İslam Alimleri

Son güncelleme: 31.05.2009 20:35


  • Şeyh Edebali (1206 - 1326)

    Aslen Karamanlı'dır. İlk tahsilini memleketinde yapan Edebali, tahsilini Şam'da tamamladı. Tefsir, hadis, tasavvuf ve özellikle İslam Hukuku'da ihtisas sahibidir. Hz. Mevlana gibi, zamanının büyüklerinin sohbetinde bulundu. Osmanlı Devleti'nin kurucusu Sultan Osman Gazi'nin kayınpederidir. Zamanının büyük alim ve velilerindendir. Doğum tarihi kesin olmamakla beraber, Hicri 603 Miladi 1206 yıllarında doğduğu tahmin edilmektedir.

    İlimde derya, amelde yüksek, takva ve verada örnek, mal-mülk sahibi bir zat olan Edebali, Eskişehir yakınlarında İtburnu denilen köyde yaşar, yaptırmış olduğu zaviyede öğrenci yetiştirir ve halkı irşad ederdi. Anadolu fütüvvet ehli Ahilerle yakın münasebeti olan Edebali'yi Osman Bey sık sık ziyaret eder ve sohbetinde bulunurdu.

    Yine Osman Bey'in zaviyede bulunduğu bir gece, gördüğü rüya üzerine Edebali, kızı Mal Hatun'u Osman Bey'e nikahlar ve görmüş olduğu rüyayı da söyle tabir eder: "Sen babadan sonra Bey olacak, kızım Mal Hatun'la evleneceksin. Bende çıkıp sana gelen nur budur. Sizin asil ve temiz soyunuzdan nice padişahlar gelecek. Onlar nice deletleri birçatı altında toplayacaklar. Allahü Teala, nice insanların huzur ve saadete kavuşmasına, din-i İslamla şereflenmesine senin soyunu vesile edecektir."

    Gerçekten de öyle olur, altı asırdan fazla devam edecek olan bir Cihan İmparatorluğu'nun temelleri atılır ve bunun ilk müjdecisi de Edebali Hazretleri olur. Uzun bir ömür süren Edebali 726 H./1325-26 yıllarında yüz yirmi yaşları civarında olduğu halde vefat eder. Cenazesi Bilecik'de zaviyesinin yanına defnedilir. Ahmet Rasim Bey, Edebali'nin Adana halkından olduğunu söylerse de, onun Karamanlı olduğuna şüphe yoktur.

    Bir de Osman Bey'in oğlu Orhan Bey'in annesinin Ömer bey adında bir zatın kızı, Mal Hatun; Edebali'nin kızı Bala Hatun'un Osman Bey'in diğer oğlu Alaaddin Bey'in annesi olduğunu kabul eden tarihçiler de vardır. Mehmet Hemdemi Çelebi de Solakzade Tarihli isimli eserinde, Şeyh Edebali'nin Osman Bey'e verdiği kızının adının "Rabia" olduğundan bahseder.

    Gavs-ûl Azam Şeyh ABDÜLKADİR GEYLANİ Hazretleri (1078 - 1166)

    İslâm alimlerinin ve velilerinin büyüklerinden Hazreti Abdülkadir Geylani, 1078 yılında İran"ın Geylan şehrinde doğdu. Künyesi, Ebu Muhammed"dir. Muhyiddin, Gavs-ül-a"zam, Kutb-i Rabbani, Sultan-ul-evliya, Kutb-i a"zam gibi lâkabları vardır. Babası Ebu Salih bin Musa Cengidost"tur. Hz. Hasanın oğlu Hasan-ı Müsenna"nın oğlu Abdullah"ın soyundandır. Annesinin ismi Fatıma, lakabı Ümm-ül-hayr olup seyyidedir. Bunun için Abdülkadir Geylani, hem seyyid, hem şerifdir. Abdülkadir Geylani, 1166"da Bağdatta vefat etti. Türbesi Bağdattadır. Onun için şu ibare meşhur olmuştur: "Veliler Sultanı Abdülkadir Geylani, aşk ile doğdu, kemal ile ömür sürdü ve kemal-i aşk ile Rabb"ine vasıl oldu."

    Bir gün Abdülkadir Geylani'ye, "Bu işe başladığınızda, bu yola adım attığınızda, temeli ne üzerine attınız? Hangi ameli esas aldınız da böyle yüksek dereceye ulaştınız?" diye sordular.

    Buyurdu ki: "Temeli sıdk ve doğruluk üzerine attım. Asla yalan söylemedim. Yalanı kağıda bile yazmadım ve hiç yalan düşünmedim. İçim ile dışımı bir yaptım. Bunun için işlerim hep rast gitti. Çocuk iken maksadım, niyetim, ilim öğrenmek, onunla amel etmek, öğrendiklerime göre yaşamaktı. Küçüklüğümde Arefe günü çift sürmek için tarlaya gittim bir öküzün kuyruğundan tutunup, arkasından gidiyordum. Hayvan dile geldi ve dönüp bana; "Sen bunun için yaratılmadın ve bununla emrolunmadın" dedi. Korktum, geri döndüm. Evimizin damına çıktım. Gözüme, hacılar gözüktü. Arafat"ta vakfeye durmuşlardı. Anneme gidip; "Beni Allahü teâlânın yolunda bulundur. İzin ver, Bağdat"a gidip ilim öğreneyim. Salih zatları ve evliyayı bulup ziyaret edeyim" dedim. Annem sebebini sordu, gördüklerimi anlattım. Ağladı, kalkıp babamdan miras kalan seksen altının yarısını kardeşime ayırdı. Kalanını bana verip, altınları elbisemin koltuğunun altına dikti. Gitmeme izin verip, her ne olursa olsun doğruluk üzere olmamı söyleyip, benden söz aldı. "Haydi Allah selamet versin oğlum. Allahü teâlâ için ayrıldım. Artık kıyamete kadar bir daha yüzünü göremem" dedi. Küçük bir kafile ile Bağdat"a gitmek üzere yola çıktım. Hemedan"ı geçince, altmış atlı eşkıya çıka geldi. Kafilemizi bastılar. Kervanı soydular. İçlerinden biri benim yanıma geldi. "Ey derviş! Senin de bir şeyin var mı?" diye sordu. "Kırk altınım var" dedim. "Nerededir?" dedi. "Koltuğumun altında dikili" dedim. Alay ediyorum zannetti. Beni bırakıp gitti. Bir başkası geldi, o da sordu. Fakat, o da bırakıp gitti. İkisi birden reislerine gidip, bu durumu söylediler. Reisleri beni çağırttı. Bir yerde, kafileden aldıkları malları taksim ediyorlardı. Yanına gittim. "Altının var mı?" dedi. "Kırk altınım var" dedim. Elbisemin koltuk altını sökmelerini söyledi. Söküp, altınları çıkardılar. "Neden bunu söyledin?" dediler. "Annem, ne olursa olsun yalan söylemememi tembih etti. Doğruluktan ayrılmayacağıma söz verdim. Verdiğim sözde durmam lazım" dedim. Eşkıya reisi, ağlamaya başladı ve; "Bu kadar senedir ben, beni yaratıp, yetiştiren Rabbime verdiğim sözü bozuyorum" dedi. Bu pişmanlığından sonra tövbe edip, haydutluğu bıraktığını söyledi. Yanındakiler de, "İnsanları soymakta, yol kesmede sen bizim reisimiz idin, şimdi tövbe etmekte de reisimiz ol" dediler. Sonra, hepsi tövbe ettiler. Kafileden aldıkları malları sahiplerine geri verdiler. İlk defa benim vesilemle tövbe edenler, bu altmış kişidir."

    Abdülkadir Geylani, Bağdat"a geldi ve buradaki meşhur alimlerden ders almak suretiyle hadis, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde çok iyi yetişti. İlim tahsilini tamamlayıp yetiştikten sonra, vaaz ve ders vermeye başladı. Hocası Ebu Said Mahzumi"nin medresesinde verdiği ders ve vaazlarına gelenler medreseye sığmaz sokaklara taşardı. Bu sebeple, çevresinde bulunan evler de ilave edilmek suretiyle medrese genişletildi. Bu iş için Bağdat halkı çok yardımcı oldu ve zenginler para vererek, fakirler çalışarak yardım ettiler. Derslerine devam edenler arasında pek çok alim yetişti.

    Abdülkadir-i Geylani, bir müddet ders verip, hak ve hakikatı anlattıktan sonra, ders ve vaaz vermeyi bıraktı. İnzivaya çekilip, yalnızlığı seçti. Sonra sahralara çıktı. Bağdat"ın Kerh harabelerinde yaşamaya başladı. Bütün vaktini ibadet, riyazet ve mücahede ile nefsinin arzu ve isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmakla geçirmeye başladı.

    Buyurdu ki: "Irak"ın sahra ve harabelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım. Benim kimseden, kimsenin benden haberi yoktu. Bazen uzun müddet yemezdim ve "açım açım" diye içimin feryadını duyardım. Bazen üzerime öyle ağırlıklar gelirdi ki, bunlar bir dağın üstüne konsa, tahammül edemeyip, paramparça olurdu. Bu sırada; "Muhakkak zorlukla beraber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla beraber kolaylık vardır" mealindeki İnşirah sûresinin beşinci ve altıncı âyet-i kerimelerini okuduğumda üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi."

    Devrinin ilim konusunda tek otoritesi olan Abdülkadir Geylani, tasavvuf bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde sundu. Ders ve fetva vermeye yirmi sekiz yaşında başladı ve bu hal altmış yaşına kadar devam etti. Tasavvuftaki yoluna onun ismine izafeten "Kadiriyye" adı verildi ve O'ndan ilim ve feyz alan binlerce öğrencisi çeşitli memleketlere giderek İslamiyeti anlattılar. Maddi ve manevi ilimlerdeki derinliği ve üzerindeki manevi lütuf ve rahmetle dinin esaslarını yeniden dirilttiği için kendine "dinin dirilticisi" anlamında "Muhyiddin" denmiş, O da bu ismi Endülüs"te dünyaya gelen ve "Şeyhül Ekber" namıyla ün salan manevi evladı İbni Arabi"ye vermiştir.

    Abdülkadir Geylani hazretlerinin insanları gafletten uyaran, kendilerine gelmesine vesile olan pek çok sözü vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:

    "İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden men edici olması, misafirperver ve geceleri insanlar uyurken ibadet edici olması, âlim ve cesur olması."

    "Şükrün esası, nimetin sahibini bilmek, bunu kalp ile itiraf etmek ve dille söylemektir."

    "Kalp dünya arzularından birine bağlı kaldığı ve geçici lezzetlerden birinin peşine takılıp gittiği müddetçe, imkanı yok, ahireti sevmiş olamaz."

    "Ey zavallı! Sana fayda vermeyen şeyler hakkında konuşmayı bırak. Dünya ve ahirette sana fayda verecek işlerle uğraş. Boş işlerle uğraşmayı bırak. Kalbinden dünya düşüncelerini çıkar. Çünkü yakında dünyadan alınacak, ahirete götürüleceksin. Dünyada rahat ve hoş bir hayat arama. Hz. Muhammed (S.A.V.); "Hayat, ahiret hayatıdır" buyurdu."

    "Allahü teâlâdan dünya ve ahiretin hayırlarını iste. Sakın; "Ben istiyorum. Fakat Allahü teâlâ vermiyor, ben de bundan sonra istemeyeceğim." deme. Duaya devam et. Eğer istediğin şey ezelde senin için takdir edilmiş ise, Allahü teâlâdan istedikten sonra, Allahü teâlâ onu sana gönderir. Eğer istediğin o rızık ezelde senin için takdir edilmemiş ise, Allahü teâlâ seni o şeye muhtaç kılmaz ve kendinden gelenlere rıza gösterme nimetini ihsan eder. Eğer Allahü teâlâ senin için fakirlik ve hastalık dilemiş ise, sen de Allahü teâlâya fakirlikten ve hastalıktan kurtulman için yalvarırsın. O zaman Allahü teâlâ sana razı ve memnun olacağın bir hal verir. Eğer, ezelde borçlu olmak takdir edilmişse ve sen de borçtan kurtulmak için dua edersen, Allahü teâlâ alacaklıyı sana kötü muamele etme halinden vaz geçirir. Hatta borcundan azaltma veya hepsini bağışlama haline çevirir. Eğer dünyada borçlu halden kurtarmazsa buna karşılık sana bol sevap verir."

    "Acele etme. Acele eden, ya hata yapar veya hatalı duruma yakın olur. Ağır ve temkinli hareket eden, o işte ya isabet kaydeder veya isabet etmeye yaklaşır. Acele şeytandandır. Ağır ve temkinli hareket etmek Allahü teâlâdandır. Umumiyetle aceleye sebep, dünyalık toplama hırsıdır. Kanaat sahibi ol. Kanaat bitmeyen bir hazinedir."

    "Halinizden şikayette bulunmayın. Sabredin, feryat etmeyin. Doğruluk üzere devam edin. İsteyin, istemekte bıkkınlık göstermeyin. İçinde bulunduğunuz istenmeyen hallerden dolayı ümitsizliğe düşmeyin. Daima ümitli olun. Birbirinize düşman değil, kardeş olun. Birbirinize buğz etmeyin. Allahü teâlâya, rızası için yapılan sabırlar ve tahammüller, asla karşılıksız kalmaz. Onun için bir an olsun sabrediniz, mutlaka, senelerce bu sabrın mükafatını görürsünüz. Ömrü boyunca kahraman lakabıyla meşhur olan, bu lakabı, bir anlık cesareti neticesinde kazanmıştır. Allahü teâlâ Kur"an-ı kerimde mealen; "Şüphesiz ki, Allah sabredenlerle beraberdir" buyuruyor (Bekara suresi: 153)

    "Hayatta olduğunuz müddetçe, ömrü fırsat biliniz. Bir müddet sonra hayat kapısı kapanacak, bu dünyadan ayrılacaksınız. Gücünüz yettiği müddetçe hayırlı işler yapmayı ganimet biliniz. Tövbe kapısı açıkken ve elinizde bu imkan varken bunu fırsat biliniz. Tövbe ediniz. Dua etmeye imkanınız varken, dua ediniz. Salih kimselerle beraber olmayı fırsat biliniz."

    "Mümin kimse küçük günahları da büyük görür. Hz. Muhammed (S.A.V.); "Mümin kimse, günahını dağ gibi görüp, kendi üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise, günahını burnu üzerine konan ve hemen uçan sinek gibi görür" buyurdu."

    Elmalılı M. Hamdi Yazır (1877 - 1942)

    Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hicri 1294 Miladi 1877 yılında Antalya"nın Elmalılı kazasında doğdu. Babası Numan Efendi, aslen Burdur"un Gölhisar kazası Yazır köyü halkındandır. Numan Efendi, küçük yaşta Yazır köyünden çıkıp Elmalı"ya gelmiş, orada okumuş ve "Şer"iye Mahkemesi" başkâtibi olmuştur. Hamdi Efendi"nin annesi, Elmalı âlimlerinden Mehmet Efendi"nin kızı Fatma Hanım"dır.


    İlkokulu ve bugünkü ortaokula denk sayılan Rüşdiye"yi Elmalı"da bitiren Hamdi Efendi, 1892 yılında, dayısı hoca Mustafa Sarılar ile birlikte İstanbul"a gelmiş ve devrinin âlimlerinden Kayserili Mahmud Hamdi Efendi"den ders almıştır. İstanbul"daki diğer tanınmış hocaların da derslerine devam ettikten sonra, 1906 yılında "Bayezit dersiâmı" olarak icâzet almıştır. Aynı yıl yapılan seçimlerde Antalya Mebusu olmuş ve II. Meşrutiyet"in bu ilk meclisinde, özellikle 1876 "Kanun-i Esâsi"sinin değiştirilmesinde önemli rol oynamıştır.


    1909 yılında Mülkiye Mektebi"nde Ahkâm-ı Evkâf ve Arâzî dersleri okutmuş ve yine aynı yıllarda Mekteb-i Kuzâtta "Fıkıh" dersleri vermiştir. Daha sonra Darü"l-Hikmeti"l-İslâmiye (Şeyhü"l-İslâmlığa bağlı Yüksek Müşavere Heyeti) üyeliğine ve bir müddet sonra da başkanlığına tayin edilmiştir. I. Dünya Savaşı"ndan sonra Evkaf Nazırlığı"nda bulunmuş ve bu sırada Âyan Meclisi üyesi olmuştur.


    Cumhuriyetin ilânı sırasında Mütehassısîn medresesinde mantık müderrisi idi. Medreseler kaldırılınca evinde inzivaya çekilmiş, ilmî tetkik ve araştırmalarına devam etmiştir. Yirmi yıl kadar devam eden bu uzlet (yalnızlık) devresi, "Hak Dini Kur"an Dili" adındaki Türkçe tefsiri hazırlamasına imkân vermiştir. Tefsire başlamadan önce Mısırlı Prens Abbas Halim Paşa"nın teşviki ile "Büyük İslâm Hukuku Kâmusu" ile meşgul bulunuyordu. Bu eserle birkaç yıl meşgul olduktan sonra yarım bırakmış ve tefsiri yazmaya başlamıştır.

    Âyan üyeliğinin son yıllarında Fransızca"dan tercümeye başladığı bir felsefe tarihi kitabını tamamlayarak ilave ettiği önemli bir dibace (önsöz) ve diğer haşiyelerle birlikte "Metalib ve Mezahib" adıyla bastırmıştır.

    Hamdi Efendi, ayrıca devrinin güzel sanatlarından olan hat ve mûsikî ile de ilgilenmiştir. Özellikle "Nesih" ve "Sülüs" yazılarda iyi bir hattat idi. Aynı zamanda hâfız olduğu için alaturka mûsikînin çeşitli makamlarıyla ciddi bir şekilde meşgul olmuştur.

    Hamdi Efendi, 27 Mayıs 1942"de İstanbul Erenköy"de vefat etmiştir.


    ESERLERİ:
    Basılmış Olanlar:
    Hak Dini Kur"an Dili, Metalib ve Mezahib, İrşadü"l Ahlâf fî Ahkâmi"l-Evkâf.
    Basılmamış Olanlar:
    Usûl-i Fıkıh"a ait bir eseri, Sûrîmantığa ait bir eseri, yarım vaziyette bir hukuk kâmusu, eksik dir divanı.

    Elmalılı M. Hamdi Yazır"ın bunlardan başka; Sırat-ı Mûstakîm, Sebîlü"r-Reşad ve Beyanü"l-Hak mecmualarında devamlı yazıları çıkmış, aynı zamanda devrinin günlük gazetelerinde de ilmî makaleler yazmıştır.


    ŞEYH HAMİD-İ VELÎ (SOMUNCU BABA) (1331-1412)

    Asıl adı Hamid Hamidüddin"dir. Somuncu Baba olarak da bilinen Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, Osmanlı Padişahı Yıldırım Bayezid Han zamanında yaşamıştır.

    Miladi 1331 tarihinde Kayseri"nin Akçakaya köyünde doğmuştur. Anadolu"yu manevi fetih için gelen Horasan erenlerinden Şemseddin Musa Kayseri"nin oğludur. Soyu Peygamber Efendimiz (s.a.s)"e ulaşır, 24. kuşaktan torunudur, Seyyiddir. Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri ilk tahsilini babası Şemseddin Musa Kayseri"den almıştır. Bilge kişiliği olan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, ilim alanındaki çalışmalarını Şam, Tebriz ve Erdebil"de sürdürmüştür. Alaaddin Erdebili"den ve Bayezid-i Bistami"nin ruhaniyetinden manevi terbiye almıştır.

    Dini ve dünyevi ilimlerle ilgili icazet alarak, irşad vazifesi için Anadolu"ya dönmüş Bursa"ya yerleşmiştir. Bursa"da çilehanesinin yanında yaptırdığı ekmek fırınında somun pişirip çarşı pazar dolaşarak "Somunlar Müminler" nidasıyla insanlara ekmek dağıtmıştır. Bu sebeple Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, Somuncu Baba ve Ekmekçi Koca olarak da tanınmıştır. Zamanın Padişahı Yıldırım Beyazıd Han Niğbolu zaferini kazanınca Allah"a şükür nişanesi olarak Bursa Ulu Camiini yaptırmıştır.
    Ulu Cami'nin açılış hutbesini Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri okumuş, hutbede Fatiha Suresini yedi farklı şekilde yorumlamıştır. Bu olağanüstü hutbeyi dinleyen cemaat Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerine büyük bir teveccüh ve tazim göstermiştir. Manevi kişiliği ve bilgelik yönü ortaya çıkan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri şöhretten korktuğu için talebeleriyle birlikte Bursa"dan ayrılarak Aksaray"a gelmiştir. Aksaray"da Hacı Bayramı Veli Hazretlerini dünyaya ve ahirete ait ilimlerde eğiterek yetiştirmiş, irşad vazifesi için Ankara"ya görevlendirmiştir.

    Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, 1412 (h. 815) tarihinde Darende'de ebedi âleme göç etmiştir. Kabri şerifleri, kendi zamanında halvethane olarak kullanılan, misk ü anber kokulu, şimdiki Şeyh Hamid-i Veli Camii içerisinde olup, estetik yapılı cevizden oyma sanduka ile de kaplıdır.
    Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin Yusuf Hakiki ve Halil Taybi adında iki oğlu bilinmektedir. Yusuf Hakiki Aksaray"da kalarak burada vefat etmiştir. Diğer oğlu Halil Taybi ise, hacdan döndükten sonra babası ile birlikte Darende"ye gelerek yerleşmiş ve burada vefat etmiştir. Kabri şerifleri Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin yanındadır.

    Talebeleri:
    Somuncu Baba Hazretleri ve en meşhur talebesi Hacı Bayram Veli"nin Osmanlı Devletinde yeni Anadolu ve Rumeli üzerinde çok büyük etkileri vardır. Osmanlı kültürünü etkileyen bu önemli simaların hizmetlerini ve kültürümüze katkılarını anlamak için yetiştirmiş oldukları bazı isimleri zikretmemiz gerekir. Böylece kültürümüz için ne kadar önemli olduklarını ve büyük değerler ifade ettiklerini anlamaya çalışabiliriz. Bu önemli isimler ve medfun oldukları yerler şunlardır:
    Halil Taybi Darende
    Baba Yusuf Hakiki Aksaray
    Akşemseddin - Beypazarı - Göynük
    Ömer Dede Göynük
    Hızır Dede Bursa
    Akbıyık Sultan Bursa
    İnce Bedreddin Darende
    Yazıcıoğlu Gelibolu
    Şeyh Lutfullah Balıkesir
    Şeyhî Kütahya
    Şeyh Üftade Bursa
    Aziz Mahmud Hüdayi İstanbul
    Muslihiddin Halife İskilip
    Uzun Selahaddin Bolu
    Somuncu Baba Hazretlerinin günümüze kadar gelen uzantıları ve yansımaları o kadar mükemmel ki Anadolu"nun her köşesinde bir parçasını bulmak ve yüreklerde hissetmek mümkündür. Âlim ve tasavvuf ehli kimseler üzerinde emeği ve etkisi bulunan Somuncu Baba Hazretleri için kültürümüzün temel taşlarından biridir diyebiliriz. Öyle ki uzantılarının günümüze kadar devam etmesi neseb-i aliyesinin halen etken olması günümüz insanları için Allah"ın bir lütfudur.

    Eserleri
    Somuncu Baba, zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki derin bilgisine rağmen, çok az eser vermiş veya çok az eseri bize ulaşmış bir alim kişidir. Onun fazla eser vermiş olmaması, daha evvel işâret ettiğimiz melâmet meşrebinden de kaynaklanmış olabilir. Nitekim onun yanında yetişmiş bulunan ve halifesi olan Hacı Bayram Veli de, müderris olmasına rağmen eser yazmamış ve hatta Muhammediyye müellifi halifesi Yazıcıoğlu, eserini kendisine takdim ettiğinde, "Mehmet, bununla uğraşacağına bir gönül haketseydin; bir gönle girip onun terbiyesiyle meşgul olsaydın, daha iyi olmaz mıydı?" diyerek kendi düşüncesini de dile getirmiştir. Bu zikredilen hakikata rağmen, Somuncu Baba'nın bize kadar ulaşan Şerh-i Hadis-i Erba'în, Zikir Risalesi, Silâh'u-l Mürîdîn ve Kâşif'u-l-Estar an Vechi-l Esrar eserleri mevcuttur.

    Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin soyu Darende"de; Halil Taybi ile günümüze kadar devam etmektedir. Prof. Dr. Ahmet Akgündüz "Arşiv Belgeleri Işığında Somuncu Baba ve Nesebi Alisi" adlı eserinde arşiv kayıtlarına dayanarak Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin nesebi, nesli ve kabri şerifi hakkında genişçe bilgiler vermektedir.

    Şeyh Hamid-i Veli neslinden büyük devlet adamları, âlim ve fâzıl zatlar yetişmiştir. Es-Seyyid Osman Hulusi Efendi de bunlardan birtanesidir.

    Tavsiyeleri:
    Arkadaşlarıma ve Yolumuzdan Gidenlere Tavsiyelerim
    Gizli ve aşikâr her yerde Allah"tan korksunlar.
    Az yesinler, az konuşsunlar, az uyusunlar.
    Avamın arasına az karışsınlar.
    Tüm masiyet ve kötülüklerden uzak dursunlar.
    Daima şehvetlerden kaçınsınlar.
    İnsanların elindekilerden ümitlerini kessinler.
    Tüm zemmedilmiş sıfatları terk etsinler.
    Övülen sıfatlarla süslensinler.
    Şiir ve şarkı (günaha götürüyorsa) dinlemekten kaçınsınlar.
    Ayrı bir görüşle, kendini cemaatten ayrı bırakmasınlar.
    Aç olarak ölseler bile şüpheli hiç bir lokmayı yemesinler.

    M. Zahid KOTKU (Rh.A)

    Rahmetullàhi Aleyh"in adı Mehmed Zâhid, soyadı Kotku idi. Kendisinin naklettiğine göre babası ona: "Oğlum Mehemmed!" diye hitap edermiş.

    Soyadının "mütevâzi" mânâsına geldiği nüfus cüzdanının başına not edilmiş idi.

    Tevellüdü 1315 hicrî kamerî (rûmî 1313, milâdî 1897) yılında Bursa şehrinde, kale içinde Türkmenzâde Çıkmazı"ndaki baba evinde vâki olmuştur.

    Ailesi

    Baba ve annesi Kafkasya"dan 1297"de göç eden müslümanlardandır. Dedeleri Kafkasya"da Şirvan"a bağlı eski bir hanlık merkezi olan Nuha"dandır ki burası dağ eteğinde, ipekçilikle meşhur, ahalisi müslüman, hâlen Azerî Türkçesi konuşulan bir yerdir.

    Babası İbrahim Efendi Bursa"ya 16 yaşlarında iken gelmiş, Hamza Bey Medresesi"nde tahsil görmüş, muhtelif yerlerde imamlık yapmış, Hazret-i Peygamber SAS sülâlesinden bir Seyyid"dir. 1929"larda 76 yaşlarında iken Bursa ovasındaki İzvat Köyü"nde vefat etmiş ve oraya defnolunmuş, ehl-i tarîk bir kimsedir.

    Annesi Sabîre Hanım, Mehmed Zâhid Efendi 3 yaşlarında iken vefat etmiş, Pınarbaşı Kabristanı"na gömülmüştür.

    Bu anne ve babadan doğma ağabeyi Ahmed Şâkir (1308 - 1335) subaylık yapmış, Kudüs"te Çanakkale"de bulunmuş, siperlerde hastalanmış ve 28 yaşlarında iken vefat edip Söğütlüçeşme"ye defn olunmuştur. Aynı anneden bir küçük kardeşi daha olmuşsa da çok yaşamamış birkaç aylık iken vefat etmiştir.

    Babasının ikinci evliliği yine Dağıstan muhacirlerinden, Fatma Hanım"la olmuştur. Ondan doğma üç kız kardeş halen hayattadırlar. [1981] Bunlardan Pakize Hanım"ın efendisi de, Bursa Ulu Cami imamlarından ve İsmail Hakkı Tekkesi şeyhlerinden merhum Ahmet Efendi (K.S)"dir.

    Tahsili, Askerliği

    Mehmed Zâhid Efendi (Rh.A) ilk mektebi Oruç Bey İbtidâîsi"nde okudu, Maksem"deki idâdîye devam etti. Sonra Bursa Sanat Mektebi"ne girdi. Bu esnada Birinci Cihan Harbi dolayısıyla 18 yaşlarında askere celb olundu. 14 Nisan 1332"de asker oldu, senelerce askerlik yaptı, çok tehlikeli günler geçirdi, hastalıklar atlattı. Ordunun Suriye"den çekilmesinden sonra, binbir güçlükle İstanbul"a döndü.

    10 Temmuz 1335"de Cuma gününden itibaren de 25 K. 30 şubede yazıcı olarak vazifeye devam etti. Kendi hatıra defteri kayıtlarından 1338 Martlarında henüz bu vazifede olduğu görülüyor.

    Tasavvufî Yetişmesi ve Dinî Hizmetleri

    İstanbul"da bulunduğu esnada çeşitli dini toplantılara, derslere, camilerdeki vaazlara devam etti. Bilhassa Seydişehirli Abdullah Feyzi Efendi"yi çok sevdiği anlaşılıyor. Bu arada 16 Temmuz 1336 Cuma günü namazı Ayasofya Camii"nde edadan sonra Vilayet önünde bulunan Fatma Sultan Camii yanındaki Gümüşhâneli Tekkesi"ne giderek Şeyh Ömer Ziyâeddin Efendi"ye intisâb eyledi. Günden güne ahvâlini terakki ettirdi.

    Bu zât-ı şerifin, 18 Kasım 1337 Cuma günü vefatından sonra postnişin-i irşâd olan Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi"nin yanında tahsil-i kemâlâta devam etmiş, müteaddit defalar halvete girmiş, 27 yaşlarında hilâfetnâmeyi aldıktan sonra ondan Râmuzü"l-Ehadis, Hizb-i A"zam ve Delâilü"l-hayrât icâzetnâmelerini de almış, Bayezit, Fatih ve Ayasofya Camii ve medreselerinde derslere devam etmiş, bu esnada hafızlığını da tamamlamıştır. Bu aralarda hocasının işareti üzere muhtelif kasaba ve köylerde dini hizmet ifâ etmiştir.

    Tekkelerin kapatılmasından sonra Bursa"ya dönmüş, evlenmiş, 1929"da vefat eden babası yerine Bursa ovasındaki İzvat Köyü"nde 15-16 sene kadar imamlık ettikten sonra Üftade Cami-i Şerifi"nin imam-hatipliğine tayin edilerek şehirde hisar içindeki baba evine yerleşti. Burada 1945-46"dan 1952"ye kadar hizmet eyledi.

    1952 Aralığında Gümüşhaneli Dergâhı postnişini ve eski tekke arkadaşı Kazanlı Abdülaziz Bekkine"nin vefatı üzerine, İstanbul"a nakl olarak Fatih"te bulvara nazır Ümmügülsüm Mescidi"nde vazife gördü.

    1.10.1958 tarihinde Fatih İskenderpaşa Camii Şerifi"ne nakloldu ve vefatına kadar bu vazifede kaldı.

    Vefatı

    Mehmed Zâhid Efendi (Rh.A), ömrünün son yıllarında rahatsız idi; ayakta gezmesine rağmen; şiddetli ağrılarından muzdaribdi. 1979 yazında uzun zaman kalmak üzere gittiği Hicaz"dan, ağır hasta olarak 1980 Şubat"ında dönmek zorunda kalmıştı. 7 Mart 1980"de ameliyata girdi ve midesinin üçte ikisi alındı.

    Ameliyattan sonra tedricen düzeldi, hatta 1980 Ramazanı"nda hiç aksatmadan oruç tuttu. Hatimle teravih kıldı, vaaz etti, yazın Balıkesir Ilıca"ya, Çanakkale Ayvacık sahiline ağrıyan ayakları için götürüldü, hac mevsimi gelince de Hicaz"a gitti. Fakat ameliyata sebep olan rahatsızlığı nüks etmiş ve ağrılar tekrar başlamıştı. Haccı güçlükle ifadan sonra, 6 Kasım 1980"de çok ağır hasta olarak İstanbul"a döndü. Tam bir hafta sonra 13 Kasım 1980"de (5 Muharrem 1401), Perşembe günü öğleye yakın, dualar, Yâsin"ler, tesbih ve gözyaşları ile uyur gibi bir halde iken ahirete irtihal eyledi.

    Cenaze namazı 14 Kasım 1980 Cuma günü İstanbul Süleymaniye Camii"nde muhteşem, mahzun, vakur ve edepli bir cemm-i gafir tarafından kılınarak, mübarek vücudu, Kanûnî Süleyman Türbesi arkasında, kendisinden feyz aldığı hocaları ve üstadlarının yanındaki istirahatgâhına defnolundu.

    Bu esnada Süleymaniye, Şehzadebaşı, Fatih ve çevrelerinde trafik durmuş, Süleymaniye"nin içi ve avlusu kâmilen dolduğu gibi, cemaat sokaklara taşarak Esnaf Hastahanesi"nin yanına kadar uzanmıştı. Vefatını duyanlar içinde Anadolu"nun en uzak şehirlerinden olduğu kadar Avrupa"dan gelenler de vardı. Uzakta bulunan muhiblerinden çoğu da vaktinde haber alamama yüzünden cenazesine yetişememişlerdi.

    Vefatı İslâm Alemi"nde de büyük üzüntüye yol açmış, Suudi Arabistan"da, Kâbe"de, Kuveyt"te ve daha başka şehirlerde gıyabında cenaze namazı kılınıp, dualar edilmiş, ajanslar bu elim vefat haberini yayınlamışlardı.

    Vefat tarihi olan 13 Kasım 1980 tarihli takvim yapraklarında tevâfukan çok mânidar ibareler yer alıyordu. Meselâ bunların birindeki şu parça ne kadar şâyân-ı taaccübdür:

    Arkamdan Ağlama
    Öldüğüm gün tabutum yürüyünce
    Bende bu dünya derdi var sanma!
    Bana ağlama,
    "Yazık, yazık!" "Vah, vah!" deme!
    Şeytanın tuzağına düşersen vah vahın sırası o zamandır.
    Yazık yazık asıl o zaman denir.
    Cenâzemi gördüğün zaman "Elfirak, elfirak!" deme!
    Benim buluşmam asıl o zamandır.
    Beni mezara koyunca elvedâ demeğe kalkışma!
    Mezar cennet topluluğunun perdesidir.
    Mezar hapis görünür amma,
    Aslında canın hapisten kurtuluşudur.
    Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret!
    Güneşle aya batmadan ne ziyan gelir ki?
    Sana batma görünür amma
    Aslında o doğmadır, parlamadır.
    Yere hangi tohum ekildi de yetişmedi?
    Neden insan tohumu için
    Bitmeyecek, yetişmeyecek zannına düşüyorsun?
    Hangi kova suya salında da dolu olarak çekilmedi?
    Can Yusuf"un kuyuya düşünce niye ağlarsın?
    Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç!
    Çünkü artık hay-huy"un, Mekânsızlık aleminin boşluğundadır.

    Ahlâk ve Şemâili

    Merhum uzunca boylu, şişmanca, heybetli, beyaz tenli, dolgun pembe yanaklı, uzunca ak sakallı, geniş alınlı, aralıklı kaşlı, irice başlı, gül yüzlü, sevimli, alımlı bir kimse idi. Gençken zayıf olduğunu, öksüzlükte yemek yerine yumurta içivererek böyle iri vücutlu olduğunu gülerek anlatırdı. İlk görüşte insanda sevgi ve saygı uyandıran bir hali vardı. Tanıdığına tanımadığına selâm verir, güleryüz gösterir, gönül alırdı. İlk nazarda koyu kestane renkli görünen, fakat dikkatle bakılması imkânsız, esrarlı ve derin mânâlı gözleri vardı. Gözü içinde kırmızılık, sırtında ve karnında ise avuç içi kadar iri bir ben mevcuttu.

    Hafızası çok kuvvetli idi, konuşması tatlı ve safiyâne idi. Çok kere halk telâffuzu kullanır, karşısındakine söz fırsatı tanır; kesinlikle bildiği bir şeyi bile sanki ilk duyuyormuş gibi yumuşak bir tavırla dinler, mânâlı ve nükteli cevap verirdi. Sohbetleri hoş, hutbeleri fevkalâde celâlli olurdu. Hutbe esnasında sesini yükseltir, ordu önündeki bir komutan gibi celâdetle ve irticâlen konuşurdu.

    Özel hayatında ev halkına karşı müşfik ve latîfeci davranır, kimseye doğrudan doğruya birşey emretmez, telmih ve remiz ile söyler, anlaşılmazsa sabrederdi.

    Fevkalâde mütevâzi idi. Kerametleri zâhir ve şöhreti àlemgir olduğu halde, talebelerine bile tepeden bakmaz, şeyhlik tavrı takınmaz, kendisini ihvânı arasında lâlettayin bir fert gibi görür, makamını ve kemâlini büyük bir maharetle gizlerdi.

    Kendi üstadlarına fevkalâde saygılı ve bağlı idi. Tekke arkadaşları olan yaşlılar, üstadının meclisine gittiğinde diz üstü oturup, baş eğip hiç ayak değiştirmeden edeple oturduğunu anlatırlar.

    Çok uzun ve derin düşünürdü, sohbetlerindeki buluşlara, teşbihlere hayran kalmamak mümkün olmazdı. Bir ayetin, bir hadisin üzerinde haftalarca, aylarca durup konuştuğu olurdu.

    Ele aldığı bir kimseyi terbiye edip yola getirinceye kadar büyük bir sabırla çalışırdı. İlk zamanlarda kusurlarına müsamaha ederdi. Yıllarca çalışır, yarı yolda bıkıp bırakmazdı.

    Dostlarına vefâsı emsalsiz idi; onları ziyaret eder, arar sorardı. Akrabalarına karşı vazifelerinde kusur etmez ve onlara her türlü yardımı esirgemezdi.

    Çok açık eli idi, verdiği zaman şaşılacak miktarda verir, geriye kalmamasından korkmaz, verdiğini doyururdu. Sofrasında ekseriya misafir bulunurdu. Hizmet edenleri bir vesile ile memnun eder, ziyaretçilere güleryüz gösterir, kapısını her zaman açık tutmağa çalışırdı.

    Gece ve sabah ibadetlerine çok riayet eder, talebelerini de bunlara teşvik eylerdi. İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yere yağar; bolluk onunla beraber gezer, en hücrâ, en kıtlık yerde o gelince nimet dolardı. Beraberinde seyahat edenler, tevafuklara, tecellilere, maddî ve mânevî hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşerler, parmaklarını ısırırlardı.

    Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri derecâtını ulyâ eyleyip, biz âciz ü nâcizleri de füyûzat ve şefaatından feyzyab u nasibdâr buyursun...

    Âmîn, bihürmeti seyyidil-mürselîn SAS ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahüm biihsânin ilâ yevmid-dîn, vel-hamdü lillâhi rabbil-àlemîn.


    Akşemseddin Hz.


    Fethin görünmez mimarı Akşemseddin Hazretleri

    Akşemseddin; Hazret-i Ebûbekir'in evladından, Şihâbüddin Sühreverdi'nin torunudur. Babası Şeyh Hamza (Kurtboğan adıyla meşhurdur) âlim biridir ve oğlunu mükemmel yetiştirir. Mübarek, dudak uçuklatacak kadar zekidir. Hızlı ilerler ve genç yaşta müderris olur. Osmancık medreselerinde talebe okutur. Evet yörede hatırı sayılır bir âlimdir, ancak işin hâkikatına varmak ister. Bunun tek yolu vardır "ledün ilminde mütehassıs bir velinin" huzurunda diz çökmek.

    Arar, sorar, istihareye yatar. Zihninde iki isim berraklaşır. Bunlardan bir tanesi Hâlep'te ki Zeynüddin Hafi Hazretleridir. Diğeri Ankara'daki Hacı Bayram-ı Veli. Akşemseddin yakından başlar. Önce Ankara'ya gider. Ancak Hacı Bayram Hazretlerini kapı kapı teberrû toplarken görür ve yıkılır. Nedenini, niçinini sormaz bile, oracıktan döner, yürür Hâlep'e. Ancak yolda gördüğü rüyalarda, nasibinin Hacı Bayram elinden olduğu işaret edilir. Hatta zincirlerle çekilir ki, uyandığında izi vardır boynunda. Şaşkınlık ve pişmanlık içinde Ankara'ya döner. Yüce veliyi orak tırpan çalışırken bulur. Mübârek garibin birine yardım eder ki kan ter içindedir. Akşemseddin bin pişmandır, boyun büker... Ve kavuşur affa.

    Hacı Bayram Hazretleri bu mütevazı talebesini çok sever, O"na hususi bir ihtimam gösterir. Akşemseddin ayrıca iyi bir hekimdir de. Pastör'den asırlar evvel hastalığa sebep olan mikropları ve karantinanın mantığını anlatır. Hatta o yıllarda "seretan" adıyla bilinen kanseri teşhis eder.

    İstanbul'un kuşatıldığı günlerde Fatih Anadolu'daki âlimleri ordugâha davet eder. Hepsi mükemmel insanlardır, ancak Akşemseddin'le aralarında anlatılmaz bir muhabbet başlar. Nedendir bilinmez bu akça pakça veliyi görünce içi rahatlar. Tabiri caizse kanı kaynar.

    İstanbul gibi bir şehri almak kolay değildir. Dev surlar, haçlı yardımları, derin hendekler, aşılmaz zincirler, Rum ateşi denen bela ve güçlü düşman. Bunlar bilinen şeylerdir ve Fatih herbirine tedbir düşünür.

    YEMEĞİ İÇMEYİ UNUTUR
    Ancak, bazı komutanlar (ki bir çoğu baba emanetidir) zafere inanmazlar. Açıktan açığa "Bu devletin askerine, akçesine yazık değil mi canım?" derler, "Maceranın sırası mı şimdi?"

    Genç sultanı Bizansla boğuşmak değil, yanındakilerle uğraşmak yorar. Yemeyi içmeyi unutur, uykuyu dağıtır. Kendini fena yıpratır. Geceler boyu ağlar ki yastığı hiç kurumaz. Muhasara başlayalı 50 gün geçer, lâkin gözle görülür bir ilerleme yoktur . Rumlar yıkılan surları anında yapar, o acaib ateşleri ile zemini değil, suyu bile yakarlar. Fidan gibi yiğitler ardarda düşerler toprağa. Sultan Mehmed kalabalıklar içinde yalnızdır. Hatta zaman zaman kuşatmayı kaldırmayı düşünür.

    Akşemseddin hazretleri onun zihninden geçenleri okur. "Sakın ha!" der, "Asla vazgeçme!" Zira o, müjdeyi Hızır Aleyhisselam'dan alır. Zaferden zerre kadar şüphesi yoktur. Şehir düşünce, Fatih derin bir nefes alır, büyük güç ve itibar kazanır. Genç sultanın şimdi tek arzusu vardır. Mihmandârı Resulullah Hâlid bin Zeyd'in kutlu kabrini bulmak.

    Akşemseddin Hazretleri kuşatmanın sürdüğü sıralarda türbenin bulunduğu noktaya bir nur indiğini görür. Fatih'i o mahalle götürür. Kısa bir murakabenin ardından iki çınar dalını toprağa diker ve kendinden emin bir ifadeyle. "Büyük sahabe bunların arasında yatıyor!" der. Ancak etraftan "ne malum?" diyenler olur. Hatta birileri padişaha akıl öğretirler. "Bu dalları başka bir yere diktir bakalım" derler, "ihtiyar molla farkedebilecek mi?" Fatih denileni yapar, hatta ilk işaret edilen yer kaybolmasın diye mührünü gömdürür. Ama Akşemseddin dallara bakmaz bile, ertesi gün milimi milimine ilk gösterdiği noktaya yönelir. Hatta bir ara durur "Sultanımızın mührü" der, "Ne arıyor orada?"

    Büyük veli bakar, bu mevzu çok tartışılacak, şüpheye mahal bırakmaz. "Kazın!" buyururlar. Toprağın bir kulaç altından yeşil somaki bir taş çıkar. Üstünde kûfi harflerle "Hâzâ kabri Halid bin Zeyd" yazılıdır. Kalabalık bir hoş olur. Derhal türbe ve mescid hazırlıklarına girişirler.

    KAÇIŞ
    Günler geçer, Fatih, Akşemseddin Hazretleri'ne sıkça gelip gitmeye başlar. Öyle ki devlet işleri oyuncak gelir gözüne. Sarayı, otağı bırakıp döşeği tekkeye sermeye niyetlenir. Nitekim bir gün "N'olur" der, "Beni de dervişleriniz arasına alın".

    Akşemseddin, hani Fatih'e baba muamelesi yapan o gül yüzlü muallim birden ciddileşir, celalli bir edayla "Hayır!" der, "Osmanoğullarının dervişe değil, sultana ihtiyacı var!"
    Ama Sultan Mehmed'i iyi tanır. Yine gelecek, hem bu kez ısrar edecektir. Buna fırsat vermez. Pılısını pırtısını toplamadan uzaklaşır İstanbul'dan. O yıllarda kuş uçmaz, kervan geçmez bir kuytu olan Taraklı'ya çekilir, sonra Göynük civarlarına yerleşir, kendi halinde talebe yetiştirir. Ama duaları Fatih'le birliktedir.

    Göçemedin gitti yani...
    Akşemseddin Hazretleri birgün oğlunu (4 yaşındaki Hamdi Çelebi) dizine oturtur. Minik yavru bülbül gibi Kur'an okur. Mübârek bir ara hanımına döner. "Biliyor musun?" der, "Aslında dünyanın mihneti, zahmeti çekilmez ama şuncağızın yetim kalmasına dayanamam. Yoksa çoktaaan göçerdim!" Hanımı omuz silker. "Amaaan efendi" der, "sen de göçemedin gitti yani." Mübarek "İyi öyleyse!" deyip kalkar. Göynüklülerle helalleşir ve mescide çekilir. Talebelerine "okuyun" buyururlar. Bir ara gözleri kapanır, yüzü aydınlanır. Kolları yana düşer ve berrak bir tebessüm oturur dudaklarına. Müridleri eve koşarlar "Başınız sağolsun." derler, "Efendi göçtü!"

    Hacı Bektaşi Veli

    Hacı Bektaşi Veli Gerçek ismi, Seyyid Muhammed bin İbrahim Ata olan , Hacı Bektaş-ı Veli Horasan"ın Nişabûr şehrinde 1281 senesinde doğdu.

    İlk eğitimini Şeyh Lokman-ı Perende'den aldı. Lokman-ı Perende, Ahmed-i Yesevi'nin halifelerinden olup, zahir ve batın ilimlerinde derin bilgilere sahipti. Bektaş Veli Lokman-ı Perende'nin gözdesiydi. Ve rivayetlere göre kendinde olağanüstü haller gerçekleşiyordu.


    Hacı Bektaş-ı Veli, eğitimini tamamladıktan sonra Anadolu"ya geldi. Halka doğru yolu göstermeye başlayan ve kıymetli talebeler yetiştiren Hacı Bektaş-ı Veli, kısa zamanda tanınarak büyük rağbet gördü. Bu sırada Anadolu"da dini, iktisadi, askeri ve sosyal teşekkül olan ve kendisinin de bağlı olduğu "Ahilik Teşkila" ile büyük hizmetler yapan Hacı Bektaş-ı Veli ve talebeleri, Osmanlı sultanları tarafından da sevildi ve hürmet gördü.

    Bu sıralarda kuruluş devrinde olan Osmanlı Devleti"nin sağlam temeller üzerine oturmasında büyük hizmetleri oldu. Sultan Orhan zamanında teşkil edilen "Yeniçeri Ordusu"na dua ederek, askerlerin sırtlarını sıvazladı. Böylece Hacı Bektaş-ı Veli"yi kendilerine manevi pir olarak kabul eden Yeniçeri Ordusu, manevi hayatını ve disiplinini ona bağladı. Hacı Bektaş-ı Veli, asırlarca Yeniçeriliğin piri, üstadı ve manevi hamisi olarak bilindi. Bu bağlılık ve muhabbet, Yeniçerilerin sulh zamanındaki talimleri ve harplerdeki gayret ve kahramanlıklarında çok müsbet neticeler verdi. Bütün bunlar, halk ile Yeniçeriler arasındaki yakınlığı kuvvetlendirdi.

    Yeniçeriler, dervişler gibi cihad azmiyle dolu ve görülmemiş derecede kahraman ve fedakar oluşlarında, bu hadiseler müsbet tesirler gösterdi. Yeniçerilerin; "Allah, Allah! İllallah! Baş uryan, sine püryan, kılıç al kan. Bu meydanda nice başlar kesilir. Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyan! Kulluğumuz padişaha ayan! Üçler, yediler, kırklar! Gülbang-i Muhammedi, Nûr-i Nebi, Kerem-i Ali... Pirimiz, sultanımız Hacı Bektaş-ı Veli..." diyerek savaşa başlamaları, bunun manidar bir ifadesidir.

    Hacı Bektaş-ı Veli"nin Makalat adlı Arapça bir eseri vardır. 1338 senesinde vefat eden Hacı Bektaş-ı Veli"nin derslerini ve sohbetlerini takip ederek onun tarikatına bağlananlara, tasavvuftaki usûle uyularak "Bektaşi" denildi.


    Makalat"ın asıl nüshaları tetkik edildiğinde, onun; İslam dinine sıkı sıkıya ve sağlam bir şekilde bağlı, İslamiyete uymayan davranışlara şiddetle karşı çıkar.


    ÖĞÜT

    "Tarikatın, tasavvuf yolunun ilk makamı, bir alime canı gönülden bağlanıp, tövbe etmektir. Tövbe, canı gönülden olan pişmanlıktır ve mutlaka yapılmalıdır. Tövbe ederken gözyaşı dökmelidir. Tövbeyi kabul edecek Allahü Tealadır. Tövbe ettikten sonra O"na tevekkül etmelidir. İkinci makamı, talebe olmaktır. Üçüncü makamı, mücahede, nefse zor gelen, nefsin istemediği şeyleri yapmaktır. Dördüncü makamı, hocaya hizmettir. Beşinci makamı, korkudur. Altıncı makamı, ümitli olmaktır. Yedinci makamı, şevktir ve fakirliktir. Marifetin birinci makamı edep, ikinci makamı, korkudur. Üçüncü makamı, az yemektir. Dördüncü makamı, sabır ve kanattır. Beşinci bakamı, utanmaktır. Altıncı makamı, cömertliktir. Yedinci makamı, ilimdir. Sekizinci makamı, marifettir. Dokuzuncu makamı, kendi nefsini bilmektir."

    MENKIBE

    Hacı Bektaş-ı Veli, her gün gelip, şimdiki dergahının bulunduğu yere otururdu. Onu sevenler; "Galiba Hacı Bektaş-ı Veli Hazretleri burada bir dergah bina edilmesini istiyor, o yüzden gelip buraya oturuyor" dediler. Daha sonra Hacı Bektaş-ı Veli"nin hizmetini gören Sarı İsmail"e, Hacı Bektaş"ı sevenlerden biri, buraya bir dergah yaptırmaya niyet ettiğini söyledi. Sarı İsmail de, gelip durumu hocasına arz etti. Hacı Bektaş-ı Veli; "Ona söyle. Bir usta getirsin. Biz istediğimiz büyüklükte bir daire çizelim. Ayrıca yeteri kadar taş getirtip, yonttursun, hazır etsin." dedi.


    Sarı İsmail, bu durumu o şahsa bildirince, çok sevindi ve hemen bir mimar getirdi. Hacı Bektaş-ı Veli de kalkıp, mübarek eliyle şimdiki dergahın bulunduğu yeri çizdi. O mimar da, dergahın inşası için yetecek kadar taş getirtip yontturdu. Taşların yontulma işinin bittiği gecenin sabahı, herkes, dergahın yapılmış olduğunu gördü. Dergahı yaptıracak kimse, derhal Sarı İsmail"in yanına gelip; "Ben bu binanın yaptırılması için usta getirdim, taş getirdim ve yaptırma sevabına kavuşmak istedim. Fakat her kimse bir gecede yaptırmış." diyerek üzüntülerini belirtti. Sarı İsmail, durumu derhal hocası Hacı Bektaş-ı Veli"ye bildirdi. Bunun üzerine Hacı Bektaş-ı Veli; "Ey İsmail! O beni sevene söyle, bu dergahı zahirden birisi gelip yaptırmadı. Allahü Tealanın izni ile bir anda yapıldı. Sevabı yine onun amel defterine yazılmıştır." dedi. İsmail durumu derhal o kimseye bildirdi. O zat da Allahü Tealaya şükür secdesi yaptı.


    Abdullâh b. Abbâs

    Resûlullahın amcası Abbâsın oğlu olup, çok âlim idi. Annesi Lübâde, Hâlid bin Velîdin teyzesi idi. Hicretden üç yıl önce Mekkede doğdu. Çok hadîs-i şerîf bilirdi. Halîfe Ömerin müşkillerini çözerdi. Sıffînde imâm-ı Alînin kumandanlarından idi. Abdüllah bin Zübeyrin hilâfetini kabûl etmedi. Tefsîrde çok ileri idi. Müfessirlerin şâhıdır. 68 yılında, Tâifde vefât etdi. Uzun boylu, beyâz, güzel idi. Ömrünün sonlarında göremez oldu. Abbâsî halîfeleri, bunun soyundandır.

    ÖMER B. ABDÜLAZIZ (99-101/717-720)

    "Onlar (o kimseler ki) kendilerine yeryüzünde iktidar verdigimiz takdirde, namazi kilarlar, zekati verirler, iyiligi emrederler, kötülükten vazgeçirmeye çalisirlar. Bütün islerin sonu Allah'a aittir." (Hac/41)

    Dogum yeri ve tarihi konusunda degisik rivayetlerin bulundugu Ömer b. Abdülaziz'in Medine'de dogdugu rivayeti kuvvetli görüslerdendir.

    Babasi Abdülaziz'in Misir alisi olmasi münasebetiyle hayatinin büyük bir bölümü orada geçmistir. Daha sonra babasinin istegi üzerine Medine'ye giden Ömer b. Abdülaziz egitimini orada tamamlamaya çalisti. Sahabenin, hadis ravilerinin meclislerine devam eder, ayrica siir ve edebiyat meclislerine katilirdi. Hatta onun meclisi, fakihler, alimler ve edipler meclisiydi. Ömer'in annesi de, Ümmü Asim bint. Asim b. Ömer b. Hatta bint'tir. Yumusak huylu, güzel ahlakli, zühd ve takva sahibi bir hanimdi.

    Halife Abdülmelik, onu Dimesk'e (Sam) çagirmis ve kizi Fatima ile evlendirmistir. Daha sonra Halife Velid tarafindan Hicaz Valiligi'ne tayin edildi.

    Keyfî uygulamalarda bulunan diger valilerin aksine Ömer, sehre gelir gelmez hadis bilen 10 dindar kimseden bir meclis kurdu. Bütün mühim isleri bunlarla görüsüp karara bagladiktan sonra uygulamaya koyulurdu. Bu uygulamasindan dolayi, Haccac'in zulmünden kaçan kisiler, Mekke ve Medine'ye siginmaya basladilar. Bu durum Haccac'in Ömer'e karsi tavir almasina sebep oldu. Aralari açildi ve görevden aldirdi. Yedi yil yaptigi bu görevdeki basarisiyla saygin zevat tarafindan takdir topladi. Nitekim bu alim Reca b. Hayyan'in destegi sayesinde veliaht tayin edildi.

    Halife Süleyman b. Abdülmelik'in ölümünden sonra Halife seçildi. Abdülmelik'in ogullari Yezid ve Hisam tarafindan buna itiraz edilmisse de halkin teveccühüyle bu is tamamlandi. Ömer b. Abdülaziz Halife oldu. (*)

    HALIFE OLDUKTAN SONRA YAPTIKLARI ISLER

    Itiraf etmek gerekir ki, Muaviye'den itibaren fethedilen bölge sakinleri ikinci sinif (mevalî) vatandas muamelesi görüyorlar, Müslüman olmalarina, askerî seferlere katilmalarina ragmen haraç vermeye mecbur tutuluyorlar veya ganimetten çok az pay aliyorlardi. Gayr-i Arap (Arap olmayan) kimseler Islam'a karsi süpheyle bakiyorlardi.

    Halife Ömer, Müslüman olanlarin hangi irktan olursa olsun diger Müslümanlarla esit olduklarini açikladi. Onlardan vergi (haraç) alinmayacagini ifade etti.

    Savastan ziyade barisi esas alan Ömer, bu tutumundan dolayi birçok kabilenin Müslüman olmasini sagladi. Bu, tefessüh eden Emevî hanedaninda idari bir reform niteligi tasimaktadir. Kararlarin alinmasindan ziyade uygulanmasi daha büyük önem arzetmekte; bunun için de derhal idareye gelir getirmeyen halk tarafindan sevilmeyen, halka zulmeden ve keyfî tasarrufta bulunan valileri degistirip yerine yenilerini getirdi. Tayinde en çok dikkate aldigi konu; ehliyet, ilim, takva ve salih ameldi. O, devlete sadikane hizmet verecek idarecilere görev verdi. Böylece hilafet müessesesi taze kanla takviye edilmis ve dört halife devrindeki canliligina kavusmustur.

    Bu degisiklikler ve uygulamalar, hilafeti elinde bulunduran Umeyye ogullarini ciddi sekilde rahatsiz ediyordu. Yer yer açiga vursalar da pek fazla bir sey de yapamiyorlardi.

    Emevî ileri gelenleriyle Ömer arasinda söyle bir tartisma geçer:

    Ömer onlarin "Bize görev ver" tekliflerine, "Isterseniz her birinizi asker yapayim." cevabini verir.

    Emevîler:"Ne diye yapamayacagimiz bir seyi bize teklif ediyorsun?" diye söylenip, "Akraba degil miyiz? Bizim de bir hakkimiz yok mu?" diye diretince Ömer:

    "Benim için bu konuda, sizinle en uzak bir Müslüman arasinda hiçbir fark yoktur." diyerek bu konuda tavrini koydu.

    Ömer, minberlerde Hz. Ali (R.A.)'yi lanetlemeyi kaldirdi. Babasi Abdülaziz'in Misir'da takip ettigi yolu takip etmis olmasina sasilmaz. Zira kendisinden rivayet edildigine göre babasi hutbede Hz. Ali (R.A)'nin adinin zikredildigi yere gelince keke
#22.06.2008 18:30 0 0 0


  • HASAN-I BASRÎ


    Tâbiînin büyüklerinden. Zâhid, muhaddis, fakîh ve müfessir.

    Adi, Ebû Sâid el-Hasan b. Ebi"l-Hasan Yesâr el-Basrîdir. Babasi Yesâr, Irak"in bir kasabasi olan Meysânlidir. Yesâr, Meysan"in fethedilmesi sirasinda esir düsmüs ve buradan efendisinin kendisini âzâd ettigi, daha sonra da Hasan-i Basrî"nin annesi Hayrâ ile evlendigi Medine"ye götürülmüstür. iste, Hasan-i Basrî, burada Hazreti Ömer"in halifeliginin son ikinci yili olan Hicrî 21 senesinde dogmustur (21/641).

    Annesi Hayrâ, Peygamberimizin hanimi Ümmü Seleme"ye hizmette bulunmustur. Bu arada, Ümmü Seleme"nin Hasan"i emzirdigi ve ondaki hikmet ve belâgatin bundan dolayi oldugu söylenir. Ayrica, Ümmü Seleme"nin, kendisini Ömer"e götürdügü ve onun için söyle dua ettigi de rivâyetler arasindadir; "Yâ Rabbi, onu dinde fakîh kil ve insanlara sevdir (Ibn Sa"d, Tabakât, VII/I, 114).

    Hasan, Vâdi"l-Kurâ"da büyümüs ve çocuklugu orada geçmistir. Gençliginde Dogu iran"in fethine (43/663) katilmis, bundan kisa bir müddet sonra, Horasan vâlisi Rebi" b. Ziyâd"in kâtipliginde bulunmustur. Bundan sonraki hayatinin geri kalanini çogunlukla Basra"da geçirmistir. En son vefât edenleriyle birlikte üç yüz sahâbe ile görüstügü rivâyet edilir. Bu bakimdan tâbiînin önde gelenlerinden olup ilim ve fazileti, zühd ve takvâsi ile meshurdur. Ebû Tâlib Mekkî, Hasani Basrî"nin tasavvuf yolunda imamlari oldugunu söylemistir. Enes b. Mâlik, kendisine bir mesele soruldugunda, onun Hasan-i Basrî"ye de sorulmasini, onun derin ilim sahibi oldugunu söylerdi (Ibni Sa"d, a.g.e., s. 128).

    Insanda bir irade hürriyetinin mevcudiyetini, buna bagli olarak da hayir ve serrin islenmesinde kisinin tamamen hür oldugunu kabul eden zühd ve takvâ önderi Hasan-i Basrî, persembe aksami vefat etmis ve cuma günü defnedilmistir (110/728). Halkin cenazesine katilmasi muhtesem olmus ve rivâyete göre o gün camide ikindi namazi kilinamamistir (Osman Karadeniz, Hasan el-Basrî ve Kelâmî Görüsleri, D.E. Ü.ilâhiyet Fak. Dergisi, II, izmir- 1985).

    Hasan-i Basrî"nin çesitli konulardaki görüslerini söylece özetleyebiliriz:

    Hasan-i Basrî, "Allah, mahlûkati ve tabiati yaratti. Hersey yaratilisina uygun olarak hareket eder" demekle kadere inancini açiklayip, Kaderiyye gibi düsünmedigini belirtir ve günâhkâr mü"minin, münâfik oldugunu söyler.

    Ibâdet hayatinda bütün kaide ve emirlerin siki sikiya tatbik edilmesini ister. Nifak ve riyâya siddetle düsman olup, amelde ihlâsin bulunmasi gerektigini söyler. "Biz insanin dindarligini sözleriyle degil, fiiliyatiyla anlariz" diyerek de uygulamaya önem verdigini belirtir.

    O"nu da "eski"ye özlem içinde görmekteyiz. "Eskiden dünya ehli fânî mallarini, ilimleri için âlimlere sarfediyorlardi. Bugün âlimler, ilimlerini ehl-i dünyanin menfaati, onlarin fânî mallari için kullaniyorlar. Dünya ehli mallariyla, alimlerden yüz çevirdi ve onlarin ilimlerinden mahrum kaldi. Çünkü alimlerin verdigi hükümlerde talihsiz sonlarini gördüler" der.

    Gerçek fakîhin, takvâ sahibi oldugunu, kimseden himmet beklemedigini, kimseye hakaret nazariyla bakmadigini, ilmine karsilik bir dal bile beklemedigini, çesitli sözlerinde belirtmektedir.

    Hasan-i Basrî, sûf giyenleri tenkid eden bir sûfî olup, Basra"dakilerin ilki degildir. O"nun zühd anlayisi, tefekkür, nefs muhasebesi, dünyadan uzaklasma ve Allah askina dayanmaktadir. "Tefekkür, sana iyi ve kötü fiillerini gösteren bir aynadir";

    "Mü"min, daima nefsinin hâkimidir. Onu Allah için inceler. Dünyada nefsini murâkabe edenlerin hesabi, âhirette kolay olacaktir. Kendilerini murâkabe ve muhâsebe etmeyenlerin hesabi da zor olacaktir" dedigi bilinmektedir.

    O, karsisindakileri egitmek için sorular sorar, gerçekleri bizzat kendilerinin bulmasini isterdi. Çünkü kisilerin yalniz ölüp, yalniz gömüleceklerini, yalniz dirilip, yalniz baslarina hesap vereceklerini beyanla herkesin kendisine dönmesinin önemine isaret ederdi. Ona göre, düsüncesini âhiret üzerine yogunlastiranlarin, dünyadan ve fânî seylerden sevgisini kesmeleri ve her iste Hazret-i Peygamber"in yolunu izlemeleri sarttir.

    Hasan-i Basrî, hüzünlü olmayi kendine siâr edinen bir sûfi olarak temayüz etmistir. Dünyadan kaçis, zâhidâne bir hayat, nefsinden hiçbir zaman emin olmama, iste bunlarin hepsi, O"ndan hükmün kaynagini teskil etmektedir. Hüznü savunan bir sözünde "uzun hüzün, iyi amellerin kaynagidir" demektedir" "Yaptiklarinin cezasi olarak, bundan böyle az gülsünler, çok aglasinlar" (et-Tevbe, 9/82) âyetinin isaret ettigi emir çerçevesinde fazla gülmemeyi ögütler, fazla gülmenin kalbi öldürdügünü söylerdi. Kisi bir bütün olarak Kur"ân-i Kerîm"e uygun hareket ederken, en küçük kötülükten çekinir, her konuda çok titiz olursa o, verâ sahibi olmus olur. Bunu, Hasan-i Basrî"de su ifadelerle billurlasmis görüyoruz.

    "Amellerine bak, onlari incele. Çünkü birbirinden kesin sinirlarla ayrilan hayir ve ser tartilacak. En küçük bir hayiri degersiz bulma, âhirette o sana fayda verecek. En küçük bir kötülügü zararsiz sayma, ahirette aleyhinde olacaktir." Hasan-i Basrî"de Allah aski (muhabbettullah) zirvededir. Bunu, hadîsi kudsîden aldigi güçle saglamistir. "Bana, kendilerine farz kildigim seyleri edâ ettigi gibisi ile yaklasani yoktur. Eger kul, bana nâfile ibadetlerle yaklasirsa ben onu severim. Ben onu sevince de, onun kulagi, gözü, eli, dili ve ayagi olurum. Benimle duyar, benimle görür, benimle konusur, benimle tutar ve benimle yürür" (Buhârî, Rikak, 38). O"na göre Allah aski manevî hayatin en yüksek noktasidir. Çünkü bu ask, Allah"a dogru yükselisin meyvesidir.

    Cennette Allah"in zâtinin ihatasiz olarak görülebilecegini kabul eder. iyiligi emir kötülügü nehyetmek kurali, O"nun hareket noktasini olusturmaktadir.

    Tefsîr ve hadîste tenkid edici fakat gerçekçi bir görüse sahiptir. Müslümanlarin ibâdetlerinde mevcûd Israiliyyat"i biliyor ve onlari bu yanlis inançlardan kurtarmak için, korkusuzca mücâdelesini sürdürüyordu. Bunun yaninda isyan etmeden, halifelere bile açikça hatalarini söylemekle, cesaret örnegini göstermistir. Haccâc b. Yûsuf"un zulmüne karsi, ona kafa tutmustiir. Rûhu sâd olsun... (Hayranî Altintas, Tasavvuf Tarihi, Ankara Üniversitesi, ilâhiyet Fakültesi,1986, s. 61-65).














#22.06.2008 18:32 0 0 0
  • Imam Bûsîrî ve Kasîde-i Bürde



    Hassân ibn Sâbit ve Ka"b ibn Züheyr"den itibaren islâm dünyasinda yetisen sairler, dehâ ve sanatlarinin en olgun ürünlerini Hz. Peygamber için yazmis olduklari naat ve kasîdelerde ortaya koymuslardir. Fakat bunlardan bazisinin eseri sanat degerinden çok, kazandigi söhret bakimindan digerlerinden daha sansli sayilmaktadir. iste bu kervanin önde gelenlerinden biri XIII. yüzyilda Misir"da yasamis olan imam Bûsîrî"dir. 1 sevval 608/7 Mart 1212"de Yukari Misir"daki Behnesâ sehrine bagli Behsim"de dogan Muhammed el-Bûsîrî, Berberî asilli olup Fas"taki Hammâd Kalesi"nde Habnûnogullari diye taninan bir aileden gelmektedir. Baba tarafindan Bûsîrli oldugu için Bûsîrî, annesi tarafindan Delâsli oldugu için de Delâsî nisbesiyle anilmaktadir. sairin, bazan bu iki kelimeyi birlestirerek Delâsîrî nisbesini kullandigi da görülür. Çocukluk yillari, ailesiyle birlikte yerlestigi Delâs"ta geçmisti. Daha sonra Kahire"ye giderek burada islâmî ilimlerin yanisira dil ve edebiyat tahsil etti. Özellikle hadis ve siyer ilimleriyle daha çok mesgul oldugu, ayrica yahudi ve hristiyanliga karsi yazmis oldugu reddiyelerden onun Tevrat ve incil hakkinda genis malumata sahip bulundugu anlasilmaktadir. Bir süre Bilbis sehrinde maliyede kâtip olarak çalistiktan sonra Kahire"ye dönmüs ve {REF küttâb} denen Kur"an dershanesinde egitim ve ögretim faaliyetinde bulunmustur. Daha sonra el-Mahalle ve Sehâ sehirlerinde kâtip olarak çalisirken mesâi arkadaslari olan hristiyan memurlarin yaptiklari yolsuzluklardan fazlasiyla rahatsizlik duyarak bunlari siirlerinde dile getirmistir.
    Kisa boylu ve zayif bir bünyeye sahip olan Bûsîrî"nin baslica huzursuzluk kaynagi, haniminin hirçinligi ile çocuklarinin çoklugu ve geçim sikintisi olmustur. sâzelî tarikatinin kurucusu Ebü"l-Hasan es-sâzelî"ye intisap eden sair, onun ölümü üzerine yerine geçen Ebü"l-Abbas el-Mürsî"ye hitaben yazdigi 142 beyitlik "dal" redifli mersiyede seyhinin fazilet ve meziyetlerinden sitayisle söz eder. Öyle anlasiliyor ki ünlü mutasavvif ibn Atâullah el-iskenderî ile Bûsîrî, seyh sâzelî"nin en önde gelen iki mürididir. Ancak ibn Atâullah ilâhî ask temasini islerken, Bûsîrî daha çok peygamber sevgisini terennüm etmistir.
    Hayatinin sonlarina dogru felç olan Bûsîrî, rivayete göre Hz. Peygamber için yazdigi bir kaside sayesinde bu hastaliktan kurtulmus ve uzun bir ömürden sonra seksen küsûr yaslarinda iskenderiye"de vefât etmistir (696/1296-97).
    Bûsîrî"nin kaleme aldigi eserlerin tamamina yakini manzum olup çogu Hz. Peygamber hakkinda yazilan kasidelerden ibarettir. siiri, yapi ve üslûp bakimindan son derece saglam ve liriktir. Bu yüzden asirlar boyu onun naat ve kasideleri islâm cografyasinin her bölgesinde büyük ilgi görmüs, dinî toplantilarda en çok okunan siirler arasinda yer almistir. Klasik kaynaklarda daginik bir sekilde bulunan on iki kasideden ibaret olan siirleri bir araya getirilerek Dîvânü"l-Bûsîrî adiyla yayimlanmistir (nsr. Muhammed Seyyid Keylânî, Kahire 1374/1955). islâmî edebiyat alaninda dünya çapinda en meshur eseri Kasîdetü"l-bürde diye bilinen 160 beyitlik kasidesidir. Coskun bir peygamber asigi olan Bûsîrî"yi söhretin zirvesine tasiyan bu kasideye kendisi el-Kevâkibü"d-dürriyye fî medhi hayri"l-beriyye adini verdigi halde, yukaridaki isimle taninmasi gördügü bir rüyâdan kaynaklanmaktadir. söyle ki hayatinin sonlarina dogru felç hastaligina yakalandigi bir sirada, rivayete göre rüyâsinda Hz. Peygamber Bûsîrî"den kendisi için yazdigi kasideyi okumasini ister; o "yâ Resûlallah! Ben sizin için çok kasideler yazdim, hangisini emredersiniz?" deyince, Hz. Peygamber kasidenin matla" beytini okuyarak bu kasideyi isaret eder. Bûsîrî kasidesini okurken Hz. Peygamber iki yana dogru sallanarak zevkle dinler. Yine rivayete göre Bûsîrî"yi ödüllendirmek üzere hirkasini çikarip yatmakta olan hasta sairin üzerine örter; bir diger rivayette ise vücudunun felçli kismini eliyle sivazlar. sair heyecanla uykudan uyanir, gördügü rüyânin zevkiyle toparlanmaya çalisirken felçten bir eser kalmadigini farkederek sevincinden ne yapacagini sasirir. Bu sirada safak söküp sabah namazi vakti yaklasmaktadir. Bûsîrî abdest alip mescide giderken bir dervisle karsilasir. Dervis ondan bu gece Hz.Peygamberin huzurunda okudugu kasideyi kendisine vermesini ister. iste bu olay duyulduktan sonra kaside büyük bir üne kavusur ve zaman asimi ile sairin verdigi isimle degil, rüyâda Hz. Peygamber tarafindan üzerine örtülen hirka sebebiyle Kasîdetü"l-bürde diye anilmaya baslar. Bazi kaynaklarda hastaliktan kurtulmasi sebebiyle Kasîdetü"l-bür"e diye geçiyorsa da bunun yakistirmadan öte bir degeri yoktur.
    Dünyada en meshur ve en çok okunan kasideler arasinda yer alan bu eser, belli basli bütün kültür dillerine tercüme edildigi gibi, Afrika, Güneydogu Asya ve Balkanlardaki mahalli dillere de çevrilmistir. Çesitli bölge ve ülkelerde genellikle sünnet, nisan ve dügün merasimlerinde, mübarek gün ve gecelerde, ayrica haftalik evrad olarak okunmakta, son münacât kismi ise felçli hastalar üzerine yedi gün süreyle okunup Cenâb-i Hakk"tan sifa niyaz edilmektedir.
    Tesbit edilebildigi kadar kasideye yapilan serhlerin sayisi 110, tahmisler 58, tesdisler 16 civarinda olup, üzerine sayisiz nazireler yazilmistir. Biz bu çalismamizda kasideyi Türkçe tercümesi ile birlikte verirken ayni zamanda Kasîde-i Bürde"yi Türkçe Söyleyis basligi altinda her beyiti Türkçe terennüm etmeye çalistik. Dinî heyecani canli tutmak ve peygamber sevgisini yasatmak için sanatin gücünden her dönemde istifade edilmistir. Genç nesillerin bu gerçegi dikkate alarak bu konuda daha güzel örnekler ortaya koyacaklari ümidiyle..









#22.06.2008 18:52 0 0 0


  • KURTUBÎ


    Ebû Abdullah Muhammed Ibn Ahmed Ibn Ebî Bekr Ibn Farh el-Kurtubî, Endülüs"ün yetistirdigi büyük âlimlerdendir.

    Kurtuba"da çiftçilikle ugrasan bir ailenin çocugu olarak dünyaya gelen Kurtubî ögrenim çagina girince önce Arapça ve siir, sonra da Kur"ân-i Kerim ögrendi. 627/1230"da babasinin vefatindan sonra da tahsiline devam ederek Rebî Ibn Abdurrahman Ibn Ahmed (ö. 633/1235), Ibn Ebî Hucce adiyla meshur olan Ebu Ca"fer Ahmed (ö. 643/1245) gibi âlimlerden dilbilgisi, nahv, belâgat, Kur"ân ilimleri, Fikih dersleri aldi.

    Herhalde Kurtuba ve diger Endülüs sehirlerinin Hristiyanlarin eline geçmesinden sonra, Misir"in Iskenderiye sehrine geldi. Misir"a gelis tarihi kesin olmamakla birlikte Iskenderiye"de, (648/1251) yilinda vefat eden hadis âlimi Ebu Muhammed Abdulvehhâb Ibn Revâc"dan ders aldigina göre bu tarihten önce Iskenderiye"ye gelmis olmalidir.

    Kurtubî burada Ibnu"l-Cummeyzî (ö. 649/1252), Ebu"l-Abbâs Ahmed Ibn Ömer el-Kurtubî (ö. 656/1258) ve el-Hasen Ibn Muhammed el-Bekrî (ö. 656/1258) gibi hocalardan dil, edebiyat, Kur"ân ilimleri, kirâat, tefsir, hadis, Fikih dersleri aldi.

    Kurtubî buradan Kahire"ye, daha sonra da Asyût"un kuzeyindeki Münyetu Benî Hasîb"e gidip yerleserek (671/1273)"de vefatina kadar orada kaldi. Kaynaklar Kurtubî"yi, salih bir kul; ârif, dünyaya karsi zâhidâne yasayan, itkân sahibi bir âlim olarak tanitirlar. Zühd ve takvâ içinde yasamakla birlikte faydali birçok eser kaleme almistir. Kaynaklarda birçok talebesi oldugu bildirilmekle birlikte bunlarin isimleri verilmemistir.

    Kurtubî birçok Endülüslü âlim gibi fikihta Mâlikidir. Fakat tefsirine baktigimizda onun, mezheb taassubuna kapilmadigini, hattâ bu eserinde zaman zaman diger mezheblerin görüslerini tercih ettigini görürüz. Bunda, Misir"a geldikten sonra Sâfiî âlimlerden ders okumus olmasinin tesiri oldugu söylenebilir. Itikâd mezhebi itibariyle de Es"arîdir.

    Bilinen eserlerinden önemlileri sunlardir:

    1. et-Tezkire fi Ahvâli"l-Mevtâ ve Umûri"l-Âhire: Kurtubî bu eserinde ölüm, ölülerin halleri, kiyamet, Cennet, Cehennem gibi mevzulari anlatir.

    2. et-Tezkâr fi Efdali"l-Ezkâr: Kur"ân-i Kerim"in faziletlerine dair kirk bâbdan olusan bir eserdir.

    3. el-I"lâm bimâ fî Dîni"n-Nasârâ mine"l-Mefâsid ve"l-Evhâm ve Ezhâru Mehâsini Dîni"l-Islâm.

    4. el-Misbâh beyne"l-Ef"âl ve"s-Sihâh: Ebu"l-Kâsim Ali Ibn Cafer"in Kitâbu"l-Ef"âl"i ile el Cevherî"nin es-Sihâh adli lügate dair eserlerinin muhtasaridir.

    5. el-Muktebes fî Serhi Muvattai Mâlik Ibn Enes.

    6. el-Lumau"l-Lu"luiyye fî Serhi"l Isrînâti"n-Nebeviyye.

    7. el-Câmi"li-Ahkâmi"l-Kur"ân. (Kurtubî"nin hayati, eserleri, ilmî sahsiyeti hakkinda genis bilgi için bk. el-Kasabi Mahmud Zalat, el-Kurtubî ve Menhecuhû fi"t-Tefsir, Kahire (1399/1979); Mahmud Besyûnî Fûde, Nes"etu"t- Tefsîr ve Menâhicuhu, Kahire 1406/1986, s. 195-196; Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsîr Tarihi, Ankara 1960, II, 345-346; Ismail Cerrahoglu, Tefsir Tarihi, Ankara 1988, II, 116-128).

    Kurtubî Tefsiri:

    Kurtubî"nin tefsirinin tam adi eserin mukaddimesinde belirtildigi üzere "el-Câmi li-Ahkâmi"l-Kur"ân ve"l Mübeyyin limâ Tedammenehû mine"s-Sünne ve Âyi"l-Furkân"dir. Eser, ahkâm agirlikli oldugu için bunu Ahkâmu"l-Kur"ânlar içinde sayanlar da vardir. Ama bütün Kur"ân"in bastan sona kadar tefsirini ihtiva etmektedir. Kurtubî tefsirine Kur"ân"in fazileti, okunusunun keyfiyeti, tefsiri, i"câzi, cem ve tertibi, ahrufu seb"a, müfessirlerin dereceleri ve tefsirle ilgili daha birçok konuya tahsis ettigi oldukça genis bir mukaddime ile baslar. Bu mukaddimenin basinda, tefsirinde takip edecegi metodu bizzat kendisi söyle açiklamistir:

    "Ömrüm boyunca Allah"in kitabi ile mesgul olmayi ve bütün gücümü ona sarfetmeyi uygun gördüm. Bunu da tefsirdeki nükteleri içine alacak sekilde lügatleri, i"rablari, kirâatleri, kalbleri dogru yoldan sapan dalâlet ehlini reddetmeyi, bu zikrettiklerimin yaninda ahkâmi, âyetlerin nüzûl sebeplerini, âyetler arasindaki manâyi toplayan ve birbirine zit gibi görünen ayetler arasindaki müskülleri açiklayan selef ve halef âlimlerinin görüslerine sehâdet eden hadisleri özlü bir sekilde yazmaya giristim... Bu kitaptaki sartlarim: Sözleri söyleyenlerine, hadisleri de (hadis mecmualarinin) müelliflerine dayandirmaktir... Müfessirlerin kissalarindan, tarihçilerin haberlerinden lüzumlu olanlar ve açiklama için mutlaka gerekli olanlar hariç olmak üzere yüz çevirdim. Bunun yerine "mes"ele" adini verdigim ahkâm âyetlerinin açiklamalarini koydum. Bir, iki veya daha fazla hüküm ihtiva eden her âyete bazi mes"eleler ilâve ederek o mes"eleler içinde nüzûl sebeplerini, tefsiri, garîb kelimeleri ve hükümleri açikladim. Sayet âyet bir hüküm ihtiva etmiyorsa tefsir ve te"vilini vermekle yetindim." (el-Câmî li Ahkâmi"l-Kur"ân, Beyrut 1405/1985, I, 2-3"den kisaltilarak).

    Gerçekten Kurtubî mukaddimede verdigi bu esaslara uymus ve rivâyet agirlikli, son derece faydali bir tefsir ortaya koymustur. Tefsirde rivâyete agirlik verilmesi yaninda dirayet ihmal edilmis degildir. Mukaddimede belirtildigi üzere Sahabe ve Tabiun söz ve görüslerinden baslayarak kendi zamanina kadar yazilmis tefsirlerden -genel olarak kaynak belirtmek suretiyle- bol bol alintilar yapilmis; âyetlerin tefsirine dair o zamana kadar söylenen ve yazilanlar toplanmistir. Kurtubî, rivayete agirlik verirken tefsirine giristigi âyetin açiklamasi ile ilgili hadis bulmussa bununla yetinmis, hadis bulamadigi takdirde Sahabe, Tabiun ve daha sonra gelen âlimlerin görüslerine yer vermis, bu görüslerin degisik olmasi halinde aralarinda tercihler de yapmistir.

    Istifade ettigi eserler arasinda Ahkâmu"l-Kur"ân"lar yekûn tutar. Bunlar içinde en çok Ebu Bekr er-Râzi el-Cassâs (ö. 370/981), Ilkiyâ el-Herrâsi (ö. 504/1110) ve Ebu Bekr Ibnu"l-Arab; (ö. 543/1148)"nin Ahkâmu"l-Kur"ân"larindan istifade etmistir. Bilindigi üzere bunlardan Ibnu"l-Arabî, Mâlikî; Ilkiyâ el-Herrâsî Sâfiî; Ebu Bekr el-Cassâs ise Hanefîdir. Ibnu"l-Arabî"nin eserinden çok istifade etmesi yaninda zaman zaman onu tenkidden geri kalmamistir.

    Ahkâmu"l-Kur"ân"lar disindaki tefsir kaynaklari içinde Ibn Cerîr et-Taberî (ö. 310/923)"nin Câmiu"l Beyân"i, Ebu Ca"fer en-Nehhâs (õ. 338/949)"in I"râbu"l-Kur"ân Ye Maâni"l-Kur"ân"i, Ebu Bekr en-Nakkâs (ö. 351/962)"in Sifâu"s-Sudûr adli tefsiri, Ebu"l-Abbâsî Ahmed ibn Ammar, el-Mehdevî (ö. 430/1039)"nin et-Tahsil li-Fevâidi Kitâbi"t-Tahsili"l Câmi li-Ulûmi"d-Tenzil ti, Mekkî Ibn Ebi Tâlib (ö. 437/1045)"in Tefsir"i ve Müskilu I"râbi"l-Kur"ân"i, el-Mâverdî (ö. 450/1058)"nin Tefsir"i ve Ibn Atiyye (ö. 541/1147)"nin el-Muharraru"l Veciz"i sayilabilir.

    Bunlarin disinda Kurtubî bu tefsirinde, liste olarak verilse dahi sayfalarca tutacak derecede çok hadis, fikih, kirâat, dil ve belâgat, akâid ve kelâm, tarih sahalarinda zamanina kadar yazilmis birçok eserden çogu kere kaynak belirterek istifade etmis ve tefsirinde bunlardan alintilar yapmistir.

    Daha önce Kurtubî"nin fikihta Mâliki; itikadda Es"arî oldugunu belirtmistik. Buna binaen tefsirinde Maliki mezhebinin görüslerini delillendirirken -özellikle ahkâm âyetlerinin tefsirinde- diger mezheblerin görüslerine de yer vermis ama nezîh bir surette tenkid ve reddetmistir. Itikadî konularin delilleri olan âyetlerin tefsirinde ise Ehl-i Sünnet disindaki Mu"tezile, Kerâmiyye, Imâmiyye, Râfiziyye, Mücessime, Müsebbihe, Karâmita gibi bâtil mezheblerin görüslerinin çürütülmesine özen gösterilmistir.

    Kurtubî tefsirinde kirâatlere -sâz olan kirâatlere de isaret edilmek suretiyle- ve âyetlerin Arap dilbilgisine göre tahlillerine, siirle istishâda da bolca rastlanir. Bu arada az da olsa israiliyyata yer verdigi görülür.

    Bu özellikleriyle Kurtubî tefsiri isimlendirildigi üzere sadece bir Ahkâmu"l-Kur"ân degil Kur"ân-i Kerim"in bütün âyetlerini hemen her yönden inceleyen, hattâ zamanindaki tabiî bilimler isiginda bazi âyetleri tefsire çalisan genis bir tefsirdir. Yazma nüshalarinin bollugu yaninda defalarca baskisi da yapilmistir. Son olarak Misir"da on iki cilt halinde bir baskisi vardir ve bu baskida kaynaklari da dipnotlar halinde gösterilmistir.




#22.06.2008 18:54 0 0 0


  • KÂDI BEYDÂVÎ

    Abdullah ibn Ömer ibn Muhammed Nâsiruddin el-Beydâvî Iran"da yetismis H. VII. asrin meshur müfessirlerinden biri. Siraz yakinlarindaki Beydâ"da dogmus, tahsil ve terbiyesini burada tamamlamis, yetistikten sonra Siraz"da kadi olmus ve burada baskadiliga kadar yükselmistir. Rivayete göre daha sonra seyhi Muhammed ibn Muhammed Kethânî"nin tavsiyesiyle kadiligi terketmis (Ömer, Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, Ankara 1960, II, 350) ve 650/1252 senelerine dogru Tebriz"e gelip yerleserek 685/1286"da vefatina kadar orada kalmistir.

    el-Gâyetu"l-Kusvâ adli eserinin mukaddimesinde belirttigine göre birinci derecede hocasi Siraz baskadisi olan babasi Ömer ibn Muhammed"dir. (Mahmud Besyunî Fûde, Nes"etu"t-Tefsîr ve Menâhicuhû, Kahire 1986, s. 211).

    Eserleri ve bu arada tefsîri Islâm âleminde çok meshur olmasina ragmen hayati, hocalari ve talebeleri hakkinda kaynaklarda yeteri kadar bilgi yoktur. Yalniz onun, Tebriz"e geldigi sirada bir mecliste gösterdigi maharet ve ilmi seviye anlatilmaktadir ki bu sayede o mecliste hazir bulunan bir vezir tarafindan itibar gördügü kaydedilir. (Davudî, Tabakâtu"l-Müfessirîn, Beyrut, t.y. I, 248-249).

    Tefsir, Hadis, Fikih, Usûl-i Fikih, Kelâm, Mantik ve Dil konularinda te"lif etmis oldugu eserlerden önemli olanlari sunlardir:

    1. Minhâcul-Vusûl ilâ ilmi"l-Usûl: Fikih usulüne dairdir.

    2. Serhu Mesâbîhu"s-Sünne: el-Begavî (ö. 516/1122)"nin hadise dair Mesâbîhu"s-Sünne adli eserinin serhidir.

    3. Nizâmu"t-Tevârîh: Farsça olan bu eseri Hz. Âdem"den baslayarak 674/1275 yilina kadar gelen genel ve özet bir tarihtir.

    4. el-Gâyetu"l-Kusvâ: Sâfiî mezhebine göre kaleme alinmis olan bu eser furûu"l-fikha dairdir.

    5. Tavâliu"l-Envâr min Metâlii"l Enzâr. Kelâm ilmine dairdir.

    6. Envârü"t-Tenzîl ve Esrâru"t Te"vil. Kâdî Beydâvî "Kadî Tefsiri" diye de bilinen bu eseri ile söhret bulmus, ilim erbabinca çok degerli bir tefsîr olarak kabul edilen bu tefsir asirlar boyunca ehl-i sünnet dünyasinda medreselerde okutulagelmis, üzerinde 250"den fazla serh, hasiye ve ta"lîka yazilmistir. Fikihta Sâfiî, akaidde Es"arî mezhebine göre te"lif edilmis olan bu tefsîri özellikle Osmanli medreselerinde asirlarca ders kitabi olarak okutulmustur. Osmanli âlimlerince Hanefî-Maturudî mezheblerine uygun Nesefî tefsiri "Medâriku"t-Tenzîl ve Hakâiku"t-Te"vîl"in degil de Kâdî"nin bu eserinin medreselerde okutulmak üzere seçilmis olmasi ger çekten önemini ve degerini ortaya koymaktadir.

    Envârü"t-Tenzîl doguda ve batida defalarca basilmis olmakla birlikte yazmalari karsilastirilarak ilmî bir nesirle simdiye kadar yayinlanmamistir.

    Bu eserin hâsiyeleri arasinda Muslihiddin ibn Temcîd (ö. 890/1485), Muhammed ibn Mustafa Seyhzâde (ö. 950/1543) Abdülhakîm es-Siyalkûtî (ö. 1067/1485) Sihâbuddîn el-Hafâcî (ö. 1069/1659) ve Ismail Ibn Muhammed el-Konevî (ö. 1195/1781)"nin hâsiyeleri basilmistir. Bunlar içinde de Sihâb, Seyhzâde ve Konevî hâsiyeleri çok meshurdur.

    Kâdî tefsîrini -hemen bütün müfessirlerde oldugu gibi- hayatinin sonlarina dogru Tebriz"de kaleme almistir. 650/1252 yillarina dogru buraya geldigine göre tefsîrin yazilisi H. VII. asrin ikinci yarisindadir.

    Tefsirinin basinda Kâdî Beydâvî bir müfessirde bulunmasi gereken sartlari ve tefsirinin özelliklerini söyle açiklar: "Tefsir ilmi dînî ilimlerin baskani ve basi, seriat binasinin temelidir. Onun hakkinda konusmaya ancak usul ve fürûu ile dini ilimlerin hepsinde yüksek bir mertebeye ulasmis, Arap dil ve edebî sanatlarin bütün çesitleri üzerinde bütün akranlarinin üstünde olanlar lâyiktir. Uzun zamandir bu sahada bir kitap yazmayi düsünmekteydim. Bu kitab Sahâbe, Tâbiûn ile onlardan sonraki selef ve halef âlimlerinin büyüklerinden bana ulasan tefsire dair sözlerin özünü, parlak nükteleri, parlak lâtifeleri, gerek benim, gerekse benden önceki faziletle müteahhir âlimlerin Kur"ân"dan çikardiklari hükümleri ihtiva edecek, meshur sekiz imama nisbet edilen kirâat vecihlerine, muteber kurradan rivâyet edilen sâz kirâatlere yer verecekti." (Mecmau"t-Tefâsîr, Istanbul 1984, I, 7-13). Gerçekten Kâdi tefsirinde, bu giristeki sartlarina uymus, söylediklerini ihtiva eden kisa, öz bir tefsir meydana getirmistir.

    Kâdî tefsirinin en önemli kaynaklari Zemahserî (ö. 538/1144)"nin el-Kessâf adli tefsîri ile Fahruddîn er-Râzî (ö. 606/1210)"nin Mefâtihu"l Gayb (el-Tefsîru"l-Kebîr)"idir. Zaman zaman Râgib el-Isfahânî"nin el-Müfredât fî Garîbi"l-Kurân"indan da istifade etmistir.

    Bir âyetin tefsîrinde büyük çogunlugunu el-Kessâf"tan naklederek muhtelif te"villeri sirayla vermekle yetinmeyip bunlar arasinda tercihler de yapar. Bir de bu te"villerin eserde, sihhat derecelerine göre siralandigi; kuvvetli sayilari te"vil, açiklama ve rivâyetlerin önde zikredildigi görülür.

    Kâdî tefsirinde Isrâiliyyâta rastlanir. Özellikle sûrelerin faziletlerine dair surelerin sonlarinda verdigi hadisler ihtiyatla karsilanmalidir. Çünkü çogunlugu ya zayif, ya da uydurma hadislerdir. Mâturîdî mezhebine uymayan te"villeri görüldügü zaman da bu eserin Es"arî mezhebi kelâm ekolünün görüslerine uygun olarak yazildigi hatirlanmalidir. Ahkâm âyetlerinin tefsirinde de hep kendi mezhebi olan Sâfiî mezhebini teyid edecek te"vil ve açiklamalara yer verir. Hadislerden istifade ederken bu mezhebin görüslerinin delilleri olan hadisleri verir. Bu tefsir bir rivâyet tefsîri olmadigi için tefsirde malzeme olarak kullanilan hadislerin isnâd zincirleri zikredilmemistir.

    Envârü"t-Tenzîl, kelâm ilmi konulari itibariyle Es"arî mezhebinin görüslerini aksettirmekle beraber -belki de farkina varmadan- Mu"tezile mezhebinin görüslerine uygun te"villere girmistir. Bunda, tefsirin el-Kessâf"tan kisaltilarak alinmasinin etkisi olmalidir. Yani Kâdi, el-Kessâf"tan alintilar yaparken ondaki Mu"tezile mezhebini destekleyen görüs ve te"villeri ayiklayarak almaya çalismis ama bunda pek basarili olamamistir. Bu özellik maalesef el-Kessâf"in tesîrinde kalan pekçok ehl-i sünnet müfessirinde görülmektedir.

    Bu özelliklerine ragmen Kâdi tefsiri sahabe, tabiûn ve kendinden önceki müfessirlerin Kur"ân tefsirine dair açiklamalarini kisa ve özlü bir sekilde toplayan, bu açiklamalarin degerlendirmelerinin de yer aldigi, Kur"ân-i Kerim"in dil yapisi, belagati ve icâz yönlerini açiklamaya öncelik veren, bunun yaninda arapça ibaresi oldukça dügümlü bir tefsirdir.






#22.06.2008 18:57 0 0 0


  • Ibn-i Kesir

    Islâm ilimlerinin bir çogunda meshur ve büyük söz sahibi olan âlimlerden birisi. Imâd uddîn Ebu"l-Fidâ Ismail Ibn Ömer Ibn Kesir. Dimask civarindaki Busrâ"nin Mecdel köyünde 701/1301"de dünyaya geldi. Bu yüzden el-Busravî ve ed-Dimaskî nisbeleri de vardir. Küçük yasta babasini kaybettiginden onun terbiye ve yetistirIlmesi (ö. 742/341)"dir. Bu hocasi ile uzun müddet çalismis ve O"nun kizi ile büyük kardesi Abdulvehhâb mesgul olmustur.

    Ilk tahsilini köyünde yaptiktan sonra Sam"a gelmis ve tahsiline burada devam etmistir. Hocalari arasinda Burhanuddin el-Fezârî (ö. 729/1329), Ibn Kadi Sihne (ö. 726/1326), Ishak el-Âmidî (ö. 725/1325) sayilabilir. Hadis sahasinda üstadi Ebu"l-Haccâc el-Mizzî (ö. 742/1341)"dir. Bu hocasi ile uzun müddet çalismis ve onun kizi ile evlenmistir. Bu arada Takiyyuddîn Ibn Teymiyye (ö. 728/1328)"den çok seyler ögrenmis ve onu müdafaa etmis, onun fetvalari ile amel edip fetva vermis, bu yüzden bir çok tenkidlere de ugramistir. Bu arada Karâfi, Debûsî Uranî ve Hutenî gibi âlimlerden icazet almistir.

    Birçok ilimde derinlesmis ve eserler vermistir. O bir tarihçi, bir hadis, bir fIkih, bir tefsir âlimidir. Yazdigi eserler, kendisi hayatta iken meshur olmus ve takdir görmüstür. Hal tercümesi (Tabakât) kitaplarinda ondan büyük bir övgü ile söz edilir (bk. Zehebî, Zeylu Tabakâtu"l-Huffâz, s. 57-59; Suyûtî, Tabakatu"l-Huffâz, Kahire 1973, s. 53, 529; Dâvûdî Tabakâtu"l-Müfessirîn, Kahire 1972, I, 110-111; Ibnu"l-Imâd el-Hanbelî, Sezerâtu"z-Zeheb, Beyrut (t.y.) VI, 231, 232; Ibn Hacer, ed-Dureru"l Kâmine, Beyrut (t.y.) I, 374).

    Sam"in meshur medreselerinde müderrislik yapmis; Zehebî (ö. 748/ 1347)"nin vefatiyla onun yerini Ümmu Salih medresesi seyhligine, Subkî (ö. 771/1370)"nin vefati üzerine de Eyrefiyye Dâru"l-Hadîs Medresesinin seyhligine gelmistir. Yetistirdigi talebesi içinde meshur hadis âlimi Sihabeddin Ibn Hiccî, Hafiz Ebu"l Mehâsin el-Hüseynî ve Ibn Hacer el-Askalânî sayilabilir. Ömrünün sonlarina dogru gözlerini kaybetmis, 774/1373 yilinda 74 yasinda iken Sam"da vefat etmis ve hocasi Ibn Teymiyye"nin yanina defnedIlmistir (Ismail Cerrahoglu, Tefsir Tarihi, Ankara 1988, II, 206-210; Ömer Nasuhi BIlmen, Büyük Tefsir Tarihi, Ankara 1960, II, 392-393; Muhammed Hüseyn ez-Zehebî, et- Tefsir ve"l Müfessirun, Kahire 1976, I, 242-243).

    Telif etmis oldugu birçok risale ve kitaptan önemli olanlari sunlardir:

    1. el-Bidâye ve"n-Nihâye: Yaradilistan baslayarak 767/1366 senesine kadar olaylari anlattigi tarihe dair eseridir. Islâm Tarihinin ana kaynaklarindan sayilir.

    2. Câmiu"l-Mesânid: Ahmed Ibn Hanbel"in Müsnedi, el-Bezzâr, Ebu Ya"lâ ve Ibn Ebi, Seybe"nin eserlerini el-Kutubu"s-Sitte"ye ilâve ederek topladigi hadise dair eseridir. Bu eserini bâblara göre tertip etmistir.

    3. el-Bâisu"l-Hasîs: Ibnu"s-Salâh"in Ulûmu"l-Hadis adli eserinin muhtasaridir.

    4. et-Tekmîl fi Ma"rifeti"s-Sikât ve"d-Duafâ ve"l-Mecâhil.

    5. Tabakâtu"s-Sâfiiyye.

    6. Menâkibu"l-Imam es-Sâfiî.

    7. Edillelu"t-Tenbîh fî-Fikhi"s-sâfiyye. Bu eserini gençliginde, telife Ilk basladigi siralarda yazdigi nakledilir.


    8. el-0ctihad fî Talebi Fadli"l-Cihâd: yazma halindeki bu eserin bir nüshasi Istanbul Köprülü kütüphanesinde 234 numaradadir.

    9. Muhtasaru Ibnu"l-Hâcib.

    10. Ehâdîsu"t-Tevhîd ve"r-Redd ale"s-Sirk.

    11. Müsnedu"s-Seyhayn: Hz. Ebu Bekr ve Hz. Ömer"in rivayet ettikleri hadIsleri toplayan bir hadis mecmuasidir.

    12. Fedâilu"l-Kur"an ve Tarîhu Cem"ihî: Kur"an"i Kerim"in faziletine dair hadIsleri topladigi bir rIsale olup tefsirinin bir tekmilesi mahiyetindedir.

    13. Serhu"l-Buhârî: Imam Buhârî"nin el-Câmi"s-Sahîh"ini açikladigi bu eserini tamamlayamamistir.

    14. Tefsîru"l-Kur"âni"l-Azîm: Taberî"nin tefsirinden sonra Ikinci kaynak kabul edilen bu eseri rivayet tefsiri metoduyla yazIlmis tam bir tefsirdir:

    Tefsiru"l-Kur"âni"l-Azîm

    Ibn Kesîr bu tefsirinde oldukça uzun bir mukaddime ile baslar. Bu mukaddimede Kur"an ve tefsirle ilgili birçok meseleyi ele alir. Tefsir Ilminin yüce bir ilim oldugunu, ona olan ihtiyaci belirtir. Tefsir Ilminin yüce bir ilim oldugunu, ona olan ihtiyaci belirtir. Kur"an"i tefsir etmenin en güzel yolunun "Kur"an"in yine Kur"an ile tefsiri" oldugunu söyler. "Kur"an"i Kur"an ile tefsir etmekten âciz kalirsan onu sünnet ile tefsir etmen gerekir. Çünkü hadis Kur"an"i açiklayici ve izah edicidir... Aradigimiz ayetin tefsirini ne Kur"an"da, ne de hadIste bulamazsak bu konuda sahabenin sözlerine basvururuz." der. 0srailiyyet ve 0srailiyyat"in bu ümmete verebilecegi zararlar konusunda okuyucu ikaz eder. Sahabeden sonra rey ve tefsirlerine itimat edebilecek tâbiûn ve tebe-i tâbiin âlimlerinin isimlerini verir. Kur"an"i kendi reyi ile tefsir konusuna açiklik getirir, bu konudaki müsbet ve menfî görüslere nakleder, sonra da Kur"an hakkinda genel bir takim bilgilere yer verir.

    Bu mukaddimeden de anlasilacagi üzere Ibn Kesir tefsirinde rivayete önem verir ama dirayet tefsiri yönünü de ihmal etmez. Tefsirde, hadis ravilerinin kritigi olan "cerh ve ta"dîle" özen gösterir. Bu hususta hocasi el-Mizzî"nin görüslerine büyük deger verir.

    Ibn Kesîr bu eserinde, tefsirin en güzel yolu olan Kur"an"i Kur"an ile tefsir etme yolunu tercih etmis buna ayri bir önem vermistir. Bir ayet veya ayet toplulugunu verdikten sonra bunlari zâhirî mana açisindan basit ve anlasilir ifadelerle kendisi izah eder. Bundan sonra öncelikle bu ayetleri tefsir eden diger ayetleri zikredip bunlar arasindaki münasebete Isaret eder. Daha sonra Hz. Peygamber"den, sahabe ve tabiunun ileri gelenlerinden nakillerde bulunur, bir ayetin tefsiri hakkindaki degisik görüsleri zikrederek bunlari degerlendirir, aralarinda tercihler yapar. Rivayetleri senetleri ile birlikte sahih olanlari ile illetli veya zayif olanlarini ayirdeder.


    Ibn Kesir bu tefsirinde Ibn Cerîr et-Taberî* (ö. 310/923). Ibn Ebî Hâtim (ö. 327/938), Ibn Atiyye (ö. 541/ 1147) gibi kendisinden önceki birçok mufeshirin tefsirlerinden, hadis sahasinda da Ahmed Ibn Hanbel"in Müsned"inden çokça nakillerde bulunur. Ancak Taberi"nin tefsirinde rastlanan zayif rivayetler Ibn Kesir"de yer almaz.

    Ibn Kesîr"in tefsirinin rivayet tefsirleri içinde mümtaz bir mevkide olmasini saglayan en önemli özelliklerinden biri de onun, birçok tefsir aldiklari isrâiliyyat konusundaki hassasiyetidir israiliyyata sirf tenkidini yapmak ve bu haberlerin kaynaklarini belirtmek sonra da müslümanlari bu tür rivayetlerden koruyup sakindirmak için eserine dercetmistir.

    Biraz önce de belirttigimiz gibi bu tefsir bir rivayet tefsiri olmasi yaninda dirayeti de ihmal etmemis ve bu arada fikhî ve kelâmî konulara da yeteri kadar yer vermistir. Tefsirde itikadî yönden Imam Es"arî"nin, fikhî yönden ise Imam Sâfiî"nin görüsleri tercih müdafaa edIlmis; ayetlerden bu Iki Imamin görüslerini teyit eden manâlar, bu Iki Imamin mezhebine uyan hükümler çikarIlmaya çalisIlmistir. Ahkâm ayetlerinin tefsirine giristiginde Imam Sâfiî"yi açikça iltizam ettigini göstermesi yaninda zaman zaman diger mezheblerin, özellikle de Imam Ebu Hanife"nin mezhebini ve delillerini çürütmeye çalisir.

    Ibn Kesir bir tarihçi olmasi hasebiyle bu tefsirde tarih ve kissalara da yer vermistir ama bu kabilden kisimlari azdir. Yine bu tefsirde ayetlerin gramer tahlillerine fazlaca yer verIlmez. Kirâatlere temas edIlmez. Ancak zaman zaman Ubeyy Ibn Ka"b, Abdullah Ibn Mes"ûd ve Ali Ibn Ebî Talib"in mushaflarindaki küçük farkliliklara Isaret edildigi görülür.

    Bu özellikleriyle Ibn Kesir"in Tefsîru"l-Kur"âni"l-Azîm"i rivayet tefsirlerinin en faydalisi, Kur"ân-i Kerim"in Hz. Peygamber ve ashabi tarafindan yapIlmis açiklamalarini en genis anlamda toplayani, ehl-i sünnet ve"l-cemâat mezhebinin delillerini Kur"an-i Kerim"den en güzel bulup çikarani, sapik mezheblerin Kur"an ayetlerine yüklemeye çalistiklari ihtimali olmayan te"villerden müslümanlari koruyani olarak görülmektedir.

    Bu kiymetli tefsir degisik Islâm ü lkelerinde defalarca yayinlanmis olup son olarak Misir"da Muhammed 0brahim el-Bennâ, Muhammed Ahmed Âsûr ve Abdülaziz Guneym"in tahkîki ile yayinlanmistir. Türkçeye "Hadislerle Kur"ân-i Kerim Tefsiri" adiyla yapilan tercümesi de Istanbul"da nesredIlmistir.




#22.06.2008 18:59 0 0 0


  • Ibn-i Abidin (1784-1836 m.)

    Sam"da yetisen âlimlerin en büyüklerinden, velî. Osmanlilarin en meshûr fikih âlimlerinden olan Ibn-i Âbidîn"in ismi, Seyyid Muhammed Emîn bin Ömer bin Abdülazîz"dir. 1784 (H.1198) senesinde Sam"da dogdu. Mevlânâ Hâlid-i Bagdâdî hazretlerinin sohbeti ile sereflenerek kemâle geldi.

    Ibn-i Âbidîn, küçük yasta Kur"ân-i kerîmi ezberledi. Bir müddet babasi ile birlikte ticâretle mesgûl oldu. Bu sirada bir taraftan da Kur"ân-i kerîmi okumaya devâm ediyordu. Bir gün dükkânlarinin önünde Kur"ân-i kerîm okurken, oradan geçen biri; "Burada bu sekilde Kur"ân-i kerîm okuman uygun degildir. Hem okumani düzelt." dedi. Bunun üzerine babasindan izin alarak, o zaman Sam"daki meshûr kirâat âlimlerinden Seyh-ül-Kurrâ Saîd-ül-Hamevî"ye gitti. Ondan tecvîd ilmine dâir Meydâniyye, Cezeriyye ve Sâtibiyye kitaplarini okudu ve ezberledi. Kur"ân-i kerîmin dogru ve tam okunmasini bildiren kirâat ilmini iyice ögrendikten sonra, sarf, nahiv ve Sâfiî fikhini ögrendi. Bu ilimlere dâir ana metinleri de ezberledi.Bundan sonra, o zamânin en meshûr âlimlerinden olan Seyyid Muhammed Sâkir Sâlimî"nin derslerine devâm etti. Fen ve sosyal ilimlerin, yanisira, tefsîr, hadîs ve fikih ilimlerini de ögrendi. Hocasi Mevlânâ Hâlid-i Bagdâdî"nin tavsiyesi üzerine, Hanefî mezhebine geçti. Daha on yedi yasindayken, fikih kitaplari üzerine hâsiye ve serhlerle açiklama ve îzâhlar yapti. Kiymetli eserler yazmaya basladi.Hadîs ilminde de, Sam"da bulunan muhaddis Kuzberî"den icâzet, diploma aldi. Ilimde o kadar yükseldi ki, daha hocalari hayattayken büyük bir söhrete kavustu.

    Ibn-i Âbidîn, zâhir ilimlerini ögrendikten sonra, kelâm ve tasavvuf ilimlerini de zamânin en büyük âlimi ve tasavvuf ehli, Mevlânâ Hâlid-i Bagdâdî"den ögrendi. Onun sohbeti ile sereflenerek kemâle geldi. Ibn-i Âbidîn"in ilimdeki üstün derecesini, ahlâkini ve hizmetlerini oglu Alâeddîn Muhammed söyle anlatti: "Babam uzun boylu, heybetli ve vakârli idi. Yüzünde nûr parlardi. Vaktini, devamli, ilim ögretmek ve talebe yetistirmekle, ibâdet ve tâatla geçirirdi. Geceleri devamli kitap yazar, az uyurdu. Gündüzleri ders okutur ve sorulan sorulara cevap (fetvâ) verirdi. Ramazanda her gece hatim okur ve göz yasi dökerdi. Insanlara faydali olmak husûsunda çok titiz davranir, hiç abdestsiz durmaz ve vaktini bosa geçirmezdi."

    Ibn-i Âbidîn hazretlerinin dîne uymaktaki hâlleri meshûrdur. Haram, mekruh ve süphelilerden kesinlikle uzak durur, mübahlari çok az kullanir, ibâdetlerinde sünnetlere, müstehaplara, edeplere uymakta son derece titiz davranirdi. Bes vakit namazda, tahiyyâti okurken, Resûlullah efendimizi bas gözü ile görürdü. Göremedigi zaman o namazi yeniden kilardi.

    Mevlânâ Hâlid-i Bagdâdî"nin kiymetli talebelerinden olan Ibn-i Âbidîn, ondan ders aldigi siralarda, bir gece rüyâda Resûlullah efendimizin üçüncü halîfesi hazret-i Osman"in vefât ettigini ve Câmi-i Emevî"de namazini kendisinin kildirdigini gördü. Sabahleyin derse gidip Mevlânâ Hâlid-i Bagdâdî hazretlerine bu rüyâyi oldugu gibi anlatinca, o da; "Senin rüyânin tâbiri, Allahü teâlâ bilir ki söyledir: "Ben yakinda vefât ederim, sen benim cenâze namazimi Câmi-i Emevî"de kildirirsin. Çünkü ben, hazret-i Osman"in torunlarindanim." buyurdu. Aradan birkaç gün geçince Mevlânâ Hâlid-i Bagdâdî tâûn, vebâ hastaligindan sehîd olarak vefât etti. Namazini Ibn-i Âbidîn kildirdi.

    Ibn-i Âbidîn hazretleri, fakirlere pekçok sadaka verir, akrabâsini ziyâret eder, annesine, babasina çok iyilik ve hürmet ederdi.

    Onun meclisinde bos söz konusulmazdi. Sam"da ve diger sehirlerdeki ser"î mahkemelerde ihtilafli hüküm verilse, derhal ona mürâcaat olunarak düzeltilirdi. En mühim ve zor meseleler ona sorulurdu. Ihtilafli bir sey hakkinda ona mürâcaat edilmeden hüküm verilmezdi. Ilim kitaplari üzerine kendi güzel yazisiyla öyle açiklamalar kordu ki, böylece en zor meseleler kolaylikla anlasilirdi. Kendisine sorulan sorulara verdigi cevaplari güzel bir üslupla yazardi. Birçok talebe yetistirip icâzet, diploma vermistir.

    Ibn-i Âbidîn, fikih âlimlerinin yedinci tabakasindandir. Yâni önceki tabakalarda bulunan fikih âlimlerinden dogru olarak nakil yapanlar derecesindedir.

    Ibn-i Âbidîn, 1836 (H.1252) senesinde elli dört yasinda Sam"da vefât etti. Vefât haberini duyan müslümanlar, böyle büyük bir âlimi kaybetmelerinden dolayi çok üzülüp göz yasi döktüler. Cenâzesine gelenler görülmemis bir kalabalik teskil etti. Cenâze namazi Sinân Pasa Câmiinde kilindiktan sonra, Sam"da "Bâb-üs-sagîr" denilen yerdeki kabristana götürüldü. Vefâtindan yirmi gün önce, hocalarinin ve büyük zâtlarin kabirlerinin yaninda kendisi için kazdirmis oldugu kabre defnedildi.

    Ibn-i Abidîn"in en meshûr eseri Redd-ül-Muhtâr"dir. Bilhassa bu eseriyle taninmistir. Bu kitabi, Dürr-ül-Muhtâr kitabina yaptigi bes ciltlik hâsiyesidir. Dürr-ül-Muhtar"a hasiye yazarken önce Vakif bahsinden baslamis, daha sonra basa dönmüstür. Önceki yazdiklarini temize çekmeden vefât edince bu kisimlar oglu Alâeddîn tarafindan temize çekilmistir. Kitap, Ibn-i Âbidîn ismiyle meshûr olmustur. Bu eseri Hanefî mezhebindeki fikih kitaplarinin en kiymetlisi ve en faydalisidir. Fukahâ (fikih âlimleri) tarafindan, üzerinde söz edilmis her meselenin hülâsasi, bütün Islâm âlimlerinin kabûl ve takdir ettigi bir sekilde bu kitapta toplanmistir. Hanefî mezhebinde kendi zamânina kadar yazilmis fikih kitaplarinin sanki bir özetidir. Bu kitaba kendi oglu tarafindan Kurret-ül-Uyûn-il-Ahyâr adinda bir tekmile yazilmistir. Sam âlimlerinden Ahmed Mehdî Hidir da, Ibn-i Âbidîn kitabinin bir fihristini hazirladi ve 1962"de basildi. Bundan baska; Tefsîr-ül-Beydâvî Hâsiyesi, El-Ibâne, El-Ukûd-üd-Dürriyye, Ithâf-üz-Zekî, Bugyet-ül-Menâsik, Tahrîr-ül-Ibâre, Tahrîr-ün-Nükûl, Sifâ-ül- Alîl, Ukûd-ül-Le"âlî, Icâbet-ül-Gavs, Sell-ül-Hisâm-il-Hindî li Nusreti Mevlânâ Hâlid en-Naksibendî, Nesemât-ül-Eshâr.

    Dört mezhebin inceliklerine vâkif, derin âlim, kâmil velî Seyyid Abdülhakîm Efendi; "Hanefî mezhebindeki fikih kitaplarinin en kiymetlisi, en faydalisi Ibn-i Âbidîn"dir. Her sözü delîl, her hükmü senettir..." buyurdu.

    Ibn-i Âbidîn, buyurdu ki:

    "Âdem aleyhisselâmdan beri, her dinde bir vakit namaz vardi. Hepsinin kildigi, bir araya toplanarak bize farz edildi. Namaz kilmak, îmânin sarti degil ise de, namazin farz olduguna inanmak, îmânin sartidir. Namaz, duâ demektir. Dînin emrettigi, bildigimiz ibâdete, namaz "salat" ismi verilmistir. Mükellef olan yâni âkil ve bâlig olan her müslümanin, her gün bes vakit namazi kilmasi "Farz-i ayn"dir. Farz oldugu, Kur"ân-i kerîmde ve hadîs-i serîflerde açikça bildirilmistir. Mîrâc gecesinde, bes vakit namaz emrolundu. Mîrâc, hicretten bir yil önce, Receb ayinin yirmi yedinci gecesinde vukû buldu. Mîrâcdan önce, yalniz sabah ve ikindi namazi vardi."

    "Kur"ân-i kerîm, Kadir gecesinde inmege baslamis ve hepsinin inmesi yirmi üç sene sürmüstür. Tevrât, Incil ve bütün kitaplar ve sahifeler ise, hepsi birden, bir defâda inmisti. Hepsi, insan sözüne benziyordu ve lafzlari mûcize degildi. Onun için çabuk bozuldu, degistirildiler. Kur"ân-i kerîm ise, Muhammed aleyhisselâmin mûcizelerinin de en büyügüdür ve insan sözüne benzememektedir."

    YAPTIGINIZ HIZMET

    Hocasi Mevlânâ Hâlid-i Bagdâdî"nin kendisine yazdigi bir mektup asagidadir.

    "Her sözü sened olan büyük âlim Mevlânâ Muhammed Emîn Âbidîn"e en güzel duâlarimi ve en latîf medhlerimi bildiririm.

    Sizinle görüsüp bulusma arzumuz çogaldi. Size olan muhabbet atesimiz artti. Seyh Ismâil Enârânî"nin sizden tarafa gitmesini vesîle ederek bu mektubu yaziyorum. Yazdiginiz pek kiymetli eserlerle Islâm âlemine yaptiginiz büyük hizmet için, pekçok duâlara mazhar oldunuz

    Siz de bizim hâlimizi sorarsaniz, sevdiklerimizden uzak kalmamizin acisi içindeyiz. Allahü teâlâdan dilegimiz, sizin de öyle olmanizdir. Hâllerinizi bize bildirmeyi ihmâl etmeyiniz. Allahü teâlânin izniyle, her sikintinizda bütün gücümüzle size yardim edecegiz.

    Selâm eder, bütün kalbim ve rûhumla yaninizda oldugumu bildiririm."



#22.06.2008 19:05 0 0 0
  • faydalı bir konu olur işallah
#24.06.2008 14:56 0 0 0
  • Allah razi olsun cok güzel paylasim ellerine saglik kardesim
#23.12.2008 16:33 0 0 0
  • Paylaşım çok iyi. teşekkürler.
#09.01.2009 21:06 0 0 0
  • İşte Allah'ın Rasûlü uzun bir hasret ve bekleyişten sonra Yes-rib tepelerine ulaşıyor.
    İşte bunlar temiz Medine halkı. Rahmet Peygamber'ini ve arka***daşı Sıddîk'ı karşılama sevinciyle Lâ ilahe illallah ve Allahu Ekber diyerek yollarda ve evlerin damlarında toplanıyorlar...
    İşte bunlar da Medine'nin küçük kız çocukları. Ellerinde defler gözlerinde özlem olduğu halde şu şarkıyı söyleyerek ve tekrar ederek yollara çıkıyorlar :
    «Senîyyetu'i-Veda' dağındanBizim üzerimize ay doğdu. Davetçi bizi Allah'a davet etti de
    Bizim üzerimize şükür cavip oldu».
    İşte Rasûlüllah'ın (s.a.v.) devesi saflar arasında yavaş yavaş yü***rüyor-Onu özlem duyan canlar ve kalbler çevreliyor. Onların etrafın***da sevinç gözyaşları ve gülümsemeleri yayılıyor.
    Ancak Ukbe Rasûlüllah'ın {s.a.v.) devesini görememiş ve onu di***ğerleriyle birlikte karşılama mutluluğuna erişememişti.
    Çünkü o uzun süre aç kalan ve ölmelerinden korktuğu dünya***da tek sahip olduğu şey olan küçük sürüsünü otlatmak için çöllere
    çıkmıştı.
    Medîne-i münevvere'yi kaplamış olan sevinç çok geçmedi yakın ve uzak köylerine de yayıldı. Çöllerde insanlardan uzak küçük sürü-süyie birlikteyken Ukbe'ye o sevinçli haberin müjdesi ulaşmıştı.
    Rasûlüllah'la (s.a.v.} karşılaşma hikâyesini bize anlatması için sö***zü Ukbe'ye bırakalım.
    Ukbe şöyle anlatır :
    «— Otlatmakta olduğum küçük sürümün arasındayken Rasûlüllah (s.a.v.) Medine'ye geldi Onun geldiğini haber alınca hemen küçük sürümü bıraktım. Durup dinîenmeksizin ona gitmek için yol yürüdüm. Onunla karşılaştığımda :
    «— Ben size bey'at edeceğim ya Rasûlallah» dedim.
    «— Sen kimsin?»
    «— Ukbe îbn-i Amir el-Cuhenî'yim».
    «— Sence hangisi daha iyi : Bedevî beyatı mi yoksa hicret bey'ati mı yapacaksın?»
    «— Hicret bey'atı yapmak istiyorum».
    Rasûlüllah'a (s.a.v.) muhacirler gibi bey'at edip yanında bir gece kaldım ve küçük sürümün yanına döndüm».
    «Biz oniki| ınüslüman arkadaş sürülerimizi otlatmak için Medi***ne'den uzakta kalıyorduk».
    Aramızda şöyle konuştuk :
    «— Bizde hiç iş yok çünkü dinîmizi anlatması için ve kendisine vehyedileni dinietmesi için hiçbir gün Rasûiüllah'm (s.a.v.) yanına git***medik Her birimiz Yesrîb'e gitsin ve giden sürüsünü burada kalanla***ra bıraksın». Ben şöyle dedim
    "«— Her gün bîriniz Rasûlüllah'a (s.a.v.) gitsin. Gidecek olan sü***rüsünü bana bıraksın». Ben sürümü başkasına bırakmaktan çok kork***tuğum için böyle yapıyordum.
    Her gün birisi Rasûlüllah'a (s.a.v.) gidiyordu. Otlatmam için ierini de bana bırakıyorlardı. Geldikleri zaman dinlediklerini ve öğ rendiklerini ben onlardan alıyordum. Ancak çok geçmedi kendime gel***dim ve şöyle dedim :
    «— Yazıklar olsun sana! Sen semiz olmayan faydası da dokun***mayan koyunların yüzünden mi kendini Rasülüllah'la [s.a.v.) sohbetten ve aracısız yüz yüze ondan almaktan alıkoyuyorsun?»
    Daha sonra koyunlarımı bırakıp Mescid'de Rasûlöllah'm (s.a.v.)yakınında ikâmet etmek için Medine'ye gittim".
    Ukbe İbn Amir el-Cuhenî—bu kesin karan verdiğinde— on sene sonra sahabenin büyük alimlerinden kurra üstadlarından ünlü fetih komutanlarından ve İslâm'ın sayılı valilerinden birisi olacağı hiç hatı***rına gelmemişti. Koyunlarından ayrılıp Allah ve Rasûiü'ne giderken dünyanın anası Şam'ı fetheden ordunun öncü kuvvetlerinden olacağını Şam'ın Turna kapısı yanındaki güzel bahçeler arasında kendisinin bir evi olacağını ivç tahayyül etmemişti.
    Dünyanın yeşil zümrüdü Mısır'ı fethedecek komutanlardan birisi ve orada vali olacağını Mukattam dağının eteğinde kendisine bir ev yaptıracağını hiç tasavvur etmemişti. Bütün bunlar gaybın derinlikle***rindeki gizli şeylerdi. Bunları ancak Allah biliyordu.
    Ukbe gölge gibi Rasûlüllah'a (s.a.v.) yapışmıştı. Yürüdüğü zaman katırının yularını tutar nereye gitse önünde giderdi. Çoğunlukla Ra-sûlüilah (s.a.v) onu terkisine alırdı. Hatta o Rasûiüllah'm (s.a.v.) re-dîfi (terkisine binen) diye isimlendirilmişti.
    Çoğu defa da Rasûlüllah (s.a.v.) katırından indiğinde o biner Pey***gamber de yürürdü.
    Ukbe şöyle anlatır :
    «— Bir defasında Medine koruluğunda Rasûiüllah'ın (s.a.v.) ka***tırının yularını tutuyordum. Bana şöyle dedi :
    «— Ukbe sen binmez misin?!»
    «— Hayır» demeye niyet ettim. Fakat bunda Rasûlüllah'a (s.a.v.) hürmetsizlik olduğundan korkup :
    «— Bineyim ya Rasûlallah!» dedim. Rasûlüilah (s.a.v.) katırından indi emrini yerine getirmek için ben bindim. Biraz sonra katırdan in***dim Rasûlüllah (s.a.v.) bindi. Arkasından bana şöyle dedi :
    «— Ukbe! Sana şimdiye kadar benzeri görülmeyen iki sûreyi öğ***reteyim mi?»
    «— Evet Rasûlüllah (s.a.v.)» dedim. Bana Felâk ve Nas sûrelerini okudu. Namaz vakti girince imam oldu ve o iki sûreyle namazı kıldı***rıp şöyle dedi :
    «— Yatıp kalkarken bu sûreleri daima oku».
    Ukbe ; «Hayatım boyunca bu iki sûreyi devamlı okudum» der.
    Ukbe ilim ve cihâda çok önem vermiştir. Ruhuyla ve bedeniyle onlara yönelmiş kendini tam manâsıyla onlara vermiştir.
    İimi Rasûlüllah'ın (s.a.v.) bol ve tatlı kaynaklarından alıyordu. So***nunda; kurra muhâddis fakîh feraiz alimi edip ve şair oldu.
    Kur'ân-ı Kerîm'i çok güzel okuyanlardandı. Gece olup ortalık sa-kinieşince Allah'ın Kitab'ını okurdu. Sahabe onun tane tane okuyu***şunu dinler kalpleri huşu. duyar ve Allah korkusundan gözleri yaş***larla dolardı.
    Bir gün Ömer İbnu'l-Hattab onu çağırıp şöyle dedi : «— Bana biraz Kur'ân oku Ukbe!»
    — Hay hay Emîrulmü'minîn» dedi. Ona bir miktar Kur'ân oku***du Hz. Ömer gözyaşlanndan sakalı ıslanincaya kadar ağladı.
    Ukbe kendi elleriyle yazdığı bir Kur'ân bırakmıştı.
    Bu Kur'ân yakın zamana kadar Mısır'da Ukbe İbn Amir Camii adıy***la bilinen camide kalmıştı. Bu Kur'ân'ın sonunda : «Bu Kur'ân-ı Ukbe İbn Amir el-Cuhenî yazmıştır» cümlesi yer alıyordu.
    Ukbe'nin bu mushafı yeryüzündeki en eski mushaflardan birisiydi. Fakat kaybolan değerli kültür hazinelerimiz arasında o da kayıplara karışmıştır. Bunlardan haberimiz yok tabii.
    Ukbe'nin yaptığı cihâdlara gelince; onun Rasûlüllah'la (s.a.v.) bir***likte Uhud'da ve ondan sonraki gazalarda bulunduğunu bilmemiz ye***terlidir. O kahraman yiğit ve cesur bir kimseydi. Şam'ın fethinde büyük kahramanlıklar göstermiş bunun üzerine Ebu Ubeyde İbnu'l-Cerrah mükâfat olarak onu Medine'deki Ömer İbnu'l-Hattab'a fetih ha***berini müjdelemeye göndermişti. Sekiz gün yani bir cumadan diğer cumaya kadar durup dinlenmeksizin yol yürümüş ve büyük fethi Ömer'ul-Faruk'a müjdelemişti.
    Bundan başka o Mısır'ı fetheden müslüman ordusunun komutan-larındandı. Bunun mükâfatı olarak da Emîrulmü'minin Muaviye İbn Ebî Sufyan onu üç yıl Mısır'da vali olarak görevlendirmişti. Hz. Muaviye onu Akdeniz'deki Rodos adasında savaşmaya göndermişti. Ukbe ci-hâd'a çok düşkündü. Hatta cihâdla ilgili hadîsleri ezberlemiş ve onlarımüslümanlara rivayet etmekle meşgul olurdu. Ok atmakta maharet ka***zanmaya çalışırdı. Hatta eğlenmek istediğinde ok atarak eğlenirdi.
    Ukbe İbn Amir el-Cuhenî —Mısır'da ölüm yatağına düştüğünde— oğullarını toplayıp onlara şu tavsiyeleri yapmıştır :
    «Yavrularım! Sizi üç şeyden sakındırırım. Bunları iyi belleyin :
    1. Ancak sika (güvenilir) kimsenin Rasûlüllah'tan fs.a.v rivayet ettiği hadîsi kabul ediniz.
    2. Aba giyseniz bile borç istemeyiniz
    3. Kalplerinizi Kur'ân'dan alıkoymaması için şiir yazmayınız».
    Onu vefat ettiğinde Mukattam dağının eteğine defnettiler. Mîra-sini araştırdılar geriye 70 küsur yay bırakmıştı. Her yayın bir kuburu ve okları vardı. Bunların Allah yolunda kullanılmasın! tavsiye etmişti.
    Allah; kurra alim ve gazî Ukbe'nin yüzünü ak etsin. Ona en ha***yırlı mükâfatı versin».
#06.05.2009 16:07 0 0 0
  • «İman ve nifakın evleri vardır. Mukarrin oğullarının evi iman evlerindendin»
    Muzeyne kabilesi evlerini Mekke'yle Medine arasında uzanan yoİ-da Yesrîb'e yakın olarak yapıyorlardı.
    Rasûiüllah (s.a.v.) Medine'ye hicret etmiş onunla ilgili haberler gidip gelenler vasıtasıyla Muzeyne'ye ulaşmaya başlamıştı. Ondan sa***dece hayra dair haberler geliyordu.
    Bir akşam kavminin efendisi Numan İbn-i Mukarrin el Muzenî dostlarıyla ve kabilesinin yaşhlanyla birlikte her zamanki toplantı ye***rinde oturup onlara şöyle konuştu :
    «— Ey kavmim! Vallahi biz Muhammed'den ancak iyi şeyler öğrendik. Onun davetinden; merhamet iyilik ve adaletten başkasını duymadık. Başkaları ona koşarken biz niçin yavaş davranıyoruz?»
    Daha sonra sözüne şöyle devam etti :
    «— Ben yarın erkenden ona gitmeye karar verdim. İçinizden kim benimle beraber olmak istiyorsa hazırlansın».
    Numan'ın sözleri kavmine çok te'sir etmişti. Sabahleyin on karde***şini ve 400 Muzeyne'li süvariyi Rasûlüllah'la (s.a.v.) görüşmek ve Al***lah'ın dinine girmek üzere kendisiyle birlikte Yesrîb'e gitmek için ha***zır vaziyette buldu.
    Ancak Numan bu kalabalık toplulukla müslümanlara birşeyler gö***türmeden Peygamber'in yanına gitmeye utandı.
    Ama geçirdikleri kıtlık yüzünden ellerinde avuçlarında fazla bîr-şey kalmamıştı.
    Numan kendisinin ve kardeşlerinin evlerini dolaştı kıtlıktan arta kalan birkaç koyunu toplayıp Rasûlüllah'ın Cs.a.v.) huzuruna getirdi. Hepsi İslâm'a girdiklerini açıkladılar.
    Numan İbn-i Mukarrin'le beraberindekilerin müsiüman oluşuna se***vinmekten dolayı Yesrîb bir uçtan bir uca çalkalandı. Çünkü daha ön***ce hiçbir arabın evinden baba bir onbir kardeşin ve onlarla birlikte 400 süvarinin müsiüman olduğu vaki değildi.
    Rasûlüİlah (s.a.v.) da Numan'in müsiüman oluşuna çok sevindi. Allah Teâlâ onun getirdiği koyunları kabul edip onun hakkında şöyle buyurdu :
    «Bedevilerden öyle kimse vardır ki Allah'a ve ahiret gününe ma***nı? infak edeceğini Allah yanında yakınlıklara ve o Peygamberin duala***rına (vesile) edinir. Haberiniz olsun ki bu onlar için gerçek bir yakın-lıktır. Allah onları rahmetine koyacaktır. Şüphesiz ki Allah çok yarli-ğayteıdir çok esirgeyicidir». [Tevbe sûresi âyet : 99)
    Numan İbn-i Mukarrin Raaûlüllah'ın (s.a.v.) sancağı altına girmiş ve hiç aksatmaksızın onun bütün savaşlarında bulunmuştu.
    Hz. Ebû Bekir halife olunca Numan kavmi Benî Muzeyne'yle bir***likte irtidat olaylarının bastırılmasında kesin bîr tavır takınmış ve bu çok etkili olmuştu.
    Hz. Ömer'in halifeliği zamanından Numan İbn-î Mukarrin'e ait tarihin dilinden düşürmeyip övgüyle bahsettiği daima taptaze kalan bir hatıra vardır.
    Kadisiyye'den az önce müsiüman ordularının komutanı Sa'd İbn-İ Ebî Vakkas İslâm'a davet için Numan İbn-i Mukarrin başkanlığındaki bir heyeti Kisra Yezdücerd'e göndermişti.
    Heyet Kisra'nın Medain'dekİ sarayına vardığında huzuruna gir***mek için izin istediler ve o da girmelerine izin verdi. Bir tercüman çağırtıp ona şöyle dedi :
    «—Onlara sor : Sizi buraya gelip bizimle savaşmaya teşvik eden sebep nedir? Belki siz sırf bizimle savaşmayı arzu edip bize karşı ce***saret gösterdiniz. Çünkü biz hep sizinle uğraştık ama sizi yenemedik».
    Numan yanındakilere dönüp şöyle dedi
    —İsterseniz ona sizin namınıza ben cevap vereyim. Eğer içi***nizde onunia konuşmak isteyen varsa onun konuşmasına izin veririm»
    «— Yok sen konuş» dediler. Oradakiler Kisra'ya dönüp :
    «— Bu adam bizim dilimizle konuşur söylediğini dînle» dediler.
    Numan Allah'a hâmd ve senada bulunup Peygamberine salât ve selâm getirdikten sonra şöyle konuştu :
    «—Şüphesiz Allah bize acıdı ve bize iyiyi gösterip onu emreden kötüyü tanıtıp bizi ondan yasaklayan bir peygamber gönderdi. Bize eğer davet ettiği şeyi kabul edersek Allah'ın dünya ve ahiret iyi***liklerini vereceğini vadetti.
    Kısa bir zamanda Allah darlığımızı genişliğe zilletimizi izzete aramızdaki düşmanlığı da kardeşlik ve merhamete çevirdi.
    Bize insanları hayırlı şeylere davet etmemizi ve önce yakınları***mızdan başlamamızı emretti.
    Biz sizi dinimize girmeye davet ediyoruz. Bizim dinimiz; güzelin tümünü güzel gören ve ona teşvik eden çirkinin tümünü çirkin gören ve ondan sakındıran bir dîndir. Bu din inananları küfrün karanlık ve zulmünden imanın aydınlık ve adaletine götürür.
    Eğer İslâmı kabul ederseniz; aranızda Allah'ın Kitabını koyar onun hükümleriyle hükmetmek üzere bazı zevatı bırakır sonra çıkar gider ve sizi kendi halinize bırakırız.
    . Şayet Allah'ın dinine girmeyi kabul etmezseniz sizden cizye alırız ve sizi himaye ederiz. Gizye vermeyi de kabul etmezseniz sizinle sa***vaşırız».
    Yezdücerd bunları duyunca küplere bindi ve şöyle cevap verdi :
    «—: Dünyada sizden daha bedbaht sayıca sizden daha az daha dağınık ve hali daha perişan bir millet bilmiyorum.
    Biz sizin durumunuzu bölge valilerine havale ediyorduk onlı zin bize itaatinizi sağlıyorlardı...»
    Hiddeti biraz geçip sözüne şöyle devam etti :
    «— Eğer bir ihtiyaçtan dolayı bize geliyorsanız memleketiniz bol***luğa kavuşuncaya kadar size erzak verelim sizin ve kavminizin ilerigelenlerini giydirelim ve bizim tarafımızdan size yumuşak davranacak bir hükümdar tayin edelim».
    Heyettekilerden birisi yeniden onun hiddet ve öfkesini artıracak şekilde bu teklifi reddetti. O da tekrar şöyle konuştu :
    «— Eğer elçiye zeval yoktur kaidesi olmasaydı sizi öldürürdüm. Kalkın benim size verecek hiçbir şeyim yok. Komutanınıza şöyle ha***ber verin : «Ona hepinizi Kadisiyye hendeğine gömecek olan Rüs-tem'i gönderiyorum».
    Daha sonra Kisra kendisine bir yük toprak getirilmesini emretti ve getirdiler. Adamlarına :
    «— Toprağı bunların en şereflisine yükleyin onu halkın göreceği şekilde bizim taht merkezimizin kapılarından çıkıncaya kadar önünüz***de sürün..»
    Heyettekilere sordular :
    «— Sizin en şerefliniz kimdir?" Asım İbn-i Umer koşup :
    «— Benim» dedi.
    Medain'den çıkıncaya kadar toprağı onun sırtına yüklediler. Daha sonra Asım toprağı kendi devesine yükleyip Sa'd İbn Ebî Vakkas'a gö***türdü. Sa'd Allah'ın İran'ın fethini müslümanlara nasîb edeceğini ve onların toprağına müslümanlann sahip olacağını müjdeledi.
    Nihayet Kadisiyye harbi oldu. Hendek binlerce ölünün cesediyle doldu ama bunlar müslüman askerlerininki değildi Kisra'nın askerleri***nin cesetleri idi.
    İranlılar Kadisiyye yenilgisini bir türlü hazmedemediler. En iyile***rinden toplayabildikleri kadar asker topladılar sayıları 150 bine ulaş***tı. Hz. Ömer bu büyük topluluğun haberini alınca böyle büyük bir teh***likeyi bizzat kendisi halletmeye karar verdi.
    Fakat müslümanlann ileri gelenleri onu bu kararından vazgeçir***diler. Bu büyük meselede kendisine güvenilen bir komutanı gönderme***sini tavsiye ettiler.
    Ömerşöyle dedi :
    «— Bana bu cepheye gönderebileceğim birisini tavsiye edin».
    «—Askerlerini sen daha iyi bilirsin Müminlerin Emîri!» dediler.
    «— Müslüman ordusunun başına—İki ordu karşılaştığında—mız***rakların dişlerinden daha ilerde olan birisini getirmek istiyorum. O da Numan İbn-i Mukarrin el-Muzenî'dir» dedi.
    «— Buna o lâyıktır» diye cevap verdiler.
    Hz. Ömer ona şu mektubu yazdı :
    «Allah'ın kulu Ömer İbnu'l-Hattab'dan Numan İbn-i Mukarrîn'e :
    Kalabalık bir İran ordusunun sizinle savaşmak için Nihavend şeh***rinde toplandığını haber aldım. Bu mektubumu aldığında Allah'ın emri yardımı ve desteğiyle maiyyetindeki müslümanlarla birlikte yola çık. Onları sarp yerlerden yürütme çünkü eziyet etmiş olursun... Bir müs***lüman bana yüzbin dinardan daha iyidir. Selâm senin üzerine olsun».
    Numan düşmanla karşılaşmak için ordusunu getirdi. Yolu keşfet***meleri için önce süvari keşif kuvvetlerini öne sürdü. Süvariler Niha-vend'e yaklaşınca atları yürümediler ileri sürdüler ama atlar bir türlü yürümüyordu. Atlarından inip durumu anlamak istediler. Atların ayak***larında çivi başına benzeyen demir kıymıkları gördüler. Yerleri araş***tırdılar bir de ne görsünler! İranlılar Nihavend'e gidecek atlı ve ya***yaları engellemek için yollara demir dikenler dökmüşler.
    Süvariler durumu Numan'a haber verip bu konuda onun görüşünü sordular. Numan onlara bulundukları yerden ayrılmamalarını ve düş***manın görmesi için geceleyin ateş yakmalarını emretti. Böylece kork***muş ve yenik düşmüş numarası yapacaklar düşman da onlara yetiş***mek için harekete geçerek yollara döktükleri demir dikenleri temizle-yecekdi.
    İranlılara oynadıkları bu oyun tutmuştu. Düşman müslüman ordu***sunun öncü birliğinin yenik bir halde geri döndüğünü görünce hemen işçilerini gönderip yollardaki dikenleri temizletti. Müslümanlar da tek***rar hücuma geçip bu yolları ele geçirdiler.
    Numan İbn-i Mukarrîn askerlerini Nihavend'in yüksek tepelerinde toplayıp düşmana anî bir baskın yapmaya karar verdi. Askerlerine şöyle konuştu :
    «— Ben üç defa tekbir getireceğim birinci tekbirde herkes hazır***lansın ikincide : Herkes silâha sarılsın. Üçüncüde : Allah'ın düşman***larına saldıracağım. Siz de benimle birlikte saldırın».
    Numan İbn-i Mukarrin üç tekbiri de getirdi. Kükremiş bir aslan gibi düşman saflarına daldı. Onun arkasından da müslüman askerleri sel gibi coştular. Taraflar arasında tarihin benzerine az rastladığı çok şid***detli bir savaş oldu. İran ordusu dağılıp gitti. Ölüleri dağı taşı doldur***du. Her yerden düşman kanı aktı. Numan İbn-i Mukarrin'in atı bu kan***lardan kayıp yere yıkıldı. Numan da öldü. Kardeşi sancağı elinden alıp üzerini bir örtüyle kapattı. Öldüğünü de müslümanlardan gizli tuttu.
    Müslümanların «Fetihler fethi» diye isimlendirdiği büyük zafer tamam olup galip gelen askerler kahraman komutanları Numan İbn-i Mukarrîn'i sorunca kardeşi üzerindeki örtüyü kaldırıp şöyle dedi :
    «— İşte komutanınız Allah verdiği fetihle onun gözünü aydın et***miş ve onu şehîdlik mertebesine kavuşturmuştur».
#06.05.2009 16:08 0 0 0
  • Allah razı olsun kardeş, bunların çoğu aynı zamanda Allah ın velii kulları
#08.05.2009 09:41 0 0 0
  • cok güzel bir paylaşım ALLAH RAZI OLSUN...
#16.05.2009 08:08 0 0 0
  • Allah razi olsun
#18.05.2009 19:40 0 0 0
  • emeğine sağlık güzel paylaşım
#31.05.2009 20:35 0 0 0