "Hayret!" dedi. "Bugüne kadar benim gibi olmak isteyen bir kişiyle karşılaşmamıştım. Sen nasıl istiyorsun bunu? Ne mutlu sana! Seni candan tebrik ederim."
    Sonra da kendisi gibi olabilmenin yolunu şöyle gösterdi:
    "İlk işin namazı terk etmek olacak. Sonra da eğriye, doğruya boyuna yemin edeceksin."
    Bütün bunları can kulağıyla dinlemiş görünen mü'min ortaya atılarak, "Ey Şeytan!" dedi. "Ben Allah'a namazımı terk etmeyeceğim, asla dilimi yemine alıştırmayacağım diye erkek sözü verdim. Sözümden beni kimse caydıramaz."
    Birden oltaya düşürülerek kandırma ve avlama usulleri meydana çıkarılmak istendiğini anlayan Şeytan başına kaynamış su dökülmüş gibi şaşırıp kaldı. Bunun üzerine lanetlik şeytan:
    "Şimdiye kadar senden başka kimse beni tuzağa düşürüp de insanları nasıl kandırıp avladığımın usullerini öğrenememiştir. Fakat bundan böyle öz çehremle insanlar arasında dolaşmıyacağım ve hiç kimseye de kandırma metodlarını (usulllerini) açık etmeyeceğim." diye and içti.
#05.11.2005 12:20 0 0 0
  • Kendine güven geldikten sonra hocasının ders halkasından ayrılıp şahsen ders vermeye başlayan Ebû Yusuf'a hocası İmam-ı Azam, henüz ayrılma seviyesine yükselmediğini anlatmak için, hazırladığı şu sualleri biri vasıtası ile sordurur:
    - Namaza farzla mı başlanır, yoksa sünnetle mi?
    Düşünen Ebu Yusuf:
    - Farzla, der.
    - Hayır, bilemedin!
    - Öyle ise sünnetle!
    - Oda değil. Yine bilemedin!
    - Peki, ne ile başlanır öyleyse? Hazırlanmış suâl sahibi, şöyle açıklık getirir:
    - Hem farz, hem de sünnetle!
    Çünkü, der, elleri kulak yumuşağına kaldırmak sünnet, iftitah tekbirini almak ise farzdır!
    İkinci suâli de şöyle sorar.
    - Açık havada et pişiren birinin kazanına uçan kuş düşse bu et yenir mi?
    - Yenir, der Ebu Yusuf. Adam:
    - Hayır bilemedin.
    - Öyle ise yenmez... Adam:
    - Hayır, yine bilemedin, der.
    - Nedir öyle ise?
    Adam şöyle açıklık getirir:
    - Kazandaki et piştikten sonra düşmüşse, suyunu çekmiş et üç defa yıkanır, bundan sonra yenir. Et, suyunu çekmeden düşmüşse, ne et yenir, ne de kazandaki su temiz sayılır.
    Üçüncü suâlini de şöyle sorar:
    - Bir Müslüman'ın, Hıristiyan hanımı hamile iken ölürse, hangi kabristana gömülür?
    Ebû Yusuf:
    - Hıristiyan kabristanına, der. Adam:
    - Hayır, bilemedin, der.
    - Öyle ise Müslüman kabristanına. Adam:
    - Yine bilemedin, der. Ve şöyle açıklar durumu:
    - Yahudi kabristanına gömülür. Çünkü, gayrimüslim ananın sırtı kıbleye gelsin ki karnındaki Müslüman çocuğun yüzü kıbleye yönelmiş olsun!..
    Düşünmeye başlayan Ebu Yusuf, kendi başına kurduğu ders halkasını hemen bozar ve okuttuğu talebelerle birlikte İmam-ı Azam'ın ders halkasına tekrar iltihak eder.
    Muhtemeldir ki, halifelerin başkadısı Ebu Yusuf, şu meşhur sözünü böyle olaylardan sonra söylemiştir
    - İlim öyle bir şeydir ki. sen ona tümünü vermedikçe o sana yarısını vermez! Yahut:
    - İlim öyle bir şeydir ki, sen ona tümünü vermedikçe, onun yarısını alamazsın!
    Anlaşılan Ebû Yusuf olmak da kolay olmamış... Sen; meselene tümünü vereceksin ki, onun yarısını almış, olasın...
#05.11.2005 12:19 0 0 0
  • Eskilerden biri akşam yemeğini sarayda yemek üzere halifenin davetlisiydi. Hızlı hızlı saraya doğru giderken önüne biri çıktı. Önüne çıkan adama kim olduğunu sordu. Adam:
    - Ben yolcuyum. Buranın yabancısıyım. Aç ve yorgunum, dedi. O da:
    - Ben halifenin davetlisiyim. Gel beraber gidelim, dediyse de misafir:
    - Benim halife ile ne işim olacak. Senin bana vereceğin bir tas çorban varsa ver, yoksa bırak, deyince fazla ilgilenmeyip saraya doğru yöneldi.
    Davetten sonra dönüşte baktı ki, adam bir kenara kıvrılmış uyuyor. Uyandırmak istemedi ve "Sabah uyanacağı vakitte gelir ve karnını doyururum" diye düşündü, evine gitti, yattı ve uyudu.
    O gece bir rüya gördü. Kendisi bir çöldeydi. Yüzünden ışıklar saçılan büyük bir kalabalık ve o kalabalığın önünde de daha nurlu bir zat bulunuyordu.
    Bunların kimler olduğunu sordu. Kendisine:
    - Bunlar 124 bin Peygamberdir. En önde olan da son Peygamber Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.v.) dır, dediler.
    Hemen Peygamberimiz'in elini öpmek istediyse de, Peygamberimiz elini vermedi. Ve buyurdu ki:
    - Biz, sevdiklerimizden bir tas çorbayı esirgeyenlere elimizi vermeyiz.
    Uyanır uyanmaz hemen akşamki yabancıyı bulmak için koştu. O, henüz kalkmış ve yola koyulmuştu. Geri çevirmeye uğraştı ve "Ne olur bir tas çorbamı iç" diye yalvardı. Yabancı adam ısrarlara rağmen kabul etmedi ve şöyle dedi.
    - Senin bir tas çorba vermen için illâ da 124 bin Peygamberi seferber mi etmek lâzım? O güçte olmayanlar ne yapacaklar?
    Bundan sonra o zat rastladığı hiç bir misafire yemek ikram etmeden göndermezdi. Hatta kendisine misafir olup yemeğini yemesi için yalvarırdı.
#05.11.2005 12:17 0 0 0
  • Konu: Rum Elçisi
    Rum elçisi, Medine-i Münevvere'ye siyasi bir görüşme için gelir. Halife Hz. Ömer'in sarayını sorar. Sorduğu kimseler:
    "Halife'nin köşkü yoktur. Onun parlak bir gönül sarayı vardır. Kendisinin dünyaya aid yalnız, fakirlerin ve gariblerin barındığı gibi bir kulübesi vardır." derler.
    Rum elçisinin bu sözler üzerine dehşeti ve hayreti artar. Yükünü, atını, hediyelerini başıboş bırakır. Hz. Ömer Farûk' aramaya koyulur. Her tarafta Halife'yi sorar. Hayretle kendi kendine:
    "Demek dünyada böyle bir hükümdar var ki, aynı rûh gibi, etrafın nazarından gizli kalıyor!..." diye mırıldanır Halife'ye ram olmak için, O'nu aramaya devam eder...
    Bir Arap kadın:
    "İşte senin aradığın Halife, şu hurma ağacının altındadır! Herkes yatakta, döşekte yatarken; O, bunların zıddı olan kumların üzerindedir! Git de, hurma ağacının gölgesinde yatan zıll-i ilahi'yi (Hakk'ın gölgesini) gör!..." der.
    Uyumakta olan Hz. Ömer'den elçiye heybet ve ruhuna hoş bir hal gelir. Elçi, muhabbet ve heybet, birbirinin zıddı iki haslet olduğu halde, bu tezadın kendi ruhunda nasıl birleştiğine hayret eder. Kendi kendine;
    "Ben imparator görmüş ve onların nezdinde takdir toplamış bir kimseyim! Onlarda hiçbir heybet görmediğim halde, bu kişinin heybet ve muhabbeti şuûrumu izale etti."
    "Bu Halife, silahsız, müdafaasız yerde yatıyor ve uyuyor. Ben ise, karşısında bütün bedenim ile titriyorum! Bu hal nedir? Bu hal neyin nesidir? Demek ki bu heybet, Hakk'ındır. Şu aba giyen kimsenin değildir!.." der.
    Rum elçisi, böyle ruhi ihtilaçlar (çalkantılar) yaşarken, Hz. Ömer (ra) uykudan uyanır. Rum elçisi, Hz. Ömer'e ta'zim ile selam verir. Halife selam mukabele eder. Ondan sonra yüreği oynamış elçiyi can sarayına alır; huzura kavuşturur. Virane olmuş gönlünü tamir eder. Ona, ince, derin, esrarlı sözler söyler.
    Elçi, hal ve makam müşahede eder.
    Hz. Ömer'e ağyâr (yabancı) suretinde gelen elçi, yar olur. Bu sohbetin neşvesiyle kendinden geçer. Hatırında ne elçilik, ne de bir haber verip almak kalır...
#05.11.2005 12:16 0 0 0
  • Adamın biri her gece çocuğuyla yatar. Bir gece bakar ki çocuğu bir sağa, bir sola dönmekte ve bir türlü gözlerini yumup da uyuyamamaktadır. Hasta mıdır, yoksa bir sıkıntısı mı var diye merak eden baba, "Ne oldu yavrum, yoksa hasta mısın?" diye sorar. Çocukda, "Babacığım!.." der. "Yarın günlerden perşembe. Öğretmen imtihan edecek. Çalıştım imtihanımın başarılı geçeceğine inanıyorum, fakat yine de bir hata yaparım da öğretmenim beni döver veyahut da kendisini kızdırırım diye korkuyorum. Onun için de sıkıldığımdan gözlerime bir türlü uyku girmiyor. İmtihan bu. Kolay değil."
    Küçücük çocuğun bu şekilde manalı ve yerinde konuşması adamı birden bire aptallaştırıverir. Daha bu yaşta bir çocuğun yarını düşünmesi ve imtihandan bu derece korkması ne demek? İşte bu düşünçe kendisini büsbütün çileden çıkarır ve hüngür hüngür ağlamaya başlar. Bir sabi yarını düşünerek ve korkarak imtihanına hazırlanırda; bizler niye hazırlanmayız, bizler niye korkmayız? Hem de bizim imtihanımız Kıyamet günü yüce Allah'ın huzurunda Mahkeme-i Kübra'da olacak, diyen düşünceler içinde saçını başını yolmaya koyulur. O sırada, "Birgün dağları yerinden sökeriz de yeri dümdüz olmuş görürsünüz. Sonra da hiçbirini bırakmaksızın insanları toplarız. Saf saf Rabbine arz edildiklerinde onlara; And olsun ki, sizi önce nasıl yarattıysak, huzurumuza da öylece getiririz. Kıyamet kopup da huzurumuza çıkarak hesaba çekilmeyeceğinizi mi sandınız?" diyen Allah kelamını hatırlar.
    Bundan sonra artık adam kendini Allah'a ibadete adıyarak bütün zamanını ahiret imtihanına hazırlamakla geçirir.
#05.11.2005 12:14 2 0 0
  • Sırrı Sakati Kuddise Sırruh Hazretleri esnaftı. Onun dükkanının bulunduğu çarşıda yangın çıkmıştı. Halk yangın yerine koşuyor, hangi dükkanın yanıp yanmadığına bakıyorlardı. Sırrı Sakatî Hazretleri, yangın yerinden gelen bir adama,
    - Benim dükkan da yanmış mı? diye sordu. Adam:
    - Hayır, bütün dükkanlar yanmış ama seninkine birşey olmamış, deyince, Sırrı Sakatî Hazretleri:
    - Oh, şükürler olsun, dedi. Fakat sonra bu hareketinin yanlış olduğunu düşündü. Kendi kendine;
    - Eğer yanmayan şeylerden birisinin yanması daha hayırlıysa, ben de onun yanmamasına şükür ettimse, halim ne olacak, diye bu hareketi için tam otuz sene gözyaşı dökmüştür.
#05.11.2005 12:12 0 0 0
  • Sahabenin ileri gelenlerinden Resulüllah'tan hiçbir gazada geri kalmayan, bazen de Medine'de Resulüllah'ın yerine vekil kalan ensardan Muhammed bin Mesleme, Hazreti Ömer'in 'şikayet masası' başkanı idi. Memurlardan şikayet bu masada ona gelir, durumu inceler, gerekirse haksızlık yapan, rüşvet alan, adam kayıran memuru burada (araştırmalardan sonra) cezalandırırlardı.
    Bir defasında Medine'ye toplanan memurlara Hazreti Ömer (bugünkü ifadeyle) brifing veriyor, onlara halka adil davranmaları, zulmetmemeleri hususunda ikazlarda bulunuyordu. İşte bu sırada halktan sessiz bir adam ortaya çıktı.
    - Beni memurlarınızdan işte şu adam haksız yere dövdü. Halbuki suçlayarak dövdüğü konuda benim suçumun olmadığı sonradan da anlaşıldı, diyerek davacı olduğunu söyledi.
    Konu araştırılınca sessiz adamın haklılığı, memerun ona zulmen kırbaç vurduğu meydana çıkınca Hazreti Ömer'in kararı kesinleşti.
    - Seni döven memura sen de vurduğu kırbaç kadar kırbaç vuracaksın!
    Amir bin Âs buna itiraz etti:
    - Ya Ömer, bundan sonra memurlarınızı halkın gözleri önünde dövdürecek misiniz? Şayet bunu yaparsanız bu, memurlarınızın itibarını düşürür, onları iş yapamaz hale getirir.
    Hazreti Ömer'in cevabı aynen şöyle oldu:
    - Ben zalimi şu ya da bu bahanelerle koruyup da mazlumu maruz kaldığı zulümle baş başa bırakamam. Kim zulmetmişse karşılığını görmeli ki tekrarına cesaret edemesin.
    Ve karar kesinleşti.
    Kimsesiz adam kendisine vurduğu kırbaç kadar kırbaç vuracaktır zalim adama.
    Bu defa Amir bin Âs, kimsesiz adama gitti.
    Teklifini yaptı.
    - Sana vurduğu kırbaç sayısınca altın vereceğim. Bunu al, davandan vazgeç, yoksa halk cesaret bulur, memurlar korkaklaşır.
    Böylece kimsesiz adam yediği kırbaç sayısınca altın alınca davasından vazgeçti, kimsesizliğinden cesaret alarak adam dövme olayı da bir daha vaki olmadı.
#05.11.2005 12:09 0 0 0
  • İmam-ı Âzam Hazretleri hakkında, "Kırk sene, yatsı abdestiyle sabah namazını kılmıştır" denir, doğrudur.
    Hazreti İmam, giderken iki kişinin kendisi hakkında "İşte yatsı abdestiyle sabah namazını kılan zat budur" diye konuştuklarını duyar. Bunun üzerine:
    - Yâ Rabbi, bu insanları yalancı çıkarma. Ben, senin huzuruna bende olmayan bir sıfatla çıkmaktan haya ederim, diyerek ondan sonra yatsı abdestiyle sabah namazını kılmaya başlamış ve bu 40 sene devam etmiş.
    Hazreti İmam'ın namaz kıldığı mescidin müezzini anlatıyor:
    - Yatsı namazını kılıyorduk. İmam namazda "Zilzal" sûresini okudu. Cemaat içinde İmam-ı Âzam da vardı. Namaz bitti, herkes çıktı. İmam-ı Âzam tefekkür halinde, olduğu gibi duruyordu. Onu rahatsız etmemek için kandili yanar vaziyette bırakarak çıktım. Onun mescidde kalacağını tahmin ederek kapıyı kilitledim. Sabah ezanını okuyup içeri girdiğimde, o hâlâ ayakta ve sakalını eline almış şöyle yalvarıyordu:
    - Ey zerre kadar hayrı da, zerre kadar şerri de karşılıksız bırakmayan Allah'ım. Bu kulunu cehennem azabından ve ona yaklaştıran şeylerden koru. Bu kulundan rahmetini esirgeme.
    İçeri girince beni farketti. Zamanın geçtiğinden haberi yoktu. Yatsı namazı yeni bitmiş zannederek:
    - Kandili mi alacaksın? dedi. Ben:
    - Hayır, sabah ezanını okudum, dedim. Bunun üzerine sabah olduğunu anladı ve bana:
    - Bu gördüğünü kimseye söyleme, diye tenbih etti. Kendisine söz verdim ve vefatına kadar bunu kimseye söylemedim.
    Hz. imam sabah namazının sünnetini kıldı ve oturdu. Sonra bizimle beraber farzı da kıldıktan sonra çıktı. Ben anladım ki, sabah namazını yatsı namazının abdestiyle kılıyordu. Çünkü mescidin kapısı akşamdan kilitlenmişti.
    İmam-ı Âzam Hazretleri çok da cömertti. Bir gün Şakik-i Belhî ile giderlerken, karşıdan gelen bir adamın, yolunu değiştirdiğini gördü. Durumu farkeder etmez adama yetişip:
    - Beni görünce neden yolunu değiştirdin? diye sorunca adam:
    - Yâ imam, size olan borcumu zamanında ödeyemediğim için utandım, diye cevap verdi. Bunun üzerine İmam-ı Âzam Hazretleri:
    - Eğer sen bu kadar sıkıntı içindeysen, şu insanlar şahit olsun ki, ben senden alacağım olan 10.000 dirhem borcumu sana hibe ettim. Bu vesileyle senin utanmana sebep olduğum için de beni bağışla, kusura bakma, dedi.
    İşte islam ahlakı ve işte İmam-ı Âzam Hazretleri'nin büyüklüğü. Onu küçümseyenler, buyursunlar aynı büyüklüğü kendileri de göstersinler.
#05.11.2005 12:06 0 0 0
#05.11.2005 11:35 0 0 0
  • Konu: şiirlerim
    kardeş benim eski nick'im ask_mahkumuydu alıştık biz mahkumluğa
#04.11.2005 17:35 0 0 0
#30.10.2005 13:39 0 0 0
  • noimage


    Rüyalarda Sen Varsın
    Eşsiz Duyguları Giyinip
    Tanıdık Düşler Kurarım
    Yüreğimin Gizli Köşelerinde
    Umutların En İnce Noktasına Tutunup
    Yorgan Gibi Sımsıkı Sarılırım Hayellere
    Gömülüverir Gözlerim Ninnisi Sevdalı Uykulara
    Rüyalarda Sen Varsın Diye..

    Derin Öger
#30.10.2005 13:29 0 0 0
#30.10.2005 13:25 0 0 0
#30.10.2005 13:02 0 0 0
#30.10.2005 12:44 0 0 0
#30.10.2005 12:38 0 0 0