EHL-i SÜNNET YOLU

Son güncelleme: 27.02.2006 15:55
  • EHL-İ SÜNNET

    Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine ve ashâbının (r.a) yoluna bağlı olan ve onların izlediği dini yol ve metodu benimseyenler. Kitap ve Sünnet üzerinde ittifak etmiş, ihtilâf ve tefrikadan sakınmış, dinde münakaşaya sebep olan hususlarda aklı değil, Kitap ve Sünneti kaynak alan, nasları esas kabul eden topluluk. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine tâbı olanlara ehl-i sünnet; onun sahâbîlerini âdil kabul ederek onların din hususundaki metodunu takip edenlere de ehl-i cemaat ikisine birlikte "ehl-i sünnet ve'l-cemaat" denilmiştir.

    "Ehl-i sünnet ve'l-cemaat" tabiri ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemâata tabi olmak gibi ayırıcı iki önemli özelliği vardır. Sünnet; Hz. Peygamber (s.a.s.)'in söz, fiil ve takrirleri ile ahlâki ve beşerî tavırlarıdır. Ancak konumuz itibariyle, sünnetin bu anlamda sınırlarını çizmek, hangi çeşitlerinin ne derece bağlayıcı olduğunu tesbit etmek, önemli değildir. İslâm hukukçularının, sünnetin çeşitlerinin fıkhi bağlayıcılıkları üzerindeki görüş ayrılıkları ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan farklı yaklaşım metodları, hep ehl-i sünnet çerçevesinde oluşmuş farklılıklardır. "Sünnet" daha ziyade metod, yol, izlenilmesi gerekli olan çizgi anlamıyla, toplulukların bir ayırdedici özelliği olması açısından karşımıza çıkmaktadır. Bu duruma göre, sünnet şöyle tarif edilmiştir: Bir inanç ve âkide etrafında biraraya gelen topluluğun (ümmet), inanç sisteminin, akidesinin oluşmasını temin eden yola ve metoda sünnet denilir. İnsanların bu metodda görüş birliğine varıp, bunu uygulaması da, cemâat diye isimlendirilmiştir (Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, (el-Fisâl kenarında), I, 47). Bu anlamda Kur'ân-ı Kerim'de de kullanılmıştır: "Allah'ın nice sünnetleri gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların âkıbetini görün" (A/u İmrân, 3/137). "Allah'ın sünneti kesinlikle değişmez" (el-Fâtır, 35/43). Bu âyet-i kerime'de ifade edilen sünnet, Allahu Teâlâ'nın kâinatın yaratılması ve tedbiri için takdir ettiği yol, metod anlamındadır. Allah için cebir sözkonusu olamayacağından, bu mana İslâm tefekküründe "âdet" kelimesi ile karşılanmıştır.

    Sünnet: İslâm toplumunun yani ümmetin oluşması için Hz. Peygamber'in usûlünün esas alınması ve peygamberi usûlü ittifakla takip eden sahabi cemaâtının yolunun izlenmesidir. İslâm toplumunun fikrî ve amelî oluşumunu sağlayan, Allah'ın Kitabı ve Hz. Peygamberin sünnetidir. Bunun için Allah Teâlâ, Kur'an ile birlikte Peygambere tabı olup bağlanmanın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu belirtmiştir. "Allah, önceleri açık bir şaşkınlık içinde olan inananlara, Allah'ın âyetlerini okuyan, kötülükten arındıran, Kitabı (Kur'an) ve hikmeti (sünnet) öğreten ve size daha bilmediğiniz nice şeyleri de öğreten bir Peygamber gönderdi" (el-Bakara, 2/151). Kötülükten arındırmak (tezkiye), haram ve helâli Kur'an'dan öğrenmek ile tefsir edilmiş, hikmet ise, ittifakla "sünnet" olarak kabul edilmiştir.

    Kur'an farzı, vâcibi tayin etme, helâli, haramı belirleme açısından Allah'ın hükmü ile, Rasûlünün hükmünü, iki temel esas kabul etmiştir. "Allah ve Rasûlünün yoluna aralarında hüküm vermesi için davet olunduklarında, inananlar; "dinledik ve itaat ettik" diye cevaplar. İşte ancak bunlardır kurtulanlar" (en-Nûr, 24/5).

    Hz. Peygamber (s.a.s.), "size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin" buyurmuştur (Müslim, 412, İbn Mâce, Mukaddime, 1). Sünnete bağlılık, dinî bir zorunluluktur. Kur'an bize yeterlidir düşüncesiyle sünneti ihmal etmek tarih boyunca bütün bid'at fırkalarının ortak özelliği olan gizli bir hıyanet çeşididir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu durumun ileride ortaya Sıkacağını haber vererek, dinî hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi sakındırmıştır. "Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size "Kur'an yeterlidir; Kur'an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa onu haram bilin" diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur'an ile birlikte (hüküm bakımından) onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir" (Ebû Dâvûd, Sünne, 6, Ahmed b. Hanbel, IV, 131).

    İmrân b. Husayn (r.a.), bize Kur'an yeterlidir, sünnete gerek yoktur, diyen bir adama şöyle seslenir: "Ahmak herif: sen Kur'an'da öğlen namazının dört rekât olduğunu, kıraatinin gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur'an bize Sok şeyleri müphem bırakmış, sünnet onları açıklamıştır." Abdullah b. Mesud (r.a.) "Allah'ın, yaradılış şeklini değiştirenlere lânet ettiğini" haber verirken bir kadın "bunlar Kur'an da var mı?" diye sorar. Abdullah b. Mesud şöyle der: "Var tabii, sen şu âyeti okumuyor musun": "Rasûlullah size neyi emrederse onu yerine getiriniz neyi yasaklarsa ondan kaçınınız'' (el-Haşr, 59/7; Abdullah b. Zeyd, Sünnetü'r-Resûl Şakîkatu'l-Kur'ân, s.54).

    Hz. Peygamber sünnetine uyulmasını emrettiği gibi, kendi ashabına da uyulmasını emir buyurmuştur. Ashâba uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren gökteki yıldızlara benzetilmiştir. "İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sarılın. Çünkü her uydurma, bid'at; her bid'at sapıklıktır" (Ebû Dâvûd, Sünne, 5).

    Kur'an-ı Kerim'de de sahâbîler hakkında şöyle buyurulur: "İlk iman eden, en ön safta bulunan muhacirlerle ensar ve onlara iyilikle tabı olanlardan, Allah razı oldu. Onlar da Allah'dan razı oldular. Allah onlar için ebedî kalacakları, altında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur" (et-Tevbe, 9/100). Allah'ın sahabeleri, övmesi, sonradan gelen ümmetin onlara tabı olmasını, övülmek için onlara uyun, onlar gibi olun, manasını zımnen ifade eder. Sahabelerden sonra gelen Tabiîn cemaâtından da iyilikle sahabelere uyanların; Allahu Tealâ'nın övgüsüne dahil olduğunu görüyoruz. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde bunu şöyle açıklar: "Ümmetimin en hayırlı dönemi, benim içinde yaşadığım dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir" (Buhâri, Fedâilu's-Sahâbe, 1). Sahâbilerin Allah ve Rasûlü tarafından övülmesi, sonrakilerin de onların yoluna iyilikle uymak kaydıyla bu övgüye dahil olması hadis-i şeriflerinde uyulması tavsiye edilen "cemaât"ın, sahâbîler ve tabiin cemaâtı olduğunu gösteriyor.

    Hz. Peygamber (s.a.s.), "size ashabımı (onlara tâbı olmayı) tavsiye ederim, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da onların peşinden gelenleri. Daha sonra yalan yaygınlaşacaktır." Başka bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın rahmet eli cemaât ile beraberdir" (Tirmizî, Fiten, 7). Hz. Peygamber (s.a.s.)'in cemaatı tavsiye etmesi ve firka-ı nâciyenin (azabdan kurtulacak kesimin) cemaât olduğunu söylemesi, cemaât'ın kimlerden ibaret olduğunun belirlenmesini gerektirmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan bir topluluk hariç hepsi cehennemliktir" buyurmuştur. O topluluğun kimler olduğu sorulunca "benim ve ashabımın yolunda olanlar" diye cevaplamıştır. Bir rivâyette "cemaât" denilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur: "Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez. İhtilâf gördüğünüz zaman size 'sevâdu'l a'zam (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim" (İbn Mâce. Fiten. 8). Sevâdu'l-a'zam: Sırât-ı Müstakim metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir (İbnü'l-Esir, en-Nihâye, II, 419).

    Hz. Peygamber, cemaâta, sevâdu'l a'zama tabi olunmasını emretmiştir. Cemaât; ilk dönemde, sahabîler; sonraki dönemlerde ise sâlih amel sahibi bilginlerdir. Abdullah b. Mübarek'e cemaat kimlerdir? denilince "Ebû Bekr, Ömer (r.a.)dır" diye cevap vermiş, "Onlar öldü", denilince de yine "falan ve falandır" demiştir. Onlar da öldü, denilince "işte şu Ebû Hamza es-Sekkerî cemaâtdır" der (Tirmizî, Fiten, 7). İmâm Tirmizî şöyle der: Âlimler, cemaâtı şöyle tarif etmişlerdir: "Ehl-i fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaâttir" (Tirmizî, Fiten, 7). Bu anlamıyla, âlimler cemaâtının sapıtması mümkün değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) "Allahu Teâlâ ümmetimi sapıklık üzerine bir araya getirmez. Allah'ın rahmet eli cemaâtledir. Kim cemaâtten ayrılırsa; cehenneme atılacaktır" (Tirmizî, Fiten, 7) diye buyurmuştur.

    Şehristânî'nin tarifine göre "cemaât, bir sünnet ve metod üzerinde ittifak etmiş insanlar topluluğudur" (Şehristânî, el-Milel, 1, 47).

    İslâm tarihinde ilk defa cemaât kelimesinin meşhur olması, Hz. Hasan (r.a.)'ın hilafeti Hz. Muaviye (r.a.)'a devretmesi yılında olmuştur. Müslümanların birliğini temin ettiği için bu yıla "senetü'l-cemâa" (birlik yılı) denilmiştir. Müslümanlar Hz. Peygamber (s.a.s.) vefat ettiğinde her bakımdan emniyete alınmış, düzenli bir sosyal yapıya sahiptiler. Ancak Hz. Osman'ın şehid edilmesi (ö.35/656) sonucu ortaya çıkan olaylar müslümanların zihinlerinde bir takım yeni soruların oluşmasına yol âçtı. Sahabîler öldürülmüş, hilâfet meselesi gündeme gelmişti. Öldürülen müslümanların durumlarının ne olduğu ve bu olaylarda kaderin tesiri meselesi gibi itikâdı meseleler konuşulur oldu. Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasındaki hilâfet meselesi ve bunun sonucu ortaya çıkan savaşlardan sonra, her iki tarafın sempatizanları arasındaki siyâsi sürtüşmeler söz konusu olmaya başladı. Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerin müslüman olması ve İslâm kültürüyle tanışması sonucu, onların kültürlerindeki meselelere İslâmî nassların mütekabiliyet meselesi tartışmaları başladı. Bütün bu meseleler taraflar arasında ifrat ve tefrit nedeniyle büyük uçurumlar ortaya çıkardı. Bunlara karşı sahâbîlerin çoğunluğu mutedil bir yol takip ederek cemaâtın birliğini muhafaza etmeye, siyası meselelerde aşırı taraf olmamaya çalıştılar. Bu zümrenin ilk mümessilleri olarak, Abdullah b. Ömer (r.a.) (74/693); İbrahim en-Nehaî (96/714); Hasanü'l-Basrî (110/728) ve İmam-ı Âzam Ebû Hanife (150/767) sayılabilir. Ortaya Sıkan fırkalar hakkında görüş beyan ederek bu meseleler hakkında ilk defa merkezi zümrenin fikirlerinin temsilciliğini yapan Hasanü'l-Basri'dir. Onun ehl-i sünnetin fikrı ve itikâdı esaslarının tezahüründe önemli bir yeri vardır. Devrinin siyâsi ve itikâdı meseleleri hakkında muayyen görüşler ileri sürmüştür. Emevi idarecilerini tenkit etmiş, zâlim idareciye her konuda itaat edilmeyeceğini savunmuş ve "Allah'a karşı bir günah söz konusu olunca, mahlûka itaat gerekmez" (bk. Buhâri, Ahâd, I; Müslim, İmâre, 39; Ebû Dâvud, Cihâd, 40, 87; Nesaî, Bıa, 34;,İbn Mace, Cihad, 40; A. b. Hanbel, Müsned, I, 94, 409). Hadisine dayanarak Allah'a karşı gelmeyi gerektirecek bir istekte bulunduğu takdirde, idareciye itaat mecburiyetinin olmayacağını açıkça ifade etmiştir (Mes'ûdî, Murücüz-Zeheb, 111, 201). Hasanu'l Basrî, iktidar mevkiinde bulunanların uyarılmasının, ve onların cehennem azabıyle korkutulmasının, müslüman bilginlerin görevi olduğunu belirtmiştir. Ancak kılıçla karşı çıkılmasını kabul etmemiş, şöyle demiştir: Eğer zikrettiğiniz meseleler Allah'ın azâbını gerektiriyorsa insanlar, kılıçlarıyla Allah'ın cezasını döndüremezler. Eğer onlar bir gâile ise, Allah'ın hükmünü sabırla beklemelidirler.

    Hasanu'l-Basrî Siyası otoriteyi elinde tutanların zâlim olabileceği hususunu kabul ederek, Peygamber (s.a.s)'in fitne anında âlimlere uyulmasını tavsiye etmesini dikkate alıp "Sizden olan ulû'l-Emre itaat edin" (en-Nisâ, 4/59) ayet-i kerimesinde geçen Ulû'l-Emr'i âlimler, fâkihler diye tefsir etmiştir. Sonraki dönemlerde İslâm ümmetinin manevi dinamiğini âlimler, İslâm hukukçuları belirlemiş, insanlar onların çevresinde toplanmıştır (İbn Kesir, Tefsiru'l Kur'an'il-Azîm, II, 303). Büyük günah (Kebâir) işleyenlerin âkibeti ve kader meselesinde bazı yeni görüşler ileri süren, Vâsil b. Ata'yı meclisinden "kovmuş", haricilerin büyük günah işlediler iddiasıyle bazı sahâbîleri tekfir etmesini, bir nifak alameti saymış ve Gulât-ı Şia'yı (hulefâ-ı râşidine söven aşırı grup) reddetmiştir.

    Sahâbilerin fitne çıkmadan önceki haline uyan, fitneler çıktıktan, müslümanlar fırkalara ayrıldıktan sonra da, sahabîlerin çoğunluğunun tutumunu benimseyen topluluk, kendilerini diğer bid'at fırkalarından ayırmak için, zaman zaman ehl-i sünnet, ehlü'l-hakk, "ehlu's-sünne ve'l-İstikâme, ehlu'l-hadis, ehlu'l-cemaâ, ehlu'l-hadis ve's-sünne ve ehlu's-sünne ve'l-cemaâ isimlerini kullanmışlardır. Ehlu's-Sünne terimini ilk kullanan, Muhammed b. Sirın (ö.110/728), "ehlu'l-hakk ve'l-cemâ'a" terimini ise, ilk defa kullanan Ebu'l-Leys es-Semerkandi (ö.373/898)'dir. Terim hicrî II. asır başlarından itibaren "ehlu'l-hakk ve'l-istikâme" "ehlu's-sünne ve'n-nakl", "ashabu'l-hadis" şekillerinde kullanılmıştır. Bu topluluk hakikatte bir fırka değil, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ve ashabının yolunu takib eden ekseriyettir. Sonraki dönemlerde bu isimler içerisinde diğerlerindeki ortak noktalan da toplaması açısından "ehlu's-sünne ve'l-cema'ât" ismi yaygınlaşmış ve kabul edilmiştir. Bu kullanışa yakın bir ifadeyi Ahmed b. Hanbel (241/855) "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'a ve'l-âsâr" şeklinde kullanmıştır. (İbn Ebı Ya'la, Tabakatu'l-Hanâbile, Kahire 1952, I, 31). "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'â" şeklindeki ifade tarzına da elimizde bulunan eserlerden Ebûl-Leys es-Semerkandî (373/898)'nin "Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber" isimli eserinde rastlanmaktadır. "Ehlu's-sünne", dinde bid'atlerin ve çeşitli fikirlerin ortaya çıkmasından sonra sünnetin savunulması ve Ümmetin bütünlüğünün korunması hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Ehlu's-sünne, bid'at fırkalarına karşı bir tepki, onların dindeki yerini belirleme onların ortaya attığı meselelerin dini cevaplarını tesbit etme ve bid'ata karşı islâm cemaâtının tavır alma hareketidir.

    Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Yahudıler yetmişbir fırkaya, Hristiyanlar yetmişiki fırkaya ayrılmıştır. Benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bütün hepsi cehennemliktir. Ancak bir fırka kurtulur. O da cemaâttır" (Ebû Dâvûd, Sünne, I; Tirmizî İman, 18; İbn Mace, Fiten, 17; Ahmed b. Hanbel, 11, 332, 111, 145; Hakim, Müstedrek, IV,430). Hâkim bu hadis için Sahihaynın şartlarına uygun bir hadistir der. Bu hadisi Hz. Peygamber (s.a.s)'den on sahabı rivâyet etmiştir. Hz. Ebû Bekr, Hz Ömer (r.anhum), müslümanların böyle gruplara ayrılacağını haber vermiştir (Bağdadı, el-Fark, s.8.9). Bu hadiste bildirildiği gibi müslümanlar fırkalara ayrılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) din hususunda sonradan ortaya çıkan şeylerden ümmetini sakındırmış, bunların bid'at olduğunu her bid'atın da insanı cehenneme sürükleyeceğini haber vermiştir (Ebû Dâvûd, sünne, 5). Bidatın din hususunda ashâb-ı kirâm ile tabiilerin yapmadığı ve şer'î delîlin gerektirmediği, sonradan ortaya çıkarılmış şeylerdir. Ehl-i sünnet akîdelerine aykırı itikatta bulunan ve fakat ehl-i kıble olan kimseye de "bid'atçı" denir. Bunlar, Cebriye, Kaderiye, Rafıziler, Haricîler, Muattıla (Mu'tezile) ve Müşebbihedir. Bunların her biri oniki gruba ayrılmıştır. Toplam yetmişiki fırkadır (Seyyid Rerif Cürcânî, et-Ta'rifât, s.40. 43). Bid'at; Peygamber (s.a.s)'den nakli meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir. Fakat bu, inad sebebiyle değil, bir nevî şüphe ile olduğu ve bir delile dayandığı zaman bid'at kabul edilir. Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri, bid'at sebebiyle tekfir edilemez... Şayet yaptıkları bu inkâr, bir tevil ve şüphe neticesi ise tekfir edilmezler. Fakat bid'atçı, asla şüphe götürmeyen katî delillere karşı inad ederek bid'ata inanırsa dinden çıkar. Mesela: Haşrı (ba's) veya kâinatın sonradan yaratıldığını kâbul etmemek gibi. Şüphe ile tevile kalkışanın şüphesi fâsid bile olsa, onun küfürle suçlanmasına engeldir. Meselâ: Allah Tealâ'yı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin "O azamet ve Celâl'inden dolayı görülmez" demeleri gibi. Bizim kıblemize dönenlerin hiçbiri, bir şüpheye dayanan bir bid'âttan dolayı tekfir edilemezler. Ancak zarûriyât-ı diniyeden kabul edilen dini katı hükümlerden birinin inkâr edilmesi, hilâfsız küfürdür. Meselâ: Bu âlemin sonradan meydana getirildiğine ve cesedlerin haşr edileceğine (ba's-ı cismânı) inanmayan kimse de dinden çıkar.

    Hz. Ebû Bekr ve Ömer (r.anhum)'in hilâfetlerini inkâr eden ve onlara söven kimse, bu yaptığını bir şüpheye binâen yapsa dinden çıkmaz. Hz. Ali (r.a)'ın Allah olduğunu ve Cibril'in hata ettiğini iddia edenler, dini çizginin dışına çıkar. Çünkü bu bir şüphe ve içtihaddan dolayı değil, sırf hevâ ve heveslerinden dolayı bir inkâr niteliğindedir. Bid'atlardan sayılan Allah'ın sıfatlarının zâtı üzerinde zâid manalar olduğunu kabul etmeyen, kabir azabını, şefaati, büyük günah işleyenin cehennemden çıkacağını ve Allah'ı görmeyi inkâr eden Mu'tezile tâifesi gibi câhil bid'atçılar tekfir edilemese de sapıklıkta sayılırlar. Çünkü Kur'an ve sahih sünnetin bu konudaki delilleri açıktır. Çünkü ehl-i kıble tekfir edilmemiştir. Diğer yandan onların şâhidliklerinin kabul edileceğine dair icmâ vâki olmuştur. Halbuki bir kâfirin müslüman aleyhine şahidliği geçerli değildir. Günahı mübah saymanın küfür olması meselesi ise, şöyle açıklanmıştır: Şayet inaddan dolayı ve delilsiz ise küfürdür. Şer'i delilden dolayı inkâr ise, ma'zur değildir. Kullarının kalblerini en iyi Allah bilir (İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, 1, 560, 561). İtikâdı konulardaki inancımız kesin delil ve naslarla tesbit edildiği için, itikad şüphe ve tereddüd mahalli değildir. Fıkhi bir mezhebe taraftar olanlar bilmeli ki, bir konuda müctehid hatalı veya isabetli, bir diğer konuda bir başka müctehid hatalı veya isabetli olabilir. Fakat itikadi meselelerde bu hüküm geçerli değildir. Bid'atçi da haklı olabilir, biz de haklı olabiliriz denilemez. İbn Abidin bu konuyu şöyle açıklar: İtikadımızdan murad, hiçbir kimseyi taklid etmeksizin her mükellefe inanılması vacip olan meselelerdir. Bizim itikadımız, ehlü's-sünne ve'l-cemaât mezhebidir. Ehlü's-sünnet; Selefiler, Eş'arîlerle Mâtûridîlerdir. Bu iki fırka itikadda genellikle bir gibidirler. Sayılı meselelerde, aralarında küçük farklar vardır. Bazıları, aralarındaki ihtilâfın genellikle lâfzı olduğunu söylemişlerdir. Hasımlarımızdan maksat, itikatları küfre varan bid'atçılarla, küfre varmayanlardır. Küfre varan bid'adlara örnek: Âlemin kadim olduğunun iddia edilmesi, Peygamberin bi'setinin inkârı gibi. Küfre varmayan bid'atlara örnek: Kur'an'ın mahlûk olduğunu ve Allah'u Teâlâ'nın kulları için kötülüğü irade etmediğinin iddia edilmesi gibi (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, 1, 48, 49,). Rafızilere ve bid'at ehline benzememeye çalışmak ve onlara muhalefet etmek gerekir. Bid'at ehline benzemek câiz değildir. Ancak onlara teşebbüh kasdıyla yapılan benzemek ve onların kötü hallerini taklid etmek uygun değildir (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, V, 472).

    Bid'atçılar hakkında ki bu genel hükümlerin açıklanmasından sonra; ilk bid'at fırkalarının ortaya çıkışını ele alabiliriz: İlk çıkışları Hz. Ali (r.a.)'ın hilâfeti dönemindedir.

    Şehristâni (549/1154) İslâmi fırkaları; Kaderiyye, Sıfatiyye, Hâriciyye, ve Şiâ olarak dört ana gruba ayırmış, yetmişüç fırkanın bunlardan yayıldığını belirtmiştir (Şehristânî, a.g.e, 1, 15).

    İbn Hazm ise, (ö.457/1065),İslâmi mezhepleri: Ehl-i sünnet ve cemaat, Mu'tezile, Mürcie, Şîâ ve Hariciler olarak beş grupta toplamış, bunlardan ehl-i sünnet'i hak ehli", onun dışındakileri ise, bâtıl ehli" olarak belirttikten sonra, ehl-i sünnet'i, sahabe ve tabiînin seçkinleri, ehl-i hadis ile onlara uyanlar olarak tarif etmiştir (İbn Hazm, el-Fısal, II, 113).

    Hz. Ali (r.a.)'ın hilâfeti döneminde ortaya çıkan bid'at fırkalarının ilki olan Hâriciler başlangıçta bir siyâsi fırka olarak ortaya çıkmıştır. Şîâ ise, bir Yahûdi olan, Yemenli İbn Sebe'nin tahriki ile, Hz. Ali taraftarlığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır.

    Şîa'nın ilk ortaya çıkışında şüphesiz ki, Abdullah İbn Sebe'nin etkisi inkâr edilemez. İbn Sebe' Yemenli bir yahudidir. İslâm'ı içten tahrip etmek için Yemen yahudilerinin planı gereği müslüman gözükerek, yahudi ve mecûsî kültüründen aktardığı sapık görüşleri İslâm'a sokmaya çalışmıştır. Velâyet, vesâyet, ric'at, ilâhı hak kavramlarını ilk defa İslâm'a sokan bu şahıstır. Şîâ âlimleri de, İbn Sebe'nin yaptığı bu tahribatı kabul ederler. Önde gelen Şiâ ulemâsından en-Nevbahtî bunlar arasındadır.

    Bütün bu gelişmeler konusunda hicrî ikinci yüzyıldan itibaren İslâm ülkelerinde yaygın hale gelen siyâsi, dinî, itikâdı ve fıkhı görüşler arasında Hz. Peygamberin ve ashabının yolunu savunmak için ortaya çıkan imamlar, ehl-i sünnet akîdesini sistemleştirmişler, ehl-i bid'ate karşı mücadele etmişlerdir. Hasanü'l-Basrî (110/128). Bu hareketi sistemleştirenlerin ilki sayılmaktadır. Ehl-i sünnet akîdesinin esaslarını ortaya koyması yönüyle İmam-ı Azam Ebû Hanife'yi de bu ekolün öncülerinden saymak gerekir. Ehl-i sünnet ve'l-cemaât'in selefilerden farklı metotlarıyla tanınan Ebû Mansur-el-Mâturîdî (ö.333) ve Ebu'l-Hasan el-Eş'arî (ö.324), sünnetin izleyicisi düşüncenin olgunlaşmasında özel role sahiptirler.

    İslâmî fırkaların ortaya çıkmasında siyâsi ve sosyal sartların da rolü olmuştur. Tarihin belli dönemlerinde, Sünnilik, Şîa ve Mu'tezile biribirlerine üstünlük sağlamışlar, zaman zaman sırayla devletin resmi mezhebi olmuşlardır. Bu rekabet, mezhep taassuplarına, düşmanlık ve çatışmalara sebep olmuştur.

    Ehl-i sünnet âlimleri arasında, zamanla bazı görüş ayrılıkları olmuştur. Ancak hepsinin de dayandığı temel; Kitap, Sünnet ve bu iki kaynağa uygun olan sarih ve sahih akıldır. Aralarındaki bazı farklı görüşler esasa taalluk etmeyen ve teferruat sayılan konularda görülmüştür. Bu ihtilâfların çoğu, lâfzîdir.

    Ehl-i sünnet, önceleri; ehl-i sünnet-i hassa olarak bilinirdi. Daha sonraları Ehl-i Sünnet-i âmme adıyla şöhret buldu. Gerçek şu ki; Kur'an ve sünnette yer verilmeyen, ashâb ve tâbiînin de üzerinde görüş beyan etmedikleri meselelere dalmayıp, dinî nasları yorumlamadan onları olduğu gibi alanlara, Ehl-i sünnet-i hassa, ehl-i tevhid veya Selefiyye denildi. Hakkında nass, Sahabe ve tâbiînin görüşü bulunmayan bazı itikâdı meseleleri de yeni bir metodla inceleyerek, gerektikçe akli yorum ve te'vile gidenlere ise ehl-i sünneti âmme adı verildi. Eş'âriyye ve Mâtûridîyye gibi (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmî Kelâm, s.97).

    Ehl-i Sünnet âlimleri; Başta İmam Eş'ârî, İmam Mâturîdî olmak üzere, İmam Gazâlı, Fahriddün er-Râzı, Sadeddin Taftazanî, Seyyid Ali el-Cürcânî ve İbn Teymiye, ehl-i sünnet akîdesini aklı ve naklî delillerle güçlendirmişler, başta Mu'tezile ve diğer bid'at ehl-i mezhep ve fırkalarla mücadele etmişler, onların Kitap ve sünnete aykırı, görüşlerini reddetmişler, Aristo ve O'nun gibi düşünen Yunan ve Müslüman filozofların sapık, mesnedsiz ve batıl fikirlerini çürütmüşlerdir.

    Kısaca ehl-i sünnet: Selefiyye ve Mâtûridîyye ve Eş'âriyye olarak metod bakımından üçe ayrılmaktadır. Yukarıda da işaret edildiği gibi selefiyye, yorum ve teşbihe kaçmadan nasları olduğu gibi kabul edenlerin mezhebidir. Meselâ İmam Malik: "Şüphesiz ki Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arş üzerinde istivâ etti" (el-A'râf, 7/154) âyetinin tefsirinde: "İstivâ malumdur, keyfiyyeti ise meçhuldür. Bu konuda soru sormak bid'attır" demiş, teşbih ve te'vile gitmemiştir (Kurtubî, Tefsir, V11,217-218). İmam Mâturîdî ve Eş'arî'nin temsil ettiği ehl-i sünnet-i âmme ise, Cenab-ı Hakkı mahlukata benzetmekten tenzih gayesiyle müteşâbih nassları te'vil etmişlerdir. Arş üzerinde istiva etti sözünü "Arşda hükümran oldu" Allah'ın eli sözünü Allah'ın kudreti ve rahmeti olarak te'vil etmeleri gibi.

    Maturidîler ile Eş'ariler arasında da bazı lâfzi ihtilâflar vardır. Bu ihtilâfları onüçten elliye kadar çıkaranlar olmuştur (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, 146).

    Öte yandan mezhepler, siyâsi fıkhı ve itikâdı olarak birçok meselede biribirleriyle bağlantılıdırlar. Aynı mezhep içinde birçok farklı eğilimler bulunabilmektedir. Meselâ; Fıkhi, ameli konularda Sünnîlerin önemli bir kısmı, Hanefi'dir. Hanefilerin büyük çoğunluğu itikâdı konularda Mâtûridî'dirler. Ehl-i Sünnetten Şafîi ve Maliki olanların çoğu itikatta Eş'âri, Hanbeliler ise genelde Selefîdirler.

    Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfii, Ahmed b. Hanbel, Mâtûridî, Eş'âri, Ebû Bekr el-Bakıllânı, Abdulkâdir el-Bağdâdi, İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni, İmam Gazzâli, Fahreddin er-Râzî ve Nasıruddin el-Beyzâvi gibi âlimler, ehl-i sünnetin önde gelen simâlarıdır.

    İbni Teymiyye ile İbnü'l-Kayyim el-Cevaziyye gibi selef mesleğini tercih eden bazı âlimler son asırlarda, Selefiyye diye bilinen Ehl-i Sünnet-i Hassâ mezhebini ihya ve neşre çalışmışlardır. İslâm âleminin büyük çoğunluğu itikadda Eş'âri veya Mâtûridî diye şöhret bulan ehl-i sünnet-i Âmme mezhebi üzeredirler.

    Abdulkâdir el-Bağdâdi'ye göre, ehli sünnet sekiz zümreden meydana gelmektedir:

    1- Ehl-i bid'atın hatalarına düşmeyen kelâm âlimleri,

    2- Sevri, Evzâî, Dâvûd ez-Zahiri dahil büyük müctehid fakihler ve mensupları,

    3- Muhaddisler,

    4- Ehl-i bid'ate meyletmeyen sarf,Nahv, lugat ve edebiyat âlimleri,

    5- Ehl-i sünnet görüşüne sadık kalan kıraat imamları ve müfessirler,

    6- Müteşerrî Sufiyye, yani şeriate bağlı tasavvuf ehli,

    7- Ehl-i sünnet yolundan ayrılmayan müslüman mücahidler,

    8- Ehl-i sünnet akîdesinin yayıldığı memleket ahalisi (el-Bağdâdı, el-Fark beynel-Fırak, s.313-318; Bekir Topaloğlu, a.g.e., s.109-110).

    İslâm dünyasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Sünnîlik sadece bir isim, sıfat veya mezhep değil, bütünüyle bir yaşam tarzıdır ki, tamamen Kitap ve Sünnete uygun olarak İslâm'ın hayata tatbikidir.

    İtikadda orta yol, ehl-i sünnetin yoludur. Ümmet-i Muhammed (s.a.s.)'in ana özelliği, itidaldir. Cenab-ı Hak, bunu şu şekilde belirtiyor: "İşte böylece biz, sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık" (el-Bakara: 2/143).

    Câbir b. Abdullah'tan gelen sahih bir rivâyete göre, Hz. Peygamber, toprağa düz bir çizgi çizdi ve bu çizginin üstüne elini koyup, şöyle buyurdu: "İşte bu, Allah'ın yoludur." Daha sonra o çizginin sağına ve soluna da çizgiler çizdi. "Bunlar da değişik tefrika yollarıdır. Herbirinin basında ona çağıran bir şeytan vardır" dedi. Bilahare şu âyeti okudu: "Bu benim dosdoğru yolumdur. Öyleyse ona uyun. Sizi o'nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın" (en-En'âm, 6/153) (İbn Mâce, Mukaddime, 2; Dârimî, Mukaddime, 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/435). Hz. Peygamber (s.a.s.) burada dinde sağa sola sapmalara işaret etmiş, doğru yolun ortadaki ehl-i sünnet yolu olduğunu belirtmiştir.

    İmam Tahâvî, ehl-i sünnet yolunu şöyle özetlemektedir: Bu din, ifratla tefritin ortası, teşbihle ta'tilin ortası, cebr ile kaderciliğin ortası, ümitsizlikle aşırı güvenin ortası, korku ile ümidin ortası bir yoldur. İşte dinimiz, zâhiren ve bâtınen budur. Tefrika görüşlerden, merdûd mezheplerden, müşebbihe, mûtezile, cehmiyye, cebriyye, kaderiyye v.s. gibi ehl-i sünnet ve'l cemaat'e muhalefet eden, dalâlete sapan mezheplerin görüşleri ehl-i sünnet âlimlerince incelenmiş ve delillere dayanan ikna edici cevaplar verilmiştir (Tahâvi, Şerhû akiteti't- Tahaviyye, 586-588).
#26.09.2005 01:53 0 0 0
  • İSLÂM

    Teslim olmak, müslüman olmak,

    İslâm dinine girmek, sulh yapmak, para peşin mal veresiye selem akdi yapmak. Yedinci Milâdî yüzyılın başlarında, Mekke'de Hz. Muhammed'in kendisine davet ettiği semâvî tevhîd dininin adı. "Sil" kökünden "esleme"nin mastarı. Sonuna şeddeli "yâ" ve yuvarlak "te" harfleri getirilerek elde edilen "İslâmiyyet" şeklindeki yapma mastarı (mastar-ı ca'lî), tek başına kullanılınca son tevhîd dini olan "İslâm Dini"ni ifade eder.

    İslâm; sulh, selâmet ve huzur bulma, Allah ve Resulu'nun bildirdiklerine tabi ve teslim olma anlamı sebebiyle bu adı almıştır. İslâm'ı kabul eden, kendi iradesini Allah ve Resulu'nun iradesine tabi kıları kimseye "müslim" veya Arapça-Farsça karışımı bir ifade ile "müslüman" denir.

    Arap dilinde bir kökteki semâî masdarlar kökün taşıdığı temel özellikleri veren S-L-M kökünün semâî masdarları "selm, silm, selâm, selâmet, silâm"dır.

    Bunlardan inkişaf etmiş bulunan fiillerle birlikte bu masdarlar sistemli bir bütünlük arz ederler.

    S-L-M kökü tahlil edildiğinde şu umûmî manalar tesbit edilmektedir:

    1. Sulh

    "Selm, silm, selâm": sulh ve sulh yapmak. "Selem": sulh ve müdâhane etmek. "Silâm": müsâlemet, karşılıklı sulh ortamında bulunmak. Bunlardan silm, zamanla sıfatlaşmış ve sulh eden kişi "musâlim" karşılığı olarak kullanılmıştır.

    Fiiller ise, "tesâleme": tesâleha, sulh yapmak. "Sellemehû" ve "selleme aleyhi": kâle lehû selâmun aleykum, birine sulh ve selâmet dileyerek selâm vermek. "Esleme fulân": dehale fi's-silm ve huve'l-istislâm, sulhe girmek, sulh ortamında bulunmak, inkıyâd etmek, sulh bir otoritenin varlığında hasıl olur ve inkıyâd ile sonuçlanır.

    2. İnkıyâd etmek, itaat etmek, boyun eğmek

    "Silm, selâm, selem": inkıyâd etmek.

    "Selleme ileyh": inkâde ileyh, inkıyâd etmek. "Esleme emrehû ilallâh: "sellemehû", inkıyâd etmek, teslim olmak. "İstesleme'r-raculu": inkâde ve ezane, itaat etmek anlamlarını taşır.

    Ayrıca İnkıyâd, râzı olma saygı duyma anlamında da kullanılmaktadır.

    3. Selâmet

    "Selâmet": necât, tehlikelerden uzak olmak. "Selâm, selâmet": el-berâ'eh mine'l-uyûb, yeni ayıplardan, eksikliklerden beri olmak. "Silm, selem": selâm vermek. Buradan da "selâm" kelimesi, ıstılah olarak, verilen kişiyle sulhu belirtmek ve onu tehlikelerden uzak olması için duâ etmek anlamındadır.

    "Sellemehullâhu mine'l-âfeh": Allah onu âfetten korudu. "Selleme'ş-şey'e lehû": kurtarmak. "Eslemehullâhu": hafizahû sâlimen, Allah, sağlam ve sahih olarak korudu. "Teselleme minh": teberre'e minh, kurtulmak anlamlarına gelir.

    4. Güvenlik

    "Selâm: emân, güvenlik. Sulhle ortaya çıkan bir ortam.

    5. Hayır, iyilik

    "Selâm": hayr, rahatlık ve iyilik sağlamak. Bu ise yine sulh ve selâmet ortamında mümkündür. Canlılar için kaçınılmaz olan suyun elde edilmesini sağlayan "kova"nın, 'imâl, islâh, tamir ve ihkâmı yani sağlamlaştırılması' anlamlarında kullanılan "selm" kelimesi, selâmeti sağlayan aletlerin tedârikini ifade eder.

    Buraya ilâve edilmesi gereken mühim iki husus da vardır. Birincisi: Bu kökten gelen mübâlağa sıfatlarından olan ve sâlimun mine'l-afat yani tehlike, afat ve belâlardan uzak olan kimse anlamındaki "selîm" kelimesi "selâmet" anlamındadır.

    İkincisi ise yine mübalağa sıfatlarından "sellâm",'selâm' kelimesinin daha kuvvetli ifadesi karşılığıdır.

    "Selâm" ise Allah'ın esmâ-ı hüsnasından (güzel isimlerinden) biri olup, bu kelime masdar vezniyle gelmiştir ve böyle kullanılır. Selâm isminin menşei ise iki asıl hususu ihtiva eder. Biri, Allah'ın "noksan sıfatlardan münezzeh oluşu", diğeri "kâinatı ve eşyayı bir nizam ve intizam dahilinde tutarak bir sulh ortamında idare ediciliği"dir. Yani Allah münezzehtir ve sulhun sahibidir.

    Bütün bunların ışığında şöyle denilebilir: S-L-M kökü, "sulh isteyen bir otoriteye, razı olarak ve saygı duyarak itaat edip, boyun eğip, inkıyâd ederek sağlanan bir ortamda, selâmet, güvenlik ve iyilik içerisinde yaşamayı ve bu halin devamı için gerekli faaliyetlere ve metodlara baş vurmayı ve kullanmayı" ifade eder.

    İslâm kelimesinin lügat manaları:

    Daha önce belirtildiği gibi İslâm kelimesi,'Esleme' fiilinden bir masdardır. Bu fiilin anlamları ve İslâm kelimesinin vezni olan "if'âl" vezninin özelliklerine geline:

    "Esleme" fiilinin lügat mânâlar. şöyle ifade edilir:

    a) Esleme'r-raculu: inkâde, boyun eğmek, itaat etmek, kabullenmek, bas eğmek.

    b) Esleme fulân: dehale fi's-silm ve huve'l-istislâm, sulhe girmek, sulhe dahil olmak, sulh yapmak.

    c) Esleme fulân: tedeyyene bi'l İslâm, dehale fi Dîni'l-İslâm, sâra muslimen, İslâm'ı din edinmek, İslâm'a girmek, müslüman olmak.

    d) Esleme emrehû ilallâhi: Allah'a teslim olmak, Allah'a varlığını teslim etmek.

    e) Esleme vechehû lillâhi: ehlesâ dînehû lillâhi, hâlis ve samimi olmak, bütün kalbiyle bağlanmak.

    f) Esleme'ş-şey'e ileyhi: defe ahû ileyh, ödemek, vermek.

    g) Esleme fi'l-bey: te amele bi'sselem, selem alışverişi yapmak. Bir malın bedelini önce verip, malı belirli bir süre sonra almak.

    h) Esleme'l-aduvve: hazelehû, yardımı bırakmak, yardımı kesmek (düşmandan)

    i) Eslemehû li'l-heleketi: tehlikeye atmak

    j) Esleme ani'l-emri: terekehû ba'de mâ kâne fih, bulunulan bir durumu veya bir şeyi terketmek.

    k) Eslemehullâhu: hafizahû sâlimen, sağlam ve sahih yani tam olarak korumak. Ayrıca İslâm kelimesi ve türevleri genel olarak Hz. Muhammed'den önceki semâvî tevhid dinleri ve mensupları için de kullanılmıştır. Çünkü vahy'in kaynağı bir olup, o da yüce Allah'tır. Ona ve peygamberlerine "tabi ve teslim olma" niteliği önceki dinlerde de vardır. Kur'an-ı Kerîm'de bununla ilgili pek çok âyet- i kerîme vardır.

    Cenâb-ı Hak Nûh (a.s)'a vahyettiği gibi Hz. Muhammed'e de vahyettiğini bildirmiş (en-Nisâ, 4/163), Hz İbrahim ve ondan sonra gelen bazı peygamberleri ve mensuplarını "müslüman" olarak nitelemiştir.

    "Bir zaman Rabbi ona: "İslâm ol" dediğinde, İbrahim: "Alemlerin Rabbi olan Allah'a teslim oldum" demişti. İbrahim İslâm ümmetinden olmayı oğullarına da vasiyet etti. Ya'kub da onu tavsiye ederek: "Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti. O halde sizler sadece müslümanlar olarak can verin" dedi. Yoksa siz Yakub'a ölüm geldiği sırada yanında mı bulunuyordunuz? O zaman o, oğullarına: "Benden sonra neye tapacaksınız?" demiş, oğulları da:"Senin ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhı olan tek ilâha kulluk edeceğiz. Bizler O'na teslim olduk" demişlerdi" (el-Bakara, 2/131-133).

    Şu ayet-i kerîmede peygamberlerin mesajının temelde bir ve aynı olduğu ve bunun da İslâm'dan ibaret bulunduğu şöyle ifade buyurulur: "Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Musa'ya ve İsa'ya verilen ve diğer peygamberlere Rableri tarafından verilene iman ettik. Onlar arasında bir ayının yapmayız, biz de Allah'a teslim olanlarız, deyin" (el-Bakara, 2/136). Ancak daha sonra yahudi ve Hıristiyanlık dininin bozulduğu ve mensuplarının şirke düştükleri bir önceki ayette şöyle anlatılır: "Kitap ehli: " Yahudi ve hristiyan olun ki, doğru yolu bulasınız" dediler. Ey Muhammed! De ki:"Hayır biz bâtılı bırakıp hakka yönelen İbrahim'in dinine uyarız O, Allah'a ortak koşanlardan değildi" (el-Bakara, 2/135). Diğer yandan tesis (üç ilâhı bir sayma) inancının onları küfre düşürdüğü de ifade edilir: "Gerçekten, Allah Meryem'in oğlu İsa'dır, diyenler kâfir olmuşlardır" (el-Mâide, 5/72). "Şüphesiz ki: Allah üç ilâhtan biridir, diyenler, kâfir olmuştur. Oysa tek bir ilâhtan başka hiçbir ilâh yoktur" (el-Mâide, 5/73). "Yahudiler, Üzeyr Allah'ın oğludur, hristiyanlar da İsâ Allah'ın oğludur, dediler. Bu, onların ağızlarında geveledikleri câhilce sözleridir" (et-Tevbe, 9/30).

    Kur'an-ı Kerîm'de Hz. Musa'ya ve Tevrat'a tabi olanlara da "Nasrânî" adı verilmiştir. Hz. İbrahim'in temsil ettiği tevhid dini de "hanîf dîni" olarak isimlendirilir. Diğer yandan İncil, Tevrat veya Zebur'a tabi olanların hepsine birlikte, kutsal kitap sahipleri anlamında "ehl-i kitap" denilir. Nasrânîlere Hz. İsa'dan çok sonra, yunanca bir kelime ile "hristiyanlık" adı verilmiş, mensuplarına da "hristiyan" denilmiştir.

    Kur'an-ı Kerîm'de Hz. İbrahim'den söz eden on kadar ayette, O'nun "hanîf (hakka dönen, tam teslim olan, ibadet eden)" bir peygamber olduğuna yer verilir.

    "İbrahim ne yahudi idi ne de hristiyandı. Fakat o, doğruya yönelmiş, hanîf) bir müslümandı. Müşriklerden değildi" (Âlu İmrân, 3/67).

    "Şüphesiz ki ben, hakka eğilerek yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim. (eslemtü) Ben Allah'a ortak koşanlardan değilim " (el-En'âm, 6/79).

    Ancak geçmiş ümmetlerle ilgili olan ayetlerde geçen "müslim, müslimûn, müslimîn ve müslimeyni" gibi ifadeler "teslim olan, hakka tabi olan" anlamındaki "müslim" kelimesinin ikil veya çoğullarıdır. Nitekim Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail'in Kâ'be'yi inşa ederken yaptıkları duada bu anlamı görmek mümkündür: "Rabbimiz! İkimizi de Sana teslim olan kıl. Soyumuzdan da Sana teslim olan bir ümmet meydana getir" (el-Bakara, 2/128). Kısaca bu ayetlerde, önceki dinlere mastar şekliyle "İslâm"ın özel ad olarak kullanıldığını ifade eden bir ayet yoktur.

    Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed'in davet ittiği son dine ise özel ad olarak "İslâm" terimini kullanmıştır. Ayetlerde şöyle buyurulur:

    "Şüphesiz, Allah katında din İslâm'dır" (Âlu İmrân, 3/19). "Eğer seninle mücadele ederlerse, de ki: "Ben Allah'a yöneldim. Bana tabi olanlar da". Kendine kitap verilenlere ve okur yazarlığı olmayanlara, de ki: "İslâm oldunuz mu?" Eğer müslüman olurlarsa doğru yolu bulmuş olurlar" (Âlu İmrân, 3/20). "Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, onun dini asla kabul edilmeyecektir" (Âlu İmrân, 3/85). "Allah, kimi hidayete erdirmek isterse onun gönlünü İslâm'a açar" (el-En'âm, 6/125).

    Bütün insanlığa hitabeden ve evrensel bir mesaj getiren son tevhid dini, en mükemmel düzeye ulaştırılmıştır."Bugün dininizi sizin için ikmâl edip üzerinize nimetimi tamamladım ve din olarak size İslâm'ı seçtim" (el-Mâide, 5/3). Kendi devirlerindeki toplum ihtiyaçlarını karşılayan önceki semâvî dinler İslâm'ın gelişiyle yürürlükten kaldırılmış ve İslâm onların da yerini almıştır.

    İslâm'da, inanmadığı halde müslümanların hâkimiyetine boyun eğme, anlamı da bulunduğu için bazan "müslim" ile "mümin" farklı anlamlar taşıyabilir. Aşağıdaki ayette buna dikkat çekilir: "Ey Muhammed! Bedevîler; iman ettik, derler. Sen onlara şöyle de: Hayır iman etmediniz. Siz ancak; "müslüman olduk, yani teslim olduk" deyin. Çünkü henüz iman kalbinize girmemiştir" (el-Hucurât, 49/14).

    Bu duruma göre her mü'min, aynı zamanda müslim sayılır. Fakat her müslim mü'min (inanmış) olmayabilir. Yani bir kimse inanmadığı halde, çeşitli sebep ve menfaatler yüzünden İslâm'a boyun eğmiş olabilir. İslâm'a göre, inanmadığı halde, dış görünüş bakımından inanmış görünen kimse "münâfık" denir (bk. el-Bakara, 2/8-10).

    Ayrıca hadislerde de "İslâm"ın din ismi olarak zikredilmiş olduğu görülmektedir:

    Resulullah şöyle buyurur: "Allâh (tebâreke ve teâlâ) beni İslâm'la gönderdi" (Ahmed b. Hanbel, IV, 446). "Rabbin bize Seni ne ile gönderdi?" O,"İslâm'la" dedi (Nesaî, Zekât, 1, 72). İki kişi, (Hz. Peygamber'e) "Dinin nedir?" der, O da "Dinim İslâm'dır" der.

    İslâm'ın din ismi olarak kullanıldığı gayet açık bir konudur.

    İslâm kelimesinin menşeine gelince:

    Yukarıda, İslâm'ın bir din ismi olarak ayet ve hadislerde geçtiği bahsedilmiştir. İslâm kelimesinin, hangi lügavî anlamlardan ıstılah mânâsına ulaştığı, birşeye ismin nasıl verildiği, İslâm kelimesinin menşei ve bu menşei teşkil eden lügavî manaların bu ismin vezin özelliklerine göre neler ifade ettiği hususunda da şunlar kaydedilir.

    el-Cüveynî der ki: "Araplar bir şeyi, eğer delâlet ediyorsa, veya ondan bir sebebi (yani aralarında bir bağlılık) varsa, onu (karşılayan veya bağlantısı olan) şeyin ismiyle isimlendirirler."

    Bu ifadelerden, saf Arapça olan İslâm kelimesinin kendi masdar anlamıyla doğrudan bağlantılı olduğu anlaşılır. Bu durumda "esleme" fiilinin bu masdarı, ıstılahda yüklenecek bütün anlamları taşıyabilir.

    Bir dinin adı olarak kullanılan İslâm kelimesi için temelde iki anlam verilmiştir.

    Bunlar ise;

    1. İbn Fâris ve İbn Manzûr tarafından verilen tariflerdir. İbn Manzûr "ve'l-İslâm ve'l-istİslâm: el-inkıyâd" İslâm ve istİslâm: inkıyad etmek, boyun eğmektir der. İbnu Fâris ise "ve mine'l-bâb eydan el-İslâm ve huve'lin kıyâd" bu bâbda (yani S-L-M kökünün asıl anlam grubunda) İslâm, bizâtihi inkıyâdın kendisidir tarzında zikreder (İbn Faris, mü'cem makayisi luğa, III, 90; İbn Munzir, Lisanü'lArab, XII, 293).

    2. İbn Kuteybe "el-İslâm: ed-duhûl fi's-silm ve huve'l-inkıyâd ve'l-mutâbe ah" İslâm sulhe giriştir, sulh yapmaktır, bu ise inkıyâd, boyun eğmek ve tâbi' olmaktır, der (Nuzhetü'l-A'yun, 136).

    Bunlardan biri, diğerinin bir neticesidir. İbn Kuteybe'nin ifadeleri, açık olarak bizi, yukarıda verilen İbn Fâris ve İbn Manzûr'un açıklamalarına uygun bir sebeb-sonuç münasebeti ekleyerek 'inkıyâd sulhu netice verir' der, öyleyse İslâm, inkıyadla hasıl olmuş bir sulh ortamında yaşamaktır' fikrine ulaştırır.

    Çok özet bir ifadeyle "bir din olarak İslâm, Allâh'a inkıyaddan hasıl olan, O'nun sulh ortamında yaşamanın adıdır."

    Ayrıca burada, menşe' meselesine ilâve edilecek şu manalar da vardır: Teslim olmak, ihlâslı olmak. İslâm dini için temeli teşkil eden manaların "inkıyâd etmek, sulh yapmak, teslim olmak, ihlaslı olmak"tan ibaret olduğu yukarıda zikrettik.

    İslâm kelimesinin şer'î anlamıyla kazandığı genişleme:

    1. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in verdiği tarifler:

    Hz. Peygamber (s.a.s.) bir çok hadislerinde İslâm'ı muhtelif konularla birlikte zikreder. Bunlar, genellikle bir bütünün parçalarıdır. Bir takım hadislerde de vardır ki, İslâm'ın dîn ve şerîat yönünden en güzel tarifi mahiyetindedir. Dînî tarif için Cibrîl hadisi ile Abdu'l-Kays kabilesinin özel olarak gönderdiği heyete Hz. Peygamberin verdiği cevaplar en önemlileridir.

    ... Ebû Hureyre (r.a) şöyle demiştir:

    Bir gün Resulullâh (s.a.s) meydanda oturuyordu. Yaruna bir adam geldi ve:

    -İman nedir? diye sordu.

    -Resulullâh:

    -İman Allâh'a, meleklerine, Allah'a kavuşmaya, peygamberlerine inanman; aynı şekilde (öldükten sonra) dirilmeye inanmandır, cevâbını verdi. O zat:

    -İslâm nedir? dedi.

    -Resulullâh:

    -Allah'a ibadet edip, O'na hiçbir şeyi ortak kılmaman, namazı dosdoğru kılman, farz edilmiş zekâtı vermen, ramazanda oruç tutmandır, buyurdu.

    Sonra o zat:

    - İhsan nedir? diye sordu.

    Resulullâh:

    -Allah'ı sanki görüyormuşsun gibi ibadet etmendir; eğer sen Allah'ı görmüyorsan şüphesiz O seni görmektedir, buyurdu. O zat:

    - Kıyamet ne zaman? dedi.

    Bunun üzerine Resulullâh:

    -Bu meselede sorulan, sorandan daha âlim değildir. (Şu kadar var ki kıyametten önce meydana gelecek) alâmetlerini sana haber vereyim. Ne zaman satılmış câriye sâhibini (yâni efendisini) doğurur, kim oldukları belirsiz deve çobanları yüksek bina kurmakta birbiriyle yarışa çıkarsa kıyametinleri görülmüş olur. (Kıyâmetin vakti) Allah'tan başka kimsenin bilmediği beş şeyden biridir, buyurduktan sonra: "O saatin ilmi şüphesiz ki Allah'ın nezdindedir. Yağmuru (mukadder olan vakitte ve yerde) O indirir. Rahimlerde olanı O bilir. Hiç bir kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç bir kimse hangi yerde öleceğini bilmez. şüphesiz Allah (her şeyi) bilendir. Her şeyden haberdardır" (Lokmân, 31/34) ayetini tilavet eyledi. Sonra o zat arkasını dönüp gitti. Resulullâh: "Onu geri getirin " diye emretti; fakat sahâbîler onun izini bulamadılar. Bunun üzerine Resulullâh: "İşte bu Cibril'dir. İnsanlara dinlerini öğretmek için geldi" buyurdu.

    Ebû Abdillâh bu hadiste zikredilen şeylerin hepsini imandan kıldı.

    Yukarıda zikredilen hadisteki Hz. Peygamberin "İşte bu Cibril'dir, insanlara dinlerini öğretmek için geldi" ifadesinden, bilhassa iman, İslâm ve ihsânın dinden ibâret olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre İslâm dini, imân esaslarına inanmak, İslâm'ın erkânını yerine getirmek ve ihsan sahibi olmaktır.

    en-Nevevî, Muslîm'in Sahih'ine yaptığı şerhte "İslâm, (iman esaslarını) tasdik, (kelime-i şehâdeti) söylemek ve (İslâm'ın rükünleriyle) amel etmekten ibarettir" der, İslâm'ı, bir din olarak geniş anlamıyla verir.

    Din kelimesi, tâat anlamında olduğuna göre, kalbin tâati iman ve tasdik dilin tâati, şehâdet, ikrar yani kavl, insan uzuvlarının (cevârihin) tâati ise ameldir, yani emredileni, şer'î ve meşru olanı yapmaktır. "Allah katında din, şüphesiz İslâm'dır" (Âlu İmrân, 3/19) âyetindeki hedef yukarıda zikredilen iman, İslâm ve ihsanı içerisine alan İslâm dinidir.

    "Kim, İslâm'dan başka bir din ararsa, o kimseden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecek" (Âlu İmrân, 3/85) ayeti "Muhammed'in getirdiğin dinden başka bir din arayandan, aradığı din kabul edilmeyecektir" şeklinde açıklanır. "Muhammed'in dinine İslâm ismi verilir, Dînu'l-İslâm (İslâm dini) denilir" ifadesiyle İslâm dininden maksadın, Hz. Muhammed (s.a.s)'in tebliği ettiği din olduğu anlaşılır (Bedrüddin el-Aynî,. Umdetü'l-karî, I, 109-110).

    Kâdî İyâd ise bu hadisi kasdederek "Şeriat ilimlerinin tamamı bu hadise bağlıdır ve bundan şube şube olmuş yayılmıştır", demektir (Aynı, a.g.e., I, 291).

    Bize Ubeydullâh b. Mûsâ şöyle dedi: Bize Hanzalatu'bnu Ebî Süfyân, İkrime b. Halid'den, o da İbn Ömer'den haber verdi. İbn Ömer (r.a) şöyle demiştir: Resulullah şöyle buyurdu: "İslâm, beş şey üzerinde kurulmuştur: Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allâh'ın Resulu olduğuna şehâdet etmek, namaz kılmak, zekât vermek hacc etmek, ramazan orucunu tutmak" (Buhârı, iman, 1).

    Şer'î bir tarif olarak, İslâm'ın beş rükün üzerine bina edildiğini belirtmektedir. Hadis şârihleri, bu hadisi izah ederken madem binanın direkleri ve sütunları var, öyleyse temeli, duvar ve çatısı olmalıdır derler. Temeli iman esasları rükünleri yukarıda zikredilen beş husus, duvar ve çatıyı yani koruyucu unsurları ise müeyyidât ve yaşama nizâmları olmaktadır.

    Tefsir, kelâm ve dil âlimlerinin, asıl lügavî mânâlara verdikleri şer'î anlamlara gelince:

    a) et-Taat: tâat itaat, ibadet, kulluk etmek. Bu anlamıyla "Din" karşılığıdır. Çünkü din taattır.

    b) el-İzân: İzân, boyun eğmek, itaat etmek. Bu kelime Kur'an'da zâlim kişilerin, zulmü bırakıp itaat etmesi anlamında kullanılır. Zulümden dönüşü ifade eder (en-Nûr, 24/49).

    c) el-Hudû: Hudû, boyun eğmek itaat etmek. Bu kelime Kur'an'da kâfirler için kullanılır. Kâfirin küfrü bırakıp imana gelmesi ve İslâm'ı yaşaması, ibadet etmesi anlamındadır. Küfürden İslâm'a dönüştür (eş-Şuarâ', 26/4).

    d) es-Sulh: Sulh. Bu anlamıyla, kişinin, Allah, cemiyet ve idare ile karşılıklı rıza ile barış içerisinde olması ifade edilir.

    e) el-Emân: Emân, güvenlik. İslâm, fert ve cemiyete güvenlik sağlar.

    f) el-Hulûs: Hulûs. Bu kelime iki anlamda kullanılır: Biri tehlikelerden beri olmak, diğeri ise saf, temiz ve halis olmaktır. İslâm, bir kurtuluştur, kalb dile ve tavırların tutarlı ve samimi olmasıdır.

    g) el-Berâ'etu mine'ş-şevâibi'z zahire ve'l-bâtıne: Açık ve gizli lekelerden uzak olmaktır. Bu anlamıyla, ibadeti ve taati ve inançları sadece Allâh'a ait tutmak, ihlaslı olmaktır,

    h) el-Müslimûn, ehlu'l-İslâm: Müslümanlar. Bu anlamıyla kullanılması İslâm'dan mecazdır.

    i) Ahdu'l-İslâm, el-Asru'l-İslâmî: İslâm dönemi, İslâmî asır.

    j) el-İmân: İman. İman, İslâm'ın inanılması gereken umdèlerine itikattır. İman, İslam'la aynı anlamda kullanılır, Mâturîdîlerde olduğu gibi biri diğerinin aynıdır.

    İman ve İslâm terim olarak ayrıdır, fakat biri diğersiz olmaz. İmansız İslâm olmadığı gibi, İslâmiyetsiz iman olamaz. Eş'ârîlerin kanaati budur.

    İman ve İslâm ayrı ayrı şeylerdir. İmân bir inanmadır. İslâm bir otoriteye zorunlu itaattir. Bu durumda imânda kişi zorlanamaz. İslâm'da şekil olarak zorlanır. Hanbelîlerin kanaati budur. Fiiliyatta bu zorunluluğa "istİslâm" derler.

    el-İstİslâm: İstislâm, zorunlu olarak itaat. İmlâmda "istislâm" fikrinde olanlar, fiiliyatta zorlama olacağını kabul ettikleri gibi, bunların bazısı iman rükünleri içindeki kadere imanın yani hayır ve şerrin Allah'tan olduğunu kabulde, ferdin başına gelen imtihan yollu belâ, sıkıntı, darlık ve âfete itirazsız kabülünü de kasdederler.

    l) el-mâlul-meşrûah: Dinin cevaz verdiği ameller, işler anlamında bazan kullanılır.

    İslâm dinini bazı yönlerini ifade eden ve onun yerine bazan kullanılan S-L-M kökünden diğer isimleri ise şunlardır:

    a) Selem: Bu isimle İslâm'dan "Allâh'a' ibadet ve tâatte olmak ve emirlerine inkıyâd etmek" kasdedilmektedir.

    "Selem: İtaat ve inkıyad anlamıyla İslâm'ın isimlerinden biridir."

    "Size selam veren kişiye mü'min değilsin demeyiniz" (en-Nisâ, 4/94). Selem, itaat etmek ve inkıyadı takdim etmektir. İslâm da ancak taati Allâh'a ait tutmak ve emrine inkıyad etmek bağlanmaktır. İbn Ömer "Filanca ile selem alışverişi yaptım" demekten hoşlanmazdı, "Bu ismin sadece Allah'a taat için kullanılmasını başka şeyin buna karıştırılmamasını sevmekteyim" derdi.

    b) Silm: Bu ismiyle İslâm, şeriatın tamamına uygun hareket etmektir.

    Cenâb-ı Hakk'ın "Ey imân edenler, topluca silm'e giriniz " (el-Bakara, 2/208) âyetindeki silm kelimesi Sulh ve İslâm anlamındadır (Ebû Hayyan el-Endülüs Tuhfetü'l-Erib, 140).

    c) Selm: İslâm'ın sosyal yapıdaki sulh yönünün ismidir.

    bn Manzûr, Lisânü'l-Arab (XII, 295). da "ve's-Selm: el-İslâm", Selm, İslâm'dır. "ve's-Selm: el-istihza' ve'l inkıyâd ve'l-istislâm", Selm: İtaat, inkıyâd ve bir otorite karşısında boyun eğmektir, der. es-Sicistânî ise Nuzhetu'l-kulûb (s. 128) da "ve's Selmu ve's-silm...: el-İslâm ve's sulhu eydan" Selm ve Silm: İslâm ve sulh'tur, tarzında zikreder.

    Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere "Selm, İslâm'ın itaat, inkıyad ve boyun eğişle hasıl olmuş bir sulh ortamı olmasına isimdir.

    İslâm'ın temel özellikleri:

    Kur'an, İslâm'da esas olanın Allâh'a inkıyad etmek ve ihlaslı olmak olduğunu, İslâm'ın zıddının ise küfr, şirk ve câhiliyye olduğunu ifade buyurur.

    İnkıyad etme boyun eğme ve itaat etmek, bizzat İslâm'ın kendisidir. Cenâb-ı Allah bununla ilgili olarak şöyle buyurur:

    "(De ki) O'nun hiç bir ortağı yoktur; bana sadece bu emrolundu ve ben müslümanların (teslim olanların, itaat edenlerin) ilkiyim" (el-En'âm, 6/163). "Hayır, Rabb'ine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem tayin edip, sonra da senin verdiğin hükmü, içlerinde bir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe imân etmiş olmazlar" (en-Nisâ, 4/65). "Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola döndüremezsin; ancak ayetlerimize inananlara sen duyurabilirsin, işte onlar müslümanlar (teslim olanlar) dır" (en-Neml 27/81, er-Rûm 30/53).

    "Sonunda erginlik çağına erince ve kırk yaşına varınca:'Rabbim! Bana ve anne babama verdiğin nimete şükretmemi ve benim hoşnud olacağın yararlı bir işi yapmamı sağla, bana verdiğin gibi soyuma da salâh ver, doğrusu sana yöneldim, ben, kendini sana verenlerden (müslümanlardan)im' demesi gerekir" (el-Ahkâf, 46/15).

    İhlâs: Yapıları ibadet ve işlerde yalnız Allah'ın rızasının esas alınmasıdır. İhlâsı bozan şeyler şöyle sıralanabilir: Müslümanlar arasında tarafgirlik ve adâvet, bozuk siyâsî, hayat riyâkarlık (şirk-i haftı) olan şöhretperestlik, insana kendini çok çekici gösteren, kendini beğenmişlik dediğimiz tarihe şa'şalı geçmek ve iyi görünmek, dini, maddî ve mânevî bir gaye ve maksada alet etmek, bu maksat için rekabete girmek.

    İhlas, ihsanın neticesidir.

    Ferd, tahkiki imanın kuvvetiyle, Allah'ın marifetini netice veren masnûattaki imanı tefekkürle hasıl olan huzurla, Cenâb-ı Hakk'ın hazır ve nazır olduğunu düşünerek, O'nun huzurunda başkalarına bakmak ve meded aramak o huzurun edebine aykırı olduğunu düşünmek ile riyadan kurtulup ihlâsı kazanır. İhlas, şirkin zıddıdır.

    "Biz sana Kitâb'ı hakk olarak indirdik. O halde sen Allâh'a dîn (tâat)i O'na yalnız hâlis kılarak ibâdet et" (ez-Zümer, 39/2).

    "De ki: Dîn (tâat)i Allah'a hâlis kılarak O'na ibadet etmekle emrolundum" (ez-Zümer, 39/ 11).

    "De ki: Allah'a, yalnızca O'na dîn (tâat)imi hâlis kılarak, ibâdet ederim" (ez-Zümer 39/14). Müminlere hitaben:

    "O halde siz, Allah'a dîn (tâat)i yalnız O'na has kılarak yalvarın, kâfirler hoşlanmasa da" (el-Mü'min 40/14).

    "O, daima diridir, O'ndan başka ilah yoktur. Din (tâat) i yalnız O'na has kılarak O'na yalvann. Her türlü hamd (övgü), alemlerin Rabb'ine mahsustur" (el-Mumin, 40/65).

    Müşriklerin ifadesine yer verilerek de şöyle buyurulur:

    "Öncekilerde olduğu gibi, bizde de bir kitap olsaydı, Allâh'ın içten bağlanan kulları olurduk"derlerdi. Böyleyken şimdi onu inkâr ettiler. Artık ileride bileceklerdir (es-Sâffât, 37/167-170).

    Hz. Peygambere hitaben:

    "Eğer seninle tartışmaya girişirlerse, "Ben bana uyanlarla birlikte Allâh'a ihlâs ile bağlıyım" de" (Âlu İmrân, 3/20).

    "... Ben, alemlerin Rabb'ine ihlâsla emrolundum" de (el-Mümin 40/66).

    Müminlere hitaben:

    "İyi davranışlar içinde kendini bütünüyle Allah'a veren kimse, şüphesiz en sağlam tutacağa yapışmıştır. Bütün işlerin sonu Allah'a varır" (Lokmân 31/22).

    "İşlerinde doğru olarak kendisini, Allah'a hâlisâne teslim eden ve hakka yönelen İbrahim'in Allah'ı bir tanıyan dinine uyandan, din bakımından daha iyi kim olabilir? Allah, İbrâhim'i dost edinmişti" (en-Nisâ, 4/125).

    irk: Kâinatın ve mevcûdatın sahibi Allah'a ortak koşmak en büyük zulümdür, onu inkâr etmektir. Allâh'ın zatında, sıfatında, rububiyetinde ve icraatında, ortağı, benzeri yoktur ve olamaz. Kâinattaki nizam ve intizam şirke yer olmadığına en büyük delildir.

    Amellerde, Allah'ın rızasından başka bir niyet ve maksat taşımak gizli şirk (şirk-i hafî)dir. Gizli şirkin menşei enâniyettir. Eğer gizli şirk katılaşır ve artarsa, esbâb şirkine, oradan da küfre, en nihayet tatil'e yani Hâlıksızlığa ulaşır.

    Kelime-i tevhidin tekrar ile zikrine devâm etmek, kalbi pek çok şeyler ile bağlayan bağları koparmak ve insanda bulunan özelliklerin kendilerine uygun ortaklarıyla olan alakalarını kesmek içindir. "Doğruya yönelmiş (hanif) olarak yüzünü dine çevir (taatini yap), sakın müşriklerden (puta tapanlardan) olma!" (Yunus 10/105).

    "Sonra sana, doğruya yönelen (hanif) İbrahim'in dinine uy!" diye vahyettik. Çünkü O, müşriklerden değildi" (en-Nahl 16/123).

    "Sana indirildikten sonra Allah'ın ayetlerinden sakın seni alıkoymasınlar. Rabbine dâvet et, sakın müşriklerden olma!" (el-Kasas 28/87).

    Hz. Peygambere ve müslümanlara hitap:

    "Allah'a yöneldiğiniz halde, O'na karşı gelmekten sakınınız, namaz kılınız, fırka fırka olup dinlerinde ayrılığa düşen, her fırkasının da kendisinde bulunanla sevindiği müşriklerden olmayınız" (er-Rûm 30/31-32).

    Küfr: Nimeti inkârdır. İman ve İslâm bir nimettir. Bu nimeti inkâr etmek, imansızlıktır. İnkar ise ya imanın hükümlerini nefyetmek ve inkar etmektir ki bu tarz olan dalâlet, hakkı kabul etmemektir. Kabulün yokluğudur (adem-i kabûl), ya da imanın nefyini değil, belki imanın zıddına gidip, batılı kabuldür, hakkın aksini ispattır, yokluğun kabulü (kabûl-i adem)dür, buna cahd denilir.

#26.09.2005 01:55 0 0 0
  • ŞERÎAT

    İnsanı bir ırmağa, su içilecek bir kaynağa ulaştıran yol. İlâhî emir ve yasaklar toplamı. Âyet, hadis ve icmâa dayanan ilâhî kanun. Din, dinin amele ilişkin hükümlerinin bütünü. Dinin dışa yansıyan görüntüsü ve dünya ile ilgili hükümlerinin tamamı. Şerîatla eş anlamlı olan "şer kelimesi yalnız "İslâm şerîatı" anlamında kullanılırken, şerîat kelimesi diğer kanunlar için de kullanılabilir. "Musa'nın şerîatı", "Zerdüşt şerîatı" gibi. Şer' kelimesinin çoğulu kullanılmaz. Şerîat'ın çoğulu "şerâyi dir. Şerîat'ın eş anlamlısı olan "Şir'a" da sözlükte; yol, mezhep, metot, âdet, benzer, tek, suya giden yol, anlamlarına gelir. Ancak şerîat sözcüğü diğerlerine göre daha çok şöhret kazanmış, bütün emir ve yasakları ve diğer hükümleriyle "İslâm dini" karşılığında kullanılmıştır. Buna göre, İslâm şerîatı denildiği zaman daima, Allah'ın Hz. Muhammed (s.a.s) aracılığı ile insanlara gönderdiği İslâm dini ve onun özellikle amele ilişkin hükümleri anlaşılır. Şâri'; Şeriât koyan, teşrî' ise; Şerîat koymak, kanun çıkarmak demektir. Kelimenin terim anlamı Mekke'de inen şu âyette görülür: "Sonra seni bu işte apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy. Hakkı bilmeyenlerin heva ve heveslerine uyma" (el-Câsiye, 45/18). Yine Mekke'de inen şu âyette İslâm'ın önceki şerîatların devamı olduğu belirtilir. "Allah dini doğru tutmanız ve onda ayrılığa düşmemeniz hususunda Nuh'a tavsiye ettiği, sana vahyettiğimiz, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiyede bulunduğumuz dinle ilgili hususları size şerîat olarak koydu (eş-Şûrâ, 42/13). Aynı sûrenin 21. âyetinde de inançtan yoksun olanlara hitaben; "Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği hususlarda kendileri için dinden şerîat koyan ortakları mı var?" buyurulmuştur.

    Bu âyetlerden anlaşıldığı gibi şerîat ve eş anlamlısı olan kelimeler Allah'ın insanlar için koyduğu bütün hükümleri kapsamaktadır. Bu hükümleri vazedenin bizzat Allah olması itibarıyla O'na "Şâri-i Hâkim" veya "Şâri-i Mübîn" denildiği gibi, aynı isimler Hz. Peygamber için de kullanılır. Çünkü o da bir peygamber olarak, yeni hükümler koymuş veya Kur'an'ın hükümlerini tamamlayıcı esaslar getirmiştir. Bu yüzden Hz. Muhammed de "Şâri dir. Ancak O'nun koyduğu hükümler vahyin kontrolü altındadır. O'ndan vahye aykırı bir söz, fiil veya takrir zuhur ederse, Allah bunu düzeltir. Yanlış olan veya değişmesi gereken hükmün yerini vahiy alır. Kur'an'da şöyle buyurulur: "O, kendi arzu ve hevasından konuşmaz. Onun her konuştuğu, Allah tarafından vahyedilen bir vahiyden başka bir şey değildir" (en-Necm, 53/3,4)

    İslâm Şerîatı temelde Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas delillerine dayanır. Bir hükmün İslâmî nitelik taşıması bu kaynaklardan birisine dayanmasına bağlıdır. Kur'an, Hz. Peygamber'in 12 yıl Mekke, 10 yıl da Medine dönemi olmak üzere toplam 22 yıl ve birkaç aylık peygamberlik süresinde tamamlanmıştır. "Bugün size dininizi tamamladım. Size olan nimetimi de tamamladım ve sizin için İslâm'ı din olarak seçtim (el-Mâide, 5/3).

    Bu dinin tamamlanması iki devrede olmuştur. Mekke'de Müslümanların sayısı az ve henüz kendilerini savunacak düzenli bir güce sahip olmadıkları için, bu devrede şerîatın dünyaya ve devlet düzenine ait hükümlerini uygulama imkânı yoktu. Bu yüzden Mekke'de inen sûrelerde daha çok inanç, ibadet, ahlâk ve fazîlet konuları yer almış ve geçmiş milletlere ait ibret verici kıssalar anlatılmıştır. Medine döneminde ise artık evlilik, boşanma, nafaka, miras, ticaret, tarım, cihad, ceza hukuku müeyyideleri gibi devlet düzeni içinde yaşayan bir toplum için gerekli olacak bütün şer'î hükümler gelmiştir. Bunların bir bölümü Kur'an'da, daha geniş bölümü de hadislerde yer almıştır. Artık Müslümanların Şer'i hükümlerin uygulanmasını gerektiğinde zor kullanarak sağlayabilecek bir güce kavuştukları, Bedir, Uhud, Hendek gazveleri gibi düşmanla yapılan savaşlarda kendilerini savunabildikleri, ya da düşmanı yenilgiye uğrattıkları görülür. Böylece şer'î hükümler ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal bir sistem olarak bir bütünlük içinde uygulanmaya başlanmıştır. Bu arada ekonomik alanda faiz, karaborsacılık, aldatmaya dayalı fâhiş kâr yasaklanırken mufâvaza, inan, mudârabe, vücuh ve sanâyi şirketi gibi "kâr ortaklıkları" yoluyla sermaye piyasası düzenlemeleri getirilmiştir. Altın, gümüş gibi ölçü ya da tartı ile satılan standart malların kendi cinsleriyle eşit ve peşin, farklı cinsle peşin olarak mübadele edilmesi prensibinin getirilmesi, özellikle altın ve gümüş paranın enflasyona karşı satın alma gücünü korumasını sağlamıştır. Çünkü faiz yasağı altın ve gümüş çeşidini kendi içinde ağırlık olarak (veznen) birbirine eşitlemiştir. Yani 10 gr.22 ayar altın bilezik ile 100 gr. 22 ayar altın para satın alma gücü bakımından eş değer sayılmıştır. Bütün altın ve gümüş stoklarını eşitleyen bu prensip sağlam bir para anlayışını ortaya çıkarmıştır .

    İslâm'ın amele yönelik esaslarını kapsayan şerîat hükümlerini klâsik fıkıh kaynakları üç ana bölüm içinde incelemiştir. İbadetler, muâmeleler ve ceza hukuku.

    1- İbadetler: İbadet genel anlamda Allah'ın hoşnut ve razı olduğu her çeşit ameli kapsamına alır. Özel anlamda ise, âyet ve hadislerde özel şekil ve şartları belirlenen ibadetler kastedilir. Namaz, oruç, hac, zekât, cihat ve kurban ibadete örnek verilebilir. İbadetler Müslüman'ın ruh ve mana zenginliği kazanarak olgunlaşmasını sağlar. Namaz mü'minin miracı, gönüllerin sevinci, rükû ve secdeleriyle kulluğun görüntüsüdür. Oruç, bedeni ve ruhu açlıkta eğitme, nefsi sabra alıştırma, yoksulun halini anlama, yasaklara uyma melekesi kazanma eğitimidir.

    Hac, varlıklı mü'minlerin yeryüzünden her yıl tek kutsal bölgede toplanarak ırk, renk, dil, soy, devlet, ülke, belde farklarını kaldırarak bütün mü'minleri tek safta ve aynı çizgide birleştiren kökenleri ilk peygambere kadar uzanan Hz. İbrahim ve oğlu İsmail'le sembolleşen büyük bir ibadettir. Zekât da zenginle yoksul arasında köprü vazifesi gören önemli bir sosyal güvenlik müessesesidir. Bir İslâm ülkesinde zenginlik sınırları içinde bulunan Müslümanların altın, gümüş, nakit para, döviz ve ticaret mallarının % 2,5'u hayvancılık sektörünün zekâtı, tarım ürünlerinden alınacak onda bir veya sulama yapılan yerden yirmide bir, madenlerden beşte bir oranında alınacak zekât yoksul kesimin mesken problemi dahil bütün ekonomik sıkıntılarını çözecek güçtedir.

    2- Muâmeleler: İnsanlar arasında medenî, ticarî, ekonomik ve sosyal bütün ilişkileri, insanların devletle ve devletlerin de birbirleriyle münasebetleri bu bölümde yer alır. İslâm doğumdan ölüme kadar evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, vekâlet, vesâyet, miras, nafaka, alış-veriş gibi toplum hayatının gereği olan tüm medenî muâmelelere ait hükümler getirmiştir. Hatta sofra âdâbından tuvalet âdâbına, komşuluk âdâbından, komşu ülkelerle yapılacak savaş ve barış hükümlerine kadar her alanla ilgili düzenlemeler yapmıştır. Avrupa ülkelerinin devletler hukuku alanında çok gerilerde olduğu bir dönemde âyet ve hadislerde bu konuda yer alan önemli savaş-barış ve ikili ilişkilerle ilgili hükümler burada zikredilebilir.

    3- Ceza hukuku: Bir İslâm ülkesinde İslâm emir ve yasaklara uymayan ve toplum düzenini bozmaya çalışanlara karşı bedenî, mâlî veya caydırıcı bir takım ceza hükümleri getirilmiştir. Kısas, recm, celde, kazf, hapis, diyet, erş, hükümetü'l-adl gibi cezalar bunlar arasında sayılabilir ("Ukûbât" "Kısas", "Kazf", "Diyet maddeleri).

    İslâm Şeratının Kaynakları

    Şerîat hükümleri Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyastan başka fer'î deliller adı verilen istihsan, maslahat, örf, önceki şeratlar, sahabe kavli, istishab gibi delillere dayanılarak müctehitlerce bir sistem halinde açıklanmıştır. Ebû Hanîfe (ö. 150/767), Şâfiî (ö. 204/819), Mâlik b. Enes (ö.179/795) ve Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855)'in temsil ettiği fıkıh ekolleri şer'î hükümleri bir bütünlük içinde sistemleştirdiler. Ana prensipler ortak olmakla birlikte ayrıntılarda farklı yaklaşım, tefsir ve teviller İslâm hukukuna esneklik kazandırdı. Böylece çeşitli ülke, yöre ve kültür yapısı içinde yaşayan mü'minler bu esnekliklerden yararlanarak tercih ettikleri yönde İslâm'ı yaşama ve uygulama imkânı buldular. Ayrıntıdaki bu yorum zenginliği İslam'ın her asra intibakında da önemli rol oynadı. II. yüzyıldan itibaren bu mezhep oluşumları yaşanırken Ca'feriye-İmamiye ekolü de gerek akîde ve gerekse şer'î hükümlerin bazısını yorumlamada çoğunluktan ayrıldı. Ehl-i beyt dışındaki râviler aracılığı ile gelen tüm hadislere karşı itimatsızlığını ortaya koydu. Böylece "ehl-i sünnet" adı verilen çoğunluk tarafı ile "şîa" denilen bu ekol arasında hadis delili farklı kapsam kazandı. Bir imama inanıp bağlanmayı inanç esası haline getiren şîa, kendine özgü farklı bir İslâm toplumu oluşturdu. Ehl-i sünnet tarafıyla delillerin tartışılmasına, müzakere ve münakaşasına girmedikleri için de çoğu zaman gizli, kapalı devre ve tek yanlı kaynaklara dayalı akide ve fıkıh ekolü oluşturdular. Bu arada ehl-i sünnetin mensuh saydığı "mut'a nikâhı" gibi hükümleri meşrû sayarken, içlerinden "gulât-ı şîa" denilen aşırıları Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Osman (r. anhüm) gibi en önde gelen sahabe büyüklerine sövecek derecede ehl-i sünnete karşı bir muhalefet içindedirler.

    Şeriat hükümlerinin dayandığı aslî ve tal delillerin bilimsel münakaşası yapılarak, İslâm dünyasındaki yorum farkından kaynaklanan görüş ayrılıkları giderilebilir. Çünkü Kur'an, İslâm toplumuna en sağlam yolu gösterir, yüce Allah âyet ve hadisleri ihlâsla ve iyi niyetle yorumlamaya çalışanların idrak, anlayış ve ufuklarını açar. Vahiy ve sünnete bozguncu ve kötü te'vl amacıyla yaklaşanları da saptırır, ufuklarını daraltır (bk. el-İsrâ', 17/9; el-Kasas, 28/56; Al İmrân, 3/7, 8; el-A'râf, 7/146).
#26.09.2005 01:59 0 0 0
  • KUR'ÂN-I KERÎM

    Son vahiy dini olan İslâm'ın kutsal kitabı. Kur'ân, tercih edilen görüşe göre, "karae" fiilinden edilen bir mastar olup, Allâh'ın son kitabına özel ad olmuştur. Kök anlamı; okumak, toplamak, bir araya getirmek demektir. Âyetlerde bu anlamı görmek mümkündür: "Ey Muhammed! Cebrail sana Kur'ân'ı okurken, acele ederek onunla beraber dilini oynatma. Onu bir araya toplamak ve okutmak şüphesiz bizim işimizdir. Biz onu Cebrail'e okuttuğumuz zaman, sen onun okuyuşunu izle" (el-Kıyâme, 75/1618). Kur'ân-ı Kerim'in özlü tarifi şöyledir: Yüce Allah, tarafından Hz. Muhammed'e arapça olarak indirilmiş, bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş, mushaflarda yazılı, Fatiha Sûresi ile başlayıp Nâs Sûresi ile sona eren kelâmıdır.

    Kur'ân-ı Kerim'in, Hz Muhammed'in risaletinin başında ilk inen âyetleri şunlardır: "Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Rabbin, kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren en büyük kerem sahibidir" (el-Alâk, 96/1-5). İlk inen âyetlerin inananları okumaya, öğrenmeye, yazmağa ve araştırmaya çağırması ilim için büyük teşvik mesajı taşır. Kur'ân'ın son inen âyeti de şudur: "Bu gün size dininizi ikmal ettim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâm'ı seçtim" (el-Mâide, 5/3).

    İslâm'ın kutsal kitabının özel adı olan Kur'an kelimesi, Cenab-ı Hak tarafından altmış sekiz kadar âyette kullanılır. Bir kaçını örnek olarak sunacağız: "Biz şüphesiz bu kitabı okuyup anlamanız için arapça bir Kur'an olarak indirdik" (Yûsuf, 12/2). "Ey Peygamber! Kur'anı okumak istediğin zaman, Allah'ın rahmetinden kovulmuş şeytanın şerrinden Allah'a sığın, yani "eûzübillâhimineşşeytânirracîm" de (en-Nahl, 16/98). "Kur'an okunduğu zaman onu dinleyin. Ve susun ki merhamet olunasınız" (el-A'râf, 7/204). "Şüphesiz bu Kur'an, insanları en doğru yola götürür. Salih amel işleyen mü'minlere büyük bir mükâfat olduğunu, âhirete iman etmeyenlere de can yakıcı bir azap hazırladığımızı müjdeler" (el-İsrâ, 17/9-10). "Biz Kur'an'ı, iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak indiriyoruz. Kur'an, zalimlerin ise ancak zararını arttırınr" (el-İsrâ, 17/82).

    İslâm hukukunda Kur'ân için daha çok "Kitap" ismi kullanılır. Birçok âyette "el-Kitâb" kelimesinin Kur'ân-ı Kerîm anlamında kullanıldığı görülür "Elif. Lâm. Mîm. Bu o kitaptır ki, kendisinde (Allah tarafından gönderildiğinde) hiç şüphe yoktur" (el-Bakara, 2/1). Bundan başka çeşitli âyetlerde Kur'ân için başka isimler de kullanılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: el-Furkân (el-Furkân, 25/1), ez-Zikr (el-Hicr, 15/9), en-Nûr (en-Nisâ, 4/174), er-Rûh (eş-Şûrâ, 42/52), el-Hudâ (el-Bakara, 2/2), eş-Şifâ (el-İsrâ, 17/82), el-Mecîd (el-Burûc, 85/21-22), el-Mesânî (ez-Zümer, 39/23), Ümmü'l-Kitab (ez-Zuhruf, 43/1-4)

    Kur'ân'ın Toplanması:

    Ashab-ı Kiram, Hz. Peygamber (s.a.s)'in sağlığında Kur'an'ın bütününü yazmıştır. İnen her âyeti bizzat Hz. Peygamber tarafından vahiy katiplerine okunur, onlar da yerlerine yazarlardı. Ancak Hz. Peygamber (s.a.s), nâzil olan âyetlerin ashabı tarafından ezberlenmesini yeterli görmemiştir. Çünkü onları ashabından ne kadar çok kimse ezberlemiş olursa olsun, hafıza, daima unutkanlık illetine maruz kalabilecek olan bir yetenektir ve belirli bir zaman için çok güçlü olsa bile, sonradan bu gücünü ve dolayısıyla güvenilir olma vasfını yitirebilir. İşte bu sebeble Hz. Peygamber, vahyi ezberleyenler yanında, onu bir de yanlışsız olarak yazabilecek kâtipler edinmiş ve kendisine bir âyet nazil olduğu zaman, onu bu katipler aracılığıyla yazdırmıştır. Hz. Ebu Bekir, Ömer b. Hattab, Osman b. Affân, Ali b. Ebî Tâlib, Zubeyr b. el-Avvâm, Ubeyy ibn Ka'b, Zeyd b. Sâbit, Muâviye b. Ebî Süfyan, Muhammed b. Mesleme, Eban b. Sa'd, Hz. Peygambere vahiy katipliği yapan sahabilerden bazılarıdır.

    Kur'an-ı Kerim, Hz. peygamber devrinde bizzat vahiy meleği ve Nebi (s.a.s)'in birbirlerine karşılıklı okumaları ve de sahabilerin ezberlemesiyle korunmuştur. Ancak Hz. Peygamber' in sağlığı müddetince devam eden vahyin bütün bir kitabta toplanmasına imkân yoktu. Çünkü vahyin Hz. Peygamberin ölümüne kadar devam ettiği bilinmektedir (Buharî herrid-i Sarih, XI, 228) Hz. Peygamber'in vefatından dokuz gün öncesine kadar devam eden vahiy Onun vefatıyla son buldu. Böylece Kur'an inen son âyetle tamamlanmış oldu.

    Yüz on dört sûre, altıbin altıyüz altmış altı âyetten müteşekkildir.

    Kur'an sûreleri bazen bir bütün olarak bazen de bölümler halinde indirildi. Bazı sûreleri Mekke'de inmesi dolayısıyla "Mekkî", bazıları Medine'de indirildiklerinden "Medenî" diye nitelendirilmiş ve yirmi iki yılda tamamlanmıştır.

    Vahyedilen bütün sûrelerin hafızlar tarafından ezberlenmesi, kemik, tahta, papirüs, deri ve kiremit inceliğindeki pişirilmiş tuğlalara yazılmak suretiyle korunmuştur.

    Hz. Peygamber (s.a.s)'in vefatını takip eden Yemâme savaşlarında yetmiş kadar hafız (kurrâ)'ın şehid düşmesi müslümanları telâşa düşürmüştü. Hz. Ömer de hafızların toplanması için halife Hz. Ebu Bekir'e başvurarak konunun görüşülmesini istemişti. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekr, Zeyd İbn Sâbit başkanlığında toplanan Abdullah b. Zübeyr, Sa'd b. Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Haris b. Hişam'ın da bulunduğu büyük bir komisyon tarafından Kur'an sahifeleri Mekke lehçesi esas alınarak bir araya getirildi (Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, çev. Salih Tuğ, İstanbul 1980, III, s. 761).

    Hafız ve kâtib olan Zeyd b. Sâbit, Hz. Ebû Bekir'in talimi, Hz. Ömer'in yardım ve gözetimi altında, elinde yazılı Kur'an metni olan herkesin bu metinleri getirmesini ve getirirken de ellerindeki metinlerin bizzat Hz. Peygamberden yazıldığına dair iki güvenilir şahid gösterilmesi istendi. Böylece bütün metinler toplanarak bir araya getirilmiş ve Kur'an-ı Kerim'in aslî nüshası yazılarak halife Hz. Ebu Bekir'e teslim edilmiştir. Zeyd b. Sâbit'in çalışmalarıyla ortaya koyduğu bu aslî nüshaya "İmam Mushaf" adı verilmiştir. Abdullah b. Mes'ûd'un teklifiyle iki kapak arasında "İmam Mushaf" üzerinde yapılan danışma ve görüşmeler sonucunda bunun üzerinde her hangi bir noksanlık görülmemiş ve güvenirliği konusunda ittifak sağlanmıştır. Böylece Kur'an-ı Kerim her hangi bir tahrifata uğramadan "Mushaf" haline getirilerek aynı mushaftan çoğaltılan mushafların ana kaynağını teşkil etmiştir.

    Hz. Ömer devrinde Kur'an öğretimine hız verildi. Gerek Medine'de gerekse sınırları günden güne genişleyen İslam Devletinin diğer merkezlerinde en sıhhatli kaynak olan hâfiz sahabilerin öğretmen ve gözetmenliğinde pek çok hâfız yetiştirilmiştir. Fakat zamanla fetihlerin hız kazanması ve yeni fethedilen yerlerde ortaya çıkan kavim ve kabilelerin müslüman oluşu farklı şive ve lehçelere göre okuyuş ayrılıklarını ortaya çıkarmıştır. Bu durum M.648'de Ermenistan ve Azerbaycan fethinde Şamlı ve Iraklı askerlerin yan yana gelmesi ile farklı okuyuşların su yüzüne çıkmasını sağladı. Bu tartışma ortamının daha fazla büyümesine engel olmak için Huzeyfe b. Yemân, Halîfe Hz. Osman'a başvurarak bu durumun düzeltilmesini, ihtilafın ortadan kaldırılmasını istedi. Bunun üzerine Halife Hz. Osman, Rasulullâh'ın diğer ashabı ile de istişare ederek, İslâm dünyasında yalnızca Hz. Ebu Bekr'in emriyle derlenmiş olan onaylı Kur'ân mushaflarının kullanılmasını ve bir başka lehçe yahut ağız ile yazılmış tüm diğer nüshaların kullanılmasının yasaklanmasını kararlaştırdı. Hz. Osman bir önlem olarak da gelecekte herhangi bir kargaşa yahut yanlış anlamaya meydan vermemek için diğer tüm nüshaları yaktırarak ortadan kaldırma yoluna gitti. Hz. Ebû Bekir zamanında yazıları İmam Mushaf, Hz. Ömer'in ölümünden sonra kızı ve Peygamberimizin hanımı Hz. Hafsa'ya geçmişti. Hz. Osman zamanında bu nüshadan çoğaltılan mushafların yedi nüsha olduğu söylenir (Muhammed Hamidullah, a.g.e., II, s.763). Bunlar Medine, Mekke, Şam, Kûfe ve Basra'ya gönderilerek müslümanlar arasında çıkabilecek farklı okuyuşlar önlenmiş oldu. Hatta Hz. Ali'nin Hz. Osman için "Eğer Osman (r.a) Kur'an'ın tek kitap halinde toplatılarak çoğaltılması işini yapmasaydı ben yapardım" dediği bilinmektedir.

    Kur'an-ı Kerim Fatiha sûresi ile başlayıp Nâs sûresi ile son bulmuştur. Ondört yerinde tilâvet secdesi yer almaktadır (el-A'raf, 19/58; er-Râd, 13/1; en-Nahl, 16/50; el-İsra, 17/107; Meryem, 19/58; el-Hacc, 22/18; Furkan, 25/60; en-Neml, 27/25; es-Secde, 32/15; Sad, 38/24; Fussilet, 41/37; en-Necm, 53/62; İnşikâk, 84/21; Alâk, 96/19). Bunlar okunduğunda tilâvet secdesi yapmak vacibdir.

    Hz. Osman (r.a) tarafından değişik vilâyet merkezlerine gönderilen nüshalar asırların geçmesiyle kayboldu. Günümüzde halen onlardan bir tanesi İstanbul Topkapı müzesinde; bir diğer tam olmayan nüshası Taşkent'te bulunmaktadır. Çarlık Rus hükümeti onun faksimile ile röprodüksiyonunu (fotoğraf veya fotokopi ile tam kopyasını) neşretmiştir. Şu anda dünyanın her yanında okunmakta olan Kuran'larla Taşkent'teki Kur'an arasında tam bir benzerlik, aynılık sözkonusudur. (Muhammed Hamidullah, İslam'a Giriş, Ankara, t.y, s.41; M. Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, s. 763).

    Hz. Ebû Bekr'in (ö. 13/634) halifeliği sırasında Kur'an-ı Kerîm toplanıp iki kapak arasında kitap haline getirilince, uygun bir isim aranmış, Abdullah b. Mes'ud'un (ö.32/652) "Habeşistan'da bir kitap gördüm, ona Mushaf adını vermişlerdi" demesi üzerine, halife tarafından bu isim uygun bulunmuştur (Celâleddin es-Süyûtî, el-İtkân f F Ulûmi'l-Kur'ân, terc. Sakıp Yıldız, H. Avni Çelik, İstanbul 1987, I, 124). Mushaf; sayfalardan meydana gelmiş kitap anlamına gelir.

    Kur'an-ı Kerîm'in Muhtevası:

    Kur'an yirmi üç yılda parça parça indirilmiştir. On üç yıl kadar süren Mekke döneminde inen âyet ve sûreler daha çok İslâm inanç ve ahlâkı ile ilgili konuları kapsar. Allah'ın birliğine, meleklere, peygambere, kitaplara ve âhiret gününe iman gibi. Hz. Âdem (a.s)'den beri gelen tevhid inancı işlenir. Allah'a ortak koşma ile mücadele edilir ve geçmiş milletlerden ibretli kıssalar anlatılır. Bu arada tevhid inancından ayrılmış olan atalarının bu yanılgısı şöyle ifade edilir: "Onlara; Allah'ın indirdiğine uyun, denilince, hayır biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız, derler. Ya ataları bir şeye aklı ermeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?" (el-Bakara, 2/170).

    Cenab-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'in, Hz. Âdem'den sonra peygamber olan Hz. Nuh'tan itibaren devam eden vahiy zincirinin devamı olduğunu da açıklar: "Şüphesiz biz, Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yunus'a, Hârun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Dâvud'a Zebûr'u verdik" (en-Nisâ, 4/163)

    Medine'de inen âyet ve sûrelerde daha çok hukuk kuralları yer almıştır. Aile ve devletin tanzimi, insanların birbiriyle veya devletle olan ilişkileri, akitler, sulh ve savaş halleri bu âyetlerde açıklanır. Çünkü M.622 tarihinden itibaren artık Medine'de bu hükümleri uygulamak için yeterli güce sahip bir İslâm Devleti teşekkül etmişti. Bu Devlet'in basında da Allah'ın elçisi Hz Muhammed bulunuyordu.

    Allah-ü Teala hafifinden ağırına doğru bir yol izleyerek hükümler gönderiyor, resûlüllah ve ashabı bunları geciktirmeksizin uyguluyordu. Kur'an dilini bilmeleri, namazlarda, mescid içinde ve dışında okunan sûre ve ayetleri anlamalarını kolaylaştırıyordu. Bu devrin özelliği; iyi ve yararlı olanı almak, kötü ve zararlı olanı kaldırmak şeklinde özetlenebilir. Yükümlülükler birden gelmemiş, gelenler de giderek tamamlanmıştır. Mesela: namaz, sabah ve akşam iki vakit iken, sonra beş vakit olmuştur. İçki önceleri yasaklanmamış, sadece zararlı olduğu belirtilmiş, sonra sarhoş iken namaza yaklaşılması yasaklanmış, en sonunda da kesin olarak haram kılınmıştır. (bk. El-Bakara, 2/219; en-Nisa, 4/43; el-Mâide, 5/90-91)

    Kur'an-ı Kerim'de yer alan hükümler insanların gücü yeteceği ölçüdedir. Ayette şöyle buyurulur: "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez." (el-Bakara, 2/286)

    Hükümlerde başka bir özellik de kolaylık prensibidir. "Allah size kolaylık diler. Size güçlük istemez" (el-Bakara, 2/185, ayrıca şu ayetlere bakınız: el-Bakara, 2/286, Âlu İmran, 3/159)

    Hz. Peygamber ayetlerde belirtilmeyen hususlarda ağır hükümler konulmasından çekinir, çeşitli konularda çok soru soran sahabelere: "Ben sizi kendi halinize bıraktığım sürece, siz de beni kendi halime bırakın" (Buhari, el-Cami', IV, 422) buyururdu. Nitekim hac ibadeti farz kılınınca (b. Alu İmran, 3/97, el-Hac, 22/27, el-Bakara, 2/196, 197) Resûlüllah (s.a.s.) bunu tebliğ etmiş ve ashab-ı kirama hac yapmalarını bildirmiştir. Bir sahabenin bu ibadeti için: "Her yıl mı?" sorusuna üç defa tekrarlaması üzerine, Allah'ın elçisi şöyle buyurmuştur: "Sizden öncekiler, peygamberlerine çok soru sormaları ve aldıkları cevaplarla amel etmemeleri yüzünden helak olmuşlardır. Ben sizi kendi halinize bıraktığım sürece siz de beni kendi halime bırakın" (Buhari, el-Cami" IV, 422)

    Kur'an'ın parça parça inişi uygulamayı kolaylaştırıyordu. Diğer yandan, bu sayede, gelen ayetler ezberlenip, ünsiyet meydana geliyor, kalblere yerleştiriyordu. Müşrikler Kur'an'ın bir defada inmesi gerektiğini söyleyerek tenkid yönetilince, kendilerine yüce Allah şöyle cevap verdi: "İnkar edenler; Kur'an ona bir defada indirilmeliydi, derler. Halbuki biz onu böylece senin kalbine yerleştirmek için azar azar indirir ve onu ağır ağır okuruz" (el-Furkan, 25/32)

    Ayetlerin olaylar üzerine inişi, tam ihtiyaç sırasında gelişi, toplumda gerekli etkiyi göstermesine yardımcı olmuştur. Bu yüzden, ayetlerin iniş sebepleri (esbab-ü nüzul). Kur'an tefsirlerinde önemli bi alt yapı oluşturmuştur.

    Kur'an-ı Kerim'i gerek Mekke ve gerekse Medine döneminde Hz. Peygamberden bir vahiy katipleri grubu yazmış ve bu yazılanları sahabeden yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan bir topluluk ezberlemiş, böylece her devirde yalanda birleşmesi düşünülmeyen topluluklar birbirlerinden naklederek, hiçbir tahrif ve değişikliğe uğratılmadan, ilave ve eksiklik yapılmadan mushaflara yazılı ve hafızalarda kayıtlı olarak bize kadar ulaşmıştır. Tevatür yoluyla nakil, nakledilenin doğruluğu konusunda İslam bilginleri arasında hiçbir görüş ayrılığı yoktur. Bu prensip gereğince Hz. Ebu Bekir'in halifeliği sırasında Kur'an toplanırken tevatür derecesini bulmayan Abdullah b. Mesud'un kendisinin daha iyi anlaması için açıklayıcı olarak koyduğu bazı ifadeler komisyonca metne eklenmemiştir. Bunlardan birisi de yemin ile ilgili; "Bunları yapma imkânını bulamayan kimsenin üç gün oruç tutması gerekir." (el-Maide, 5/89) âyetinin devamında "mütetâbiat (peşpeşe)" ilavesidir. Yine Abdullah b. Mes'ud'un annelerin nafakası ile ilgili: "Mirasçı da (yukarıda) belirtildiği şekilde (nafaka ile) yükümlüdür." (el-Bakara, 2/233) âyetindeki "mirasçı hakkında "zi'r-rahimil-mahrem (evlenilmesi yasak olan yakın hısımlardan olan) şeklinde ilâve taşıyan kıraati de Kur'an'dan sayılmaz (Zekiyüddin Şaban, Usulü'l-Fıkh, Terc. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara 1990, s. 46-47)

    Tevâtür derecesine ulaşamayan bu gibi kıraatlerin hukukçular için delil olarak kullanılıp kullanılamayacağı konusunda görüş ayrılığı vardır. Hanefilere göre, bu kıraat şekillerini nakleden sahabe bunu ya Hz. Peygamber' den işitmiştir veya kendi görüşü ve ictihadı olarak ifade etmiştir. Bunun, en azından Allah'ın kitabını tefsir için vârid olmuş bir sünnet olduğu açıktır. Sünnetin hüküm kaynağı olduğunda ise şüphe yoktur. İşte bunun bir sonucu olarak Hanefîler yemin keffâreti olarak tutulacak orucun peş peşe üç gün tutulmasını gerekli görürler Şafii, Maliki ve Hanbelilere göre ise, mütevatir olmayan Kıraatler ne Kur'ân ve ne de sünnet sayılmaz ve hüküm çıkarmada delil olarak da kullanılamaz (Zekiyuddin Şa'ban, a.g.e., s.47, 48).

    Kur'ân-ı Kerîm bir benzeri yazılamayan, en üstün edebiyat ve üslûp özelliklerine sahiptir. Âyetlerde bu özellik şöyle dile getirilir: "Eğer kulumuz Muhammed'e indirdiğiniz Kur'an'dan şüphe ediyorsanız siz de bunların benzeri bir sûre getirin. Bu konuda Allah'tan başka şahidlerinizden de yardım isteyin. Eğer doğru söyleyenlerden iseniz, bunu yapın" (el-Bakara, 2/23) "Yoksa onu (peygamber) kendiliğinden uydurdu mu diyorlar?" De ki: "Öyleyse, eğer iddianızda doğru iseniz siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin. Bu konuda Allah'tan başka gücünüzün yettiği kim varsa onları da yardıma çağırın" (Yunûs 10/38).

    Kur'an yalnız Araplar için değil, yeryüzündeki tüm insanları doğru yola iletmek için gelmiştir. Onun öğretileri cihanşümüldür. Âyette şöyle buyurulur: "Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" (el-Enbiyâ, 21/107) Bu özelliği Kur'an'ın i'caz yönlerinin de evrensel olmasını gerektirir. Kur'an'ın insan gücü üstündeki bazı özellikleri şunlardır:

    1. Belâgat: Kur'an'ın üslûp ve ifade üstünlüğü essiz ve orijinaldir. Kur'an kelimelerinin üstün akıcılığının arap dilinde bir benzeri yoktur. Bazen bu edebî üslûp, insanın tüylerini ürpertecek güçtedir. Buna aşağıdaki âyetler örnek verilebilir: "Ey insanlar! Rabbinizden sakının. Doğrusu kıyamet saatinin sarsıntısı büyük bir şeydir. Kıyameti gören her emzikli kadın emzirdiği yavrusunu unutur, her hâmile kadın çocuğunu düşünür. İnsanları sarhoş gibi görürsün, halbuki onlar sarhoş değildirler; fakat Allah'ın azabı çok çetindir" (el-Hac, 22/ 1, 2).

    2. Kur'an'ın geçmiş çağlara ait olayları haber verişi: Kur'an; Hz. Nuh, Lut, İbrahim peygamberlere, Ad ve Semûd kavimlerine ait haberleri anlatmaktadır. Yine Hz. Musa ve Fir'avn arasında geçen olayları, Hz. Meryem'i, Hz. İsa ve doğumu gibi haberleri gerçeğe uygun biçimde vermektedir. Bunlar, diğer semavi dinlerin kutsal kitaplarındaki bozulmamış olan bilgilere de uymaktadır. Bütün bunlar ümmi olan, okuma ve yazma bilmeyen bir peygamber olan Hz. Muhammed'in diliyle haber verilmektedir. Bu durum, bu bilgilerin ilahi vahiy ürünü olmasını gerektirir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu konuda şöyle buyurulur: "Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve onu sağ elinle de yazmış değildin. Öyle olsaydı, bâtıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi" (el-Ankebût, 29/48).

    3. Kur'ân'ın gelecek olayları haber verişi: Kur'an'da haber verilen, geleceğe ait bir takım olaylar zamanı gelince meydana gelmiştir. Şu olayları örnek verebiliriz:

    İslâm'ın ortaya çıkışı sırasında Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) ile İran dünyanın güçlü iki ülkesi idiler. Anadolu, Suriye, Filistin, Mısır ve Irak'ın bir bölümü Bizans'a bağlı idi. M.613 tarihlerinde bu iki komşu ülke, amansız bir savaşa girişti. İran galip gelerek Irak, Suriye, Filistin ve Mısır'ı ele geçirmiş, Anadolu'yu da istilâ ederek İstanbul Boğaziçi sahillerine kadar ilerlemişti. Bu haber Mekke'ye ulaşınca müşrikler sevinmiş, İranlıların Bizans'ı yenip perişan ettiği gibi, kendilerinin müslümanları yeneceklerini söylemişlerdi. Bizanslılar hristiyan ve ehl-i kitap, İranlılar ise putperest idiler. Bu yüzden Mekke müşrikleri İranlıları kendilerine yakın görüyor ve onların zafer kazanmasından dolayı seviniyorlardı. İşte bu arada Kur'an-ı kerim'in şu âyetleri indi:

    "Elif.Lâm.Mîm. Bizanslılar en yakın bir yerde yenildiler. Onlar bu yenilgilerinden sonra yakın bir zamanda (üç ilâ dokuz yıl arasında) galip geleceklerdir. İş, eninde sonunda Allah'a aittir. İşte o gün mü'minler Allah'ın yardımı ile sevineceklerdir. Allah dilediğine yardım eder. O güçlüdür, esirgeyicidir"(er-Rum, 30/1-5).

    Hz. Ebû Bekir, üç yıl süre belirleyip, Bizanslıların bu süre içinde çıkacak savaşta galip geleceklerini söyleyerek müşriklerden Ubey b. Halef'le bahse girdi. Bunu haber alan Rasûlüllah (s.a.s), âyetteki "bıd"' kelimesi üç ilâ dokuz arası sayıları ifade ettiği için süreyi dokuz yıla çıkarmasını bildirdi. Kaybedenin vereceği deve sayısı da yüz'e çıkarıldı. Gerçekten "Bedir" gününde, Bizanslılar İran'ı yendi ve Hz. Ebû Bekir Ubey'in varislerinden bu develeri alarak, Rasûlüllah'ın tavsiyesi üzerine yoksullara tasadduk etti (Ahmed b. Hanbel, Müsned, l, 276, 304; Buhârî, Tefsiru Sûreti'd-Duhân, VI, 164; Tefsîru't-Taberî, XXI, 12-15; İbn Kesîr, Tefsîru'l-Kur'âni'l-Azîm, İstanbul 1985, VI, 304-310; Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1936, V, 3794-3802).

    Yine Kur'ân-ı Kerîm'de müslümanlara Mescid-i Haram'a girecekleri va'dedilmiş ve şöyle buyurulmuştu: "Şüphesiz, Allah, Peygamberinin rüyasının gerçek olduğunu tasdik etmiştir. Allah dilerse siz, güven içinde, başlarınızı tıraş etmiş veya saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. Bundan başka size, yakın zamanda bir zafer verecektir" (el-Feth, 48/27). Mekke fethi ve arkasından yapılan veda haccı ile bu müjde de çok geçmeden gerçekleşmiştir. Bunun gibi haber verildiği üzere çıkan pek çok olaylar vardır (bk. el-Enfâl, 8/7; en-Nûr, 24/55).

    4. Kur'an bir çok bilimsel gerçekleri içine almıştır. Kur'an'ın açıkladığı öyle bilimsel gerçekler vardır ki, okuma-yazma bilmeyen ümmî bir kimsenin bunları kendiliğinden söylemesi mümkün değildir. Meselâ; insanın yaratılışı Kur'an'da şöyle anlatılır: "Yemin olsun ki, Biz insanı özlü balçıktan yarattık. Sonra onu bir nutfe halinde sağlam bir yere yerleştirdik. Sonra o nutfeyi donmuş bir kana çevirdik. Sonra o kanı bir parça et yaptık ve bu etten kemikler yarattık, bu kemikleri de etle örttük. Daha sonra onu, bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir. Bütün bunlardan sonra siz öleceksiniz. Sonra da kıyamet günü yeniden diriltileceksiniz" (el-Mü'minûn, 23/12-16).

    Yer, gök ve canlıların yaratılışı hakkında da şöyle buyurulur: "inkâr edenler, gökler ve yer birbirine bitişik iken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan yarattığımızı bilmezler mı? Hâlâ inanmıyorlar mı?" (el-Enbiyâ. 21/30).

    Kur'an'da bunlara benzer yaratılış ve evrenle ilgili pek çok âyetler vardır. Bunları, kitap okumasını bilmeyen ve yanında hiçbir ilmî eser bulunmayan Hz. Muhammed'in başkalarından öğrenip söylemesi mümkün değildir. Diğer yandan Hz. Muhammed gençliğinde ticaret amacıyla, biri on iki, diğeri yirmi beş yaşlarında olmak üzere sadece iki defa kısa süreli Mekke dışına çıkmış ve Suriye'ye kadar gidip gelmiştir. Kur'an'da haber verilen bu gerçekleri bugün pozitif bilimler de aynen doğrulamaktadır. Astronomi, fizik, kimya ve biyoloji gibi bilimler bunlar arasında sayılabilir. Allah'ın yarattığı maddeyi ve tabiat olaylarını açıklamaya çalışan bu bilimlerle vahiy ve sünnet ürünü olan ilahiyat bilimlerinin çatışması düşünülemez. Çünkü yüce yaratıcı bu gibi çelişkilere düşmekten uzaktır.

    Çelişki gibi algılanan noktalar varsa, ya delîlin kendisi tartışmalıdır, ya da anlaşılmasında kapalılık veya yanılgı söz konusudur. Nitekim, önceki asırlarda ne kastettiği tam anlaşılamayan bazı âyet ve hadislerin bilim ve tekniğin, astronomi ve tıp ilimlerinin ilerlemesi sonucunda daha güzel anlaşılıp tefsir edilebildiği bilinmektedir. Güneşin kendi ekseni etrafında dönmesi ve sistemiyle birlikte evrendeki hareketini sürdürmesi (bk. Yâsin, 36/38), gök cisimleri arasındaki çekme ve itme gücü (er-Ra'd, 13/2; Lokmân, 31/10), rüzgârın bitkileri aşılayıcı fonksiyonu (el-Hicr, 15/22) bunlar arasında sayılabilir.

    Kur'an'da yer alan amelî hükümlerin ana noktaları açıklanmış, uygulama ve ayrıntı sünnete bırakılmıştır. Çünkü Allah'ın ve elçisinin koyduğu hükümler birbirinin tamamlayıcısıdır. Yüce Allah; "Peygamber'e itaat eden Allah'a itaat etmiş olur" (en-Nisâ, 4/80) buyurur.

    Kur'an-ı Kerim'in içine aldığı hükümler; ibadetler, muâmeleler ve cezâ olmak üzere genel olarak üçe ayrılır.

    1. İbadetler:

    Kur'an'da ibadetler icmalî olarak emredilmiştir. Namaz, oruç, hac, zekât ve diğer sadakalar bunlar arasında sayılabilir. Otuzdan fazla âyette namaz emredilmiş, ancak onun vakitleri, rükün ve şartları hadislerle belirlenmiştir. Allah elçisi; "Ben namazı nasıl kılıyorsam siz de öyle kılın" (Buhârî, Ezân, 18, Edeb, 27). Haccın esasları da Hz. Peygamber tarafından açıklanmıştır: "Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden alınız" (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 318, 366). Zekâtı da Allah elçisi bizzat uygulamış ve zekât memurlarına uygulama şartlarını açıklamıştır.

    Keffâretler de temelde ibadet niteliğindedir. Çünkü bir kısım günahların affı bunlarla sağlanmaktadır. Kur'an'da yer alan keffâretler üç tanedir. Yemin keffâreti (el-Mâide, 5/89; bk. "Yemin Keffâreti"), bir mü'mini yanlışlıkla öldürme keffâreti (en-Nisâ, 4/92 bk. "Katı Keffâreti") ve zıhar keffâreti (el-Mücâdele, 58/1-4; bk. "Zıhar Keffâreti" mad.).

    2. Muâmeleler:

    Evlenme, boşanma, nafaka, velâyet, mâlî, iktisâdî konular, akitler, savaş ve barış gibi ferdin fertle, ferdin devletle veya devletlerin birbiriyle olan birtakım ilişkileri bu bölümde yer alır.

    Kur'ân-ı kerim mâlî konularda haksız kazancı yasaklamış ve akitlerde karşılıklı rıza esasını getirmiştir. Allâhü Teâlâ şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Malı aranızda haksızlıkla değil, karşılıklı rızaya dayanan ticaretle yeyin, haram ile kendinizi mahvetmeyin" (en-Nisâ, 4/29). Diğer yandan ticarî yatırımlarda kârın meşrû oluşu "risk" esasına bağlanmıştır. İslâm, riske katılmaksızın sermaye için alınacak miktarı önceden belirlenmiş fazlalığa "faiz" adını vermiş ve bunu yasaklamıştır (bk. el-Bakara, 2/275-280). Nakit tasarrufunu başkasına veren kimse, bunu karz-ı hasen yoluyla vermiştir. Bu takdirde rizikoya katılmaz, sadece verdiği cins paradan, verdiği kadarını alma hakkı doğar. Ya da gelir elde etme amacıyla vermiştir. Bu da İslâm'da riske katılma yoluyla olabilir Mufavaza, inan veya mudârabe yöntemlerinden birisiyle vermesi gerekir ki her birinde sermaye zarar riskine girer ve kârdan, serbest sözleşmeyle belirlenecek yüzde kadar pay alır.

    Aile hukuku ile ilgili hükümler de Kur'ân da genişçe yer alır. Karşılıklı haklar yanında, aile fertlerinin birbirlerine karşı tavır ve davranışları da açıklanır. Ölümden sonrası için miras hükümleri belirlenir.

    İdare edenlerle idare edilenler arasındaki ilişkilerde adâlet, şûrâ, yardımlaşma ve koruma ilkeleri gözetir.

    a. Adalet bütün hakların ve mülkün temelidir. Kur'an'da şöyle buyurulur:

    "Şüphesiz ki, Allah, size emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder" (en-Nisâ, 4/58). Şu âyet de adaletin önemini belirtmektedir: "Şüphesiz, Allah adaleti, iyilik yapmayı ve hısımlara yardım etmeyi emreder. Taşkın kötülüklerden, meşrû olmayan şeylerden, zulüm ve zorbalıktan nehyeder" (en-Nahl, 16/90). Kur'an adaleti, idare edenlerle idare edilenler, devlet başkanı ile tebea ve bütün halkın birbirine adaletli davranması esasına dayanır. İnsanlar arasında ırk, renk, dil, zenginlik ve yoksulluk ayırımı yapılmaz. Zimmet ehli olan ehl-i kitabın hakları korunur.

    b. Şûrâ: Kur'an-ı Kerîm şûrâyı (istişare) emretmiş ve şöyle buyurmuştur: "Dünyaya ait işlerde onlarla istişare et. Bir kere karar verince de, artık Allah'a güvenip dayan " (Âlu İmran, 3/159). "Onların işleri aralarında şûrâ (danışma) yoluyladır" (eş-Şûrâ, 42/38). Bu ikinci âyet, İslâm yönetiminin müslümanlar arasında şûrâ esasına dayandığını ifade etmektedir. Diğer yanda âyet, herkesle tek tek istişare imkânı bulunmadığı için, yönetimde bir istişare heyetinin işbaşına getirilmesi görevini İslâm toplumuna yüklemektedir. Nass'ın işaretinden bu anlam ve sonuç ortaya çıkmaktadır (Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Daru'l Fıkri'l-Arabî tab'ı Mısır, t.y., s. 100,101,141,142). Burada şûrâ şekil ve unsurlarının kapalı bırakılması, bu prensibe, ileriki çağların getireceği yeni durumlara ve sosyal yapılara göre esneklik kazandırmak için olsa gerekir.

    c. Yardımlaşma: Yönetimle toplum ve bütün mü'minler birbiriyle yardımlaşma ve dayanışma içinde bulunmalıdır. Kur'an'da şöyle buyurulur: "Birbirinizle iyilik ve takvada yardımlaşın, günah işleme ve haksızlıkta yardımlaşmayın" (el-Mâide, 5/2).

    d. Koruma: Toplumun, mal, can, ırz ve namusunu korumak gerekir. Bunlar da ceza hukukunu uygulamak ve zayıfı güçlüye ezdirmemek yoluyla gerçekleşir.

    Sonuç olarak Kur'an-ı Kerîm, fert ve toplum yararı için gerekli özlü prensipler getirmiş, fert ve topluma zarar verebilecek şeyleri yasaklamıştır. Kur'ân'ın okunması, dinlenmesi, açıklanması, üzerinde düşünülmesi ve içindeki prensiplerin uygulanması birer ibadettir. Sözünü, iş ve mesleğini ona göre düzenlemek manevî huzur ve mutluluk kaynağıdır. Ona tutunan en sağlam kulpa yapışmış, hidâyet yolunu bulmuş olur. Ancak Kur'an'ın iniş amacı, yalnız okunup sevap kazanılması ve saygı ile duvara asılmasından ibaret değildir. Asıl amaç, anlamına eğilmek ve günlük hayatımızda gücümüz yettiği ölçüde onu uygulamaya ve toplum hayatına hakim kılmaya çalışmaktır.
#26.09.2005 02:02 0 0 0
  • SÜNNET

    Yol, gidiş, tabiat, şeriat, yüz, yüzün görünen yeri, alışılmış yol. Hz. Peygamber'in söz, fiil ve takrirlerinin bütününü ifade eden terim. Çoğulu "sünen"dir.

    Kur'ân-ı Kerim'de dört âyette "öncekilerin sünneti" ifadesi "önceki ümmetlerin izlediği yol" veya "önceki ümmetlere uygulanan hüküm" anlamında kullanılmıştır (el-Enfâl, 8/38; el-Hicr, 15/13; el-Kehf, 18/55; Fâtır, 35/43). İki âyette çoğul olarak kullanılmıştır. Şu âyette şeriat anlamı görülür: "Şüphesiz sizden önce bir çok Şeriatlar gelip geçmiştir" (Âlu İmrân, 3/137). Şu âyette de "öncekilerin yolları" anlamında kullanılmıştır: Allah size bilmediklerinizi tam olarak açıklamak, sizi öncekilerin yollarına iletmek ve sizin tevbelerinizi kabul etmek ister" (en-Nisâ, 4/26; ayrıca bk. el-İsrâ, 17/77). Sekiz âyette de Âllah'ın sünneti" ifadesi geçer. Bu, Allah'ın evreni, canlıları ve toplumu yaratırken veya daha sonra yönetirken izlediği yolu, metodu, kanun ve prensipleri ifade eder. Bu prensiplerin değişmeden devam edeceği bildirilir: "Allah'ın öteden beri gelen sünneti (âdeti) budur. Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişme bulamazsın" (el-Feth, 48/23; ayrıca bk. Fâtır, 35/43; el-Ahzâb, 33/62).

    Sünnet sözcüğü bir kişiye nisbet edilince, onun iyi veya kötü, sürekli olarak yapa geldiği davranışlarını kapsar, Hz. Peygamber'in şu hadisinde bu iki zıt anlamı bir arada görmek mümkündür: "Güzel bir yol alana onun sevabı ve kıyamete bu yoldan gidenlerin sevabı vardır. Kim de kötü bir yol açarsa, bu yolun sorumluluğu ve kıyamete kadar bu yoldan gidenlerin sorumluluğu ona aittir" (Müslim, İlim, 15; Zekât, 69; İbn Mâce, Mukaddime, 14; Dârimi, Mukaddime, 44; Ahmed b. Hanbel, IV, 362).

    Sünnet, Kur'ân-ı Kerim'den sonra ikînci ana kaynaktır. Fıkıh usulünde delil olarak kullanılan sünnet, Hz. Peygamber'den geliş şekline göre; söz, fiil veya tasvip (takrir) olmak üzere üçe ayrılır.

    1. Kavlî sünnet: Hz. Peygamber'in çeşitli vesilelerle söylemiş olduğu sözlerdir. Meselâ; Âmeller ancak niyetlere göredir ve herkese niyetinin karşılığı vardır. Kim Allah ve Rasûlü için hicret etmişse, onun hicreti Allah ve Rasûlünedir. Kim elde edeceği bir dünyalık veya evlenmek istediği bir kadın için hicret ederse, onun hicreti de, kendisi için hicret ettiği kimseyedir" (Buhârî, Bed'ü'l-Vahy, I; İmân, 41; Müslim, İmâre, 155).

    "Ramazan hilalini görünce orucu tutun, Şevval hilalini görünce orucu yeyin (Buhârî, Savm, II; Müslim, Sıyâm, 4,18).

    2. Fiilî sünnet: Hz. Peygamber'in namaz kılışını ve haccedişini örnek verebiliriz. Allah elçisi; "Ben namazı nasıl kılıyorsam, siz de öyle kılın " (Buhârî, Ezân, 18; Edeb, 27; Âhad, I).

    "Hac ile ilgili ibadetlerinizi benden alın" (Ahmed b. Hanbel, III, 318, 366) buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber'in savaşlarda yapmış olduğu işler de fiili sünnete girer.

    3. Takriri sünnet: Hz. Peygamber'in görüp işittiği bir işe karşı çıkmaması ve onu kabul etmesidir. Çünkü Allah'ın Rasûlü bir işin yapıldığını gördüğü veya işittiği halde onu reddetmemiş ve susmuşsa, bu durum onun bu işi tasvip ve kabul ettiği anlamına gelir.

    Meselâ; Bir gün Hz. Peygamber. kabir başında ağlayan bir kadına rastlar. Ona; "Allah'tan kork ve sabret " der. Kadın Rasûlüllah (s.a.s)'ı tanımadan; "Benim başıma gelen, senin başına gelmediği için beni anlayamazsın" diye cevap verir. Daha sonra onun Allah elçisi olduğunu öğrenince de, evine giderek özür diler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Asıl sabır, olayla ilk karşılaşmada gösteren sabırdır" (Buhârî Cenâiz, 32). Burada Allah'ın Rasûlünün kadının kabir ziyaretine ses çıkarmadığı görülmektedir. Bu, erkekler gibi kadınlar için de kabir ziyaretinin caiz olduğunu gösteren bir takrirdir.

    Yine Amr b. el-Âs (r.a), Zâtü's-Selâsil gazvesi sırasında, çok soğuk bir gecede ihtilam olmuş, su ile yıkanırsa canının tehlikeye düşeceğini anlayınca da teyemmümle topluluğa sabah namazını kıldırdı. Gazve dönüşü durum Hz. Peygamber'e anlatılınca, Amr'a; "Cünüp olduğun halde arkadaşlarına imam oldun öyle mi?" diye sordu. Amr; "Kendinizi öldürmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir" (en-Nisâ, 4/29) âyetini hatırlayarak teyemmüm yaptığını ve namazı kıldırdığını bildirdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber tebessüm etmiş ve susmuştur. İşte bu tebessüm ve susma, su bulunsa bile çok soğuk havada teyemmümle namaz kılınabileceğini gösterir (Zekiyüddin Şa'ban, Usulül-Fıkh, Terc. İbrahim Kafi Dönmez, Ankara 1990, s. 66).

    Sünnetin Hüküm Kaynağı Olduğunu Gösteren Deliller:

    Sünnetin, Kur'ân-ı Kerim'den sonra, ikinci asli delil olduğunda görüş birliği vardır. Bu yüzden Hz. Peygamber'e nispeti sabit ve sahih olan sünnetin gereğine göre amel etmenin vücubu üzerinde bütün bilginler ittifak etmiştir.

    Onlar bu konuda Rasûlüllah (s.a.s)'a itaatı emreden, onu sevmenin Cenab-ı Hakkı sevmek olduğunu bildiren, ona karşı gelenlere şiddetli tehditler bildiren âyetlere dayanırlar. Bu âyetlerden bir kaçı şunlardır:

    "Âllah'a itaat edin, Rasûle itaat edin ve kötülüklerden sakının" (el-Mâide, 5/92). "Kim Rasûle itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur" (en-Nisâ', 4/80). "Peygamber size ne verdiyse onu alın ve size neyi yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir" (el-Haşr, 59/7). "Deki: Eğer Allahı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir" (Âlu İmrân, 3/31).

    Anlaşmazlıklarda Hz. Peygamber'in hakem yapılıp, vereceği karara uyulması gerektiği şöyle belirlenir: "Hayır, Rabbine yemin olsun ki, onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar" (en-Nisâ, 4/65).

    Allahın hükmü gibi, Hz. Peygamber'in sünnetinin de bağlayıcı olduğu ve bunlara dayanan bir hükme karşı gelmenin sapıklık sayıldığı şöyle tespit edilir:" Allah ve Rasûlü bir işte hüküm verdiği zaman, artık mü'min bir erkek ve kadının, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur" (el-Ahzâb, 33/36).

    Rasûlüllah (s.a.s)'in emrine aykırı davranmanın sonuçlarına bir âyette şöyle yer verilir: Bu yüzden onun (Allah Rasûlünün) emrine aykırı davrananlar, başlarına bir belâ gelmesinden veya kendilerine çok acı bir ozap isabet etmesinden sakınsınlar" (en-Nûr, 24/63).

    Hz. Peygamber'in hayatında ve vefatından sonra ashab-ı kiram onun sünnetine uymak gerektiğinde birleşmişlerdir. Sahabe, Allah elçisinin emir ve yasaklarına uyuyor, helal dediğini helal, haram dediğini haram olarak kabul ediyordu. Nitekim Muaz b. Cebel (r.a) Yemen'e vali olarak giderken, orada; Allah'ın kitabı ile hüküm vereceğini, bunda bulamazsa Rasûlünün sünnetine başvuracağını belirtmiştir. Bunu işiten Hz. Peygamber'in rızasını açıkladığı nakledilir (Tirmizi, Ahkâm, 3; Ahmed b. Hanbel, V, 230, 236, 242; Şâfıî, el-Ümm, VII, 273). Diğer sahabiler de, herhangi bir mesele hakkında Kur'ân'da bir hüküm bulamadıkları zaman Hz. Peygamber'in sünnetine başvuruyordu. Hz. Ebû Bekir, bir olay hakkında bildiği bir hadis yoksa, bunu sahabe topluluğuna arz eder, o konuda bir hadis bilenin olup olmadığını öğrenmeye çalışırdı. Hz. Ömer'in, tabiılerin ve bunları izleyen Tebe-i tâbiîn'in metodu da böyledir.

    Kur'ân-ı Kerîm'de, Peygamber (s.a.s)'in Allah'tan vahiy alarak konuştuğu belirtilir. "O, kendiliğinden konuşmamaktadır. O'nun konuşması ancak indirilen bir vahiy iledir" (en-Necm, 53/3, 4). "Sana Allah'ın bol nimet ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir takımı seni saptırmaya çalışırdı. Halbuki onlar, kendilerinden başkasını saptıramazlar, sana da bir zarar veremezler. Allah sana Kitap ve Hikmeti indirmiş ve bilmediğini öğretmiştir. Allah'ın sana olan nimeti büyüktür" (en-Nisâ', 4/113).

    Diğer yandan Kur'ân âyetleri, Hz. Peygamber'e iman edilmesini açıkça bildirir. Şu âyette Allah'a ve Rasûlüne imanın yan yana zikredildiği görülür: "Âllah'a ve okuyup yazması olmayan (ümmî) Peygamber'e iman edin; o Peygamber de Allah'a ve O'nun sözlerine iman etmiştir ve ona uyun ki hidayete eresiniz" (el-A'râf, 7/158). Başka bir âyette de şöyle buyurulur: "Âllah ve peygamberine iman eden mü'minler peygamberlerle birlikte bir işe karar vermek için toplandıklarında, ondan izin almaksızın gitmezler" (en-Nûr, 24/62).

    Sünnetin Kitab'a Göre Yeri ve Fonksiyonu:

    Kitap ve sünnette yer alan hükümler karşılaştırıldıkları zaman şu dört şekil ile karşılaşılır:

    1. Sünnet, Kur'ân'daki hükmün aynısını getirir, böylece onu destekler ve güçlendirir. Bununla aynı konuda iki delil oluşur. Biri hükmü tespit eden esas delil, diğeri ise teyit edici sünnet delilidir. Örnek: Kur'ân'da;" Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Karşılıklı rızaya dayanan ticaret yoluyla olması bunun dışındadır" (en-Nisâ, 4/29) buyurulur. Aynı konuda ki şu hadis yukarıdaki âyeti teyit etmektedir:" Müslüman bir kimsenin malı, (başkasına) onun gönül hoşnutluğu olmadıkça helâl değildir" (Ahmed b. Hanbel, V, 72).

    Aşağıdaki âyette hadis arasında da benzer teyit ilişkisini görmek mümkündür. Âyette; Îşte, Rabbin zulmeden beldelerin halkını yakaladığı zaman böyle yakalar. Çünkü onun yakalaması çok acı ve çetindir" (Hûd, 11/102) buyurulur. Şu hadis aynı anlamı destekler: Allah zâlime mühlet verir, sonunda onu cezalandırınca da artık iflah olmaz" (Buhârî, Tefsîrul-Kur'ân, 2/5; İbn Mace, Fiten, 22).

    2. Sünnet, açıklanmaya muhtaç Kur'ân âyetlerine açıklayıcı hükümler getirir:

    Sünnet, Kur'ân'ın mücmel veya müşkil olan yani kapalı ve anlaşılması güç olan lafızlarını açıklar. Meselâ; Namazı kılın, zekâtı verin" emrinde namaz ve zekâtın neden ibaret olduğu, şartları, miktar ve ifa şekilleri yer almaz. İşte mücmel olan bu terimler sünnet tarafından açıklanır. Yine; "Ramazanda sabahın beyaz ipliği siyah iplikten ayrılıncaya kadar yeyin, için" (el-Bakara, 2/187). Hz. Peygamber buradaki beyaz iplikten sabahın aydınlığının, siyah iplikten gecenin karanlığının kastedildiğini bildirmiştir.

    Sünnet, âmm (genel anlam ifade eden) lafızların hükmünü tahsis eder. Âyette; Bunların dışında kalanlar size helal kılındı" (en-Nisâ, 4/24) buyurulur. Şu hadis, yukarıdaki âyeti tahsis etmiştir; "Kadın, halası, teyzesi, erkek veya kız kardeşinin kızı üzerine nikâhlanamaz. Bunu yaparsanız, hısımlık bağlarını koparmış olursunuz (Buhârî, Nikâh, 27; Müslim, Nikâh, 37, 38).

    Mutlak lafzı tahsis eder: Âyette şöyle buyurulur:" Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının ellerini kesin" (el-Mâide, 5/38). Burada sağ elin mi sol elin mi kesileceği belirtilmemiştir. İşte sünnet bunu "sağ eli ve bilekten kesme" şeklinde kayıtlamıştır.

    3. Sünnet, Kur'ân'da yer alan bazı hükümleri nesheder, meselâ;" Birinize ölüm gelince, eğer bir hayır bırakacaksa, anaya, babaya, yakınlara münasip şekilde vasiyette bulunmak, Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur" (el-Bakara, 2/180). Bu âyetin hükmü; "Varise vasiyet yoktur" (Buhârî, Vasâyâ, 6; Ebû Dâvud Yasâyâ, 6) hadisi ile neshedilmiştir.

    4. Sünnet, Kur'ân'da bulunmayan meseleler hakkında hükümler getirir. Ninenin miras hakkına sahip oluşu, fıtır sadakası ile vitir namazının vacip oluşu, "muhsan" olarak zina edenin recm edilmesi, "âkile"nin diyete katılmakla yükümlü tutulması gibi hükümler Kur'ân'da olmayan, fakat sünnetle getirilen hükümlerdendir (Z. Şa'ban, a.g.e., s. 85). Yine bir kadını hala veya teyzesi ile bir nikâh altında birleştirmenin yasaklanması, azı dişli yırtıcı hayvanların ve pençeli kuşların etlerinin haram kılınması, erkeklere altın takmanın ve ipekli giymenin yasaklanması sünnetle sabit olmuştur. Kur'ân'da yalnız süt ana ve süt kardeş için konulan evlenme yasağının kapsamı (en-Nisâ, 4/23), "Nesep ile haram olan süt ile de haram olur" hadisi ile (Buhârî Şehadât, 7; Müslim, Radâ, I) genişletilmiştir.

    İmam Şâfiî (ö. 204/819) er-Risâle adlı usûle dair eserinde, sünnetin üç türlü olduğuna karşı çıkan bir ilim adamı bilmiyorum, dedikten sonra bu üç hususu şöyle belirtir. 1) Allah Teâlâ bir konu hakkında âyet indirir. Hz. Peygamber de Kur'ân'ın bildirdiğini olduğu gibi açıklamıştır. 2) Allah'ın indirdiği mücmel olur ve Allah elçisi bundan Yüce Allah'ın kasdettiği anlamı açıklar. 3) Kitapta yer almayan bir konuda Allah'ın elçisi hüküm koyar. Çünkü bu konuda Cenab-ı Hak kendisine yetki vermiştir. Bazı bilginler, Hz. Peygamber'in koyduğu sünnetin Kur'ân'da mutlaka bir aslı olduğunu söylemiştir. Nitekim, namazın aslı Kur'ân'la emredilmiş, ayrıntı sünnete bırakılmıştır. Yine alış-veriş ve diğer konularda da sünnetler koydu. Çünkü Allah Teâlâ; " Mallarınızı aranızda bâtıl yollarla yemeyin" (en-Nisâ, 4/29), Âllah alış-verişi helal, ribayı haram kılmıştır" (el-Bakara, 2/275) buyurmuştur. Hz. Peygamber, namazı açıklaması gibi diğer konuları da Allah Teâlâ adına açıklamıştır. Kimisi de, sünnet, Allah tarafından Rasûlünün kalbine atılan hikmettir. Bu şekilde kalbe atılan onun sünneti olmuştur (bk. eş-Şafii, er-Risâle, tahkik: Ahmed Muhammed Şakir, Mısır 1309, s. 91 vd.).

    Sünnetin Rivâyet Bakımından Çeşitleri:

    Senedinde kopukluk bulunmayan hadisler rivâyet bakımından üçe ayrılır. Mütevatir, meşhur ve âhad sünnet.

    1. Mütevatir Sünnet

    Yalan üzerinde birleşmeleri aklen mümkün olmayacak sayıda bir sahabe topluluğunun Hz. Peygamber'den rivayet ettiği, daha sonra bu topluluktan Tâbiün ve Etbâu't-Tâbiîn devirlerinde de aynı özellikteki toplulukların naklettiği haberlere "mütevatir sünnet" denir. Bu üç nesilden sonraki devirlerde yalan üzerinde birleşmenin aklen mümkün olmaması şartı aranmaz. Çünkü sünnet bu dönemden sonra tedvin ve tasnif edilerek yazılı eserlere intikal etmiş, daha önce tek râviler aracılığı ile gelen haberlerin pek çoğu da tevâtür ve şöhret derecesinde nakledilmiştir.

    Tevatür de Lafzî ve Mânevi olmak üzere ikiye ayırılır.

    a) Lafzî mütevatir: Lafiz ve anlam birliği içinde nakledilen mütevatir haberdir. Meselâ; "Kim bilerek bana yalan söz isnat ederse, cehennemdeki yerini hazırlasın" (Buhârî, İlim, 38; Müslim, Zühd, 72) hadisi, tevatür derecesinde kalabalık bir sahabe topluluğunca aynı lafızlarla rivayet edilmiştir.

    b) Manevî mütevatir: lafız ve anlam bakımından farklılıklar taşımakla birlikte, bütün râvilerin ortak bir anlamda birleştiği mütevatir haberdir. Dua sırasında ellerin kaldırılması bu çeşit mütevatire örnek gösterilebilir. Çünkü Hz. Peygamber'in dua sırasında ellerini kaldırdığına dair yüz kadar hadis rivayet edilmiştir. Fakat bunlar değişik olaylarla ilgili, değişik şekillerde ve farklı ifadelerle nakledilmiştir. Belki her olay hakkında lafzî tevatür gerçekleşmemiştir, fakat bütün rivayetlerin birleştiği ortak anlam, dua sırasında ellerin kaldırılmış olmasıdır.

    Yine İslâm bilginleri, Hz. Ömer'den rivayet edilen " Âmeller niyetlere göredir. Herkes niyet ettiği şeyi görecektir (Buhârî, Bedül-Vahy,I; Müslim, İmâre, 155) hadisinin anlamı üzerinde görüş birliği içindedir.

    Mütevatir sünnetin hükmü, Hz. Peygamber'e nisbetinin kesin oluşudur. Buna göre, mütevatir sünnetle amel etmek farz olup, onu inkâr eden dinden çıkar. Bu çeşit hadislerin delâleti zannî olmadıkça, ortaya koyduğu hüküm kesinlik ifade eder. Mütevatir hadisler, delil olma bakımından Kur'ân'a yakın kuvvettedir.

    2. Meşhur Sünnet

    Meşhur sünnet, Hz. Peygamber'den bir veya iki yahut tevatür sayısına ulaşmamış sayıda sahabi tarafından rivayet edilmişken, Tâbiün veya Etbâu't-tâbün devirlerinde tevatür sayısındaki ravilerce nakledilen sünnettir.

    Mütevatir ve meşhur sünnet arasındaki fark şudur; birincide her üç tabaka ravileri tevatür sayısında iken, meşhur sünnette, sahabeden olan raviler tevatür derecesine ulaşmamıştır. Buna göre mütevatir hadisin Hz. Peygamber'e nisbeti kesin iken meşhur hadisin, Hz. Peygamberden rivayet eden sahabiye nisbeti kesin olmakla birlikte, Hz. Peygamber'e nisbeti kesinlik taşımaz.

    Meşhur sünnetin hükmü, kesine yakın bir bilgi vermesidir. Bu yüzden mütevatir sünnetle Kur'ân'daki bir âmm lafzın tahsisi ve mutlak lafzın takyidi mümkün olduğu gibi, meşhur sünnetle de "âmm" tahsîs ve "mutlak" takyid edilebilir.

    Âmm'ın tahsisine örnek: "Âllah çocuklarınızın miras payı için şunu istiyor" (en-Nisâ, 4/11) âyetindeki "çocuklarınız (evlâdüküm)" kelimesi âmm olup bütün çocukları kapsamına alır. Hz. Peygamber'in; "Öldüren öldürdüğü kimseye mirasçı olamaz" (Ebû Dâvud, Diyât, 18; Dârimî, Ferâiz, 41) şeklindeki meşhur hadis, miras bırakanını öldüren çocukları kapsam dışı bırakmıştır.

    Mutlak ifadenin takyidine örnek:

    Mirasla ilgili âyette; " (Bütün bu miras payları, ölenin) yapmış olduğu vasiyetin ve borcun ifasından sonradır" (en-Nisâ, 4/11) buyurulur. Burada "vasiyet" sözcüğü mutlak olup, malın belli bir parçası ile sınırlandırılmış değildir. Fakat Hz. Peygamber'in, "Üçte bir daha bayırlıdır" (Buhârî, Cenâiz, 36; Vesâyâ, 2, 3; Menâkıbul-Ensar, 49; Müslim, Vasiyyet, 5, 7, 8, 10; Ebû Dâvud, Ferâiz, 3; Eymân, 23) şeklindeki meşhur hadisi vasiyet miktarını üçte birle sınırlamıştır.

    3. Âhad Sünnet

    Bunlar, Hz. Peygamber'den bir, iki veya daha fazla sahabi tarafından rivayet edilen ve meşhur hadisin şartlarını taşımayan hadislerdir. Âhad hadisi bir kişiden yine bir kişi rivayet etmiş olup, bize kadar ulaşan senedindeki kişiler hiçbir zaman tevatür sayısına ulaşmamıştır. Hadis kitaplarında toplanmış bulunan hadislerin çoğu bu kısma ait olup, bunlara tek kişinin haberi anlamında "haber-i vâhid" veya birer kişilerin haberi anlamında "âhad haber" denir.

    Ahad sünnet kesin bilgi ifade etmez, zanlı bilgi verir. Çünkü bunların Hz. Peygamber'e ulaştığında şüphe vardır. Bu yüzden inançla ilgili konularda âhad habere dayanılmaz. Ancak belirli şartları taşıyan âhad haberler amel konularında delil olarak kabul edilir.

    Hanefiler dışındaki bilginlere göre, hadisler mütevatir ve âhad olmak üzere ikiye ayrılır. Onlar meşhur sünneti de "âhad haber" içinde değerlendirirler. Çünkü meşhur sünnetin ilk tabaka ravileri, gerçekte âhad sünnet sayısındadır. Ancak bu görüşte olanlar âhad haberi, kendi içinde "Garib", "Aziz" ve "Müstefiz" olmak üzere üçe ayırmışlardır.

    Ahad Hadisle Amel Etmenin Şartları:

    Hanefilere göre âhad haberin delil olarak kullanılabilmesi için şu özellikleri taşıması gerekir.

    1. Râvinin, naklettiği hadisle kendisinin amel etmesi gerekir. Buna aykırı davranışı veya fetvası belirlenirse, hadis değil, onun amel veya fetvası esas alınır. Çünkü râvi, bu hadisin neshedildiğini gösteren bir delil bilmese, hadise aykırı davranmaz. Aksi halde "adâlet" vasfını kaybeder.

    İşte bu prensipten hareket edilerek Hanefiler, Ebû Hureyre'nin naklettiği; "Birinizin kabına köpek ağzını soktuğu zaman, onu döksün, sonra biri toprakla olmak üzere yedi kere yıkasın" (Nesâî, Tahâret, 52; Miyâh, 7; ayrıca bk. Buhâri, Vüdû, 33; Müslim, Tahâret, 89-93; Tirmizi, Tahâret, 68) anlamındaki hadisle amel etmemişlerdir. Çünkü ed-Dârekutni'nin naklettiğine göre Ebû Hüreyre bu hadise aykırı olarak böyle bir durumda kabı üç kere yıkamakla yetiniyor ve bu yönde fetva veriyordu. Hanefiler onun fetvasını, bu hadisin neshedilmiş bulunduğuna delil saymışlar, yani yedi defa yıkama yerine üç defa yıkama ile yetinmişlerdir.

    Başka bir örnek de, Hz. Âişe'den rivayet edilen ve kadının kendi başına evlilik akdi yapamayacağını bildiren şu hadistir: "Velisinin izni olmadan evlenen kadının evliliği bâtıldır" (Dârimi, Nikâh, 2). Hz. Âişe bu hadise aykırı olarak kardeşi Abdurrahman Şam'da iken onun kızını evlendirmişti. Abdurrahman yolculuktan dönünce bu evlendirme işinden hoşnut olmadığını ifade etmişse de, nikâh akdini iptal yoluna gittiğine dair bir haber nakledilmemiştir.

    2. Hadisi rivayet eden ravi, fıkıh bilgisi ve ictihad ehliyeti ile tanınmış bir kimse değilse hadis, kıyasa ve genel şer'i esaslara aykırı olmamalıdır.

    Buna göre, kıyasa aykırı düşen hadis dört halife gibi, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ud ve Abdullah b. Ömer gibi hem hadis rivayeti ve hem de fıkıhtaki ve ictihattaki ehliyeti ile tanınmış biri ise hadis kabul edilir ve onunla amel edilir. Fakat Enes b. Malik ve Bilâl gibi yalnız hadis rivayeti ile tanınan, ictihada ehliyeti bulunmayan birisi ise, bu hadis kabul edilmez.

    Bu nitelik, hadislerin "mânâ rivayeti" usulünün yaygın olması yüzünden öngörülmüştür. Fakih olan ravi, bir kelime yerine hadiste başka bir kelime kullansa, hadisin aynı anlamı koruduğunu söylemek mümkün olur. Aynı esası, fakih olmayan ravi için söylemek güçtür. Özellikle; ortada kıyasa ve genel şer'i esaslara aykırı düşen bir rivâyet varsa, bu ravinin yanılma ihtimali güç kazanır.

    Hanefiler bu esastan hareketle "musarrât" hadisi ile amel etmemişlerdir. Ebû Hüreyre, Hz. Peygamberden şunu nakletmiştir: "Develerin ve koyunların memelerini sütlü göstermek için şişirmeyin. Birisi böyle bir hayvanı satın almış olur ve sütünü de sağmış bulunursa iki şeyden birisini seçebilir: Ya hayvanı bu hali ile kabul eder, veya hayvanı iâde eder ve ayrıca bir sâ'da hurma verir" (Müslim, Büyü, 11; Ebû Dâvud Büyü, 46).

    Bu hadisi Ebû Hüreyre rivayet etmiştir, Ebû Hüreyre ictihad ehliyeti ile tanınmamıştır. Hadisin taşıdığı hüküm İslam'ın genel prensipleri ile çelişmektedir. Çünkü istihlâk edilen bir şeyin tazmini misli mallarda misliyle, kıyemî mallarda kıymetiyle olur. Hadiste bildirilen süt karşılığı bir sâ' (2,179 kg) hurma, sütün ne misli ve ne de kıymetidir. Diğer yandan bu hadis "el-Harâcu bıd-dımân " (Ebû Dâvud Büyü', 71; Tirmizi, Büyü', 53) diye ifade eden "nefi (yarar) ve hasarın dengelenmesi" ilkesi ile de çelişmektedir. Buna göre, bir şeyin tazmin sorumluluğu kime aitse o şeyin semereleri de ona aittir. Şu halde, sağdığı süt, bir bedel ödemesine gerek olmaksızın alıcıya aittir. Çünkü, hayvanı teslim aldıktan sonra, ona gelecek zararı da üstlenmiş bulunmaktadır. Durum böyle olunca, alıcının süt karşılığı bir sâ' hurma vermekle yükümlü tutulması bu prensiple de çelişmektedir.

    3. Âhad haber sık sık tekerrür eden ve her yükümlünün bilmesi gereken olaylar hakkında olmamalıdır. Usûl ilminde bu duruma "umumî belvâ" denir. Burada olayın tevatür veya şöhret yoluyla nakfi için gerekli şartlar oluşmuştur. Buna rağmen haberin tek ravi yoluyla gelmesi, onun Hz. Peygamber'e nisbetinin sağlam olmadığını gösterir.

    Bu esastan hareketle, Hanefi mezhebi bilginleri Abdullah b. Ömer'den rivayet edilen; "Hz. Peygamber rukûya giderken ve başını rukûdan kaldırırken ellerini kaldırırdı" (Buhâri, Ezân, 83-86) anlamındaki hadis ile amel etmemişlerdir. Çünkü bu durumda ellerin kaldırılması, çok sık vuku bulan ve herkesin hükmünü bilmeye muhtaç olduğu bir olaydır. Eğer bu konuda varid olan hadis sahih olsaydı, bunu çok sayıda başka râvilerin de nakletmesi gerekirdi.

    Hz. Peygamber'in namazda Fatiha Süresi'ni okurken besmeleyi de yüksek sesle okuduğunu bildiren âhad haber (Tirmizî, Salât, 67) de aynı prensip gereği kabul edilmemiştir. Çünkü bu haber sağlam olsaydı, çok sayıda râvi tarafından nakledilirdi. Olayın çok tekrarlanması bunu gerektirir. Senedinde Kopukluk Bulunan Hadisler: Senedinde kesinti bulunan hadis sened bakımından Hz. Peygamber'e ulaşmayan hadistir. Buna "Mürsel" veya "Münkatı"' hadis denir. Sahabe atlanıp, tâbiinden birisinin Hz. Peygamberden işitmiş gibi hadis rivayet etmesi gibi.

    Ebû Hanife ve İmam Mâlik, mürsel hadisi kayıtsız şartsız kabul ederler. Onlar yalnız mürsel hadisi rivayet eden ravinin güvenilir olup olmamasına bakarlar.

    İmam Şâfiî mürsel hadisi, bunu rivayet eden tâbiî, Medineli Sâid b. el-Müseyyeb ve Iraklı Hasan el-Basrî gibi meşhur ve bir çok sahabî ile görüşen bir tâbiî ise kabul eder. Ancak Şâfiî bunun için ayrıca mürsel hadisin şu dört şeyden biriyle desteklenmesini şart koşar.

    l. Mürsel hadisi, senedinde kesinti olmayan ve anlamı aynı olan başka bir hadis desteklemelidir.

    2. Mürsel hadisi, ilim adamlarının kabul ettiği başka bir mürsel hadis desteklemelidir.

    3. Mürsel hadis, bazı sahabi sözüne uygun düşmelidir.

    4. İlim ehli, mürsel hadisi kabul edip çoğu onunla fetvâ vermiş olmalıdır.

    Şâfiî'ye göre, mürsel hadis, senedi kesintisiz olan bir hadisle çatışırsa bu sonuncusu tercih edilir (Muhammed Ebû Zehra, Usulül-Fıkh, Dârul-Fıkhıl-Arabî tab'ı,1377/1958 y.y., s. 111, 112).

    Mâlikîlerin Âhad Haberi Delil Kabul Etmesi:

    İmam Mâlik, senedi sahih olan haber-i vahidle amel etme konusunda, sadece bu hadisin Medinelilerin ameline uygun düşmesini şart koşar.

    Örnek: Rivayete göre Hz. Peygamber; "Namazdan çıkmak istediğinde biri sağ tarafına, diğeri sol tarafına olmak üzere "es-Selâmü aleyküm ve rahmetullah" diyerek selâm verirdi" (Zeylaî, Nasbur-Râye, I, 430-433). Fakat İmam Mâlik Medine uygulamasına dayanarak bir selâmla yetinmiş ve bu hadisle amel etmemiştir. Çünkü Medineliler sadece bir selâm vermekle yetiniyorlardı.

    İmam Mâlik Medinelilerin amelini meşhur hadis derecesinde kabul etmiştir. Ona göre, Medinelilerin ameli Hz. Peygamber'e ulaşıncaya kadar bin kişinin bin kişiden rivayeti kuvvetindedir:

    Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel de, sahih hadisin şartlarını taşıyan haber-i vahidi delil olarak kabul ederler (bk. Ebû Zehra, a.g.e., s. 114,115 vd.; Zekiyüddin Şa'bân, a.g.e., s. 79 vd.).

    Hz. Peygamber'in Fiilleri: Rasûlüllah (s.a.s)'ın fiilleri üçe ayrılır:

    1. Hz. Peygamber'in bir beşer, bir insan olarak yaptığı fiillerdir. Yeme, içme, giyinme, uyuma, yatıp kalkma gibi. Bu fiiller genel olarak ümmeti bağlamaz. Çünkü bunlar Allah elçisinden bir peygamber sıfatıyla değil bir insan olması sıfatıyla meydana gelmiştir.

    Bununla birlikte, ashab-ı kiramdan, Allah elçisini bu gibi fiillerinde de izleyenler vardı. Abdullah b. Ömer bunlardandır.

    Hz. Peygamber'in ticaret, ziraat, savaş tedbirleri, hastalık tedavisi gibi dünyevî işlerde kendi görgü ve tecrübesine dayanarak yaptığı davranışlar da bu kısma girer. Çünkü bunlar şahsi tecrübeyle ilgilidir. Buna şu olayı örnek verebiliriz: Hz. Peygamber, Medinelilerin hurmaları aşıladıklarını görünce, aşılamamalarını bildirdi. Ancak ertesi yıl iyi ürün alınmadığını görünce; hurma bahçesi sahiplerine "Siz dünyanıza ait işleri daha iyi bilirsiniz" (Müslim, Fezâil, 141; bk. İbn Mâce, Rühün, 15) buyurdu.

    Bedir Savaşı sırasında da savaş tecrübesine dayalı şöyle bir olay yaşanmıştı. Hz. Peygamber, orduyu bir yere konaklatmak istedi. Hubâb b. Münzir bu yerleştirmenin vahye mi, yoksa savaş taktiğine mi dayandığını sordu. Allah elçisinin, bunun bir savaş taktiği olduğunu söyleyince, Hubab b. Münzir bu konaklama yerinin uygun olmadığını söyledi ve daha uygun yeri göstererek, gerekçelerini açıkladı. Bunun üzerine, ordu Hubâb'ın belirlediği yere yerleştirildi (Kettânî, et-Terâtibü'l-İdâriyye, Beyrut (t.y), II, 384).

    2. Hz. Peygamber'in sırf kendisine mahsus olduğu şer'i bir delille belirtilmiş olan fiilleri. Gece teheccüd namazı kılması (el-Müzzemmil, 73/1-4; el-İsrâ, 17/79). Ramazan'da "visal orucu" tutması, dörtten fazla kadınla evlenmesi buna örnek olarak zikredilebilir. Diğer müslümanlar, Hz. Peygamber'in bu fiillerini kıyas yoluyla delil olarak alamazlar. Çünkü bunların Hz. Peygamber'e ait oluşunda şer'i deliller vardır.

    3. Hz. Peygamber'in teşrîi nitelikli fiilleri. Namaz kılışı, oruç tutuşu, haccedişi, ziraat ortaklığı kuruşu, borç alıp vermesi gibi. Bu tür fiilleri sünnet olup bunlara uymak gerekir. Bu fiilleri de ikiye ayırmak mümkündür.

    a. Kur'ân'ın mücmellerini açıklamak için yaptığı fiiller. Bunlar Kur'ân'ın tamamlayıcısı sayılırlar ve hangi mücmeli açıklamışlarsa onun hükmünü alırlar. Mücmel * ifadenin hükmü vacibse; onu açıklayan sünnetin hükmü de vacib, mücmelin hükmü mendupsa, açıklayıcı sünnetin hükmü de mendup olur.

    b. Hz. Peygamber'in bağımsız olarak ve bir işin mübah oluşunu göstermek üzere yaptığı fiiller. Bu çeşit fiillerin vücub, nedb veya mübahlık gibi şer'î niteliği bilinir. Bunlara ümmetin de uyması gerekir ve fiil yukarıdaki hükümlerden birisine uyar. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmuştur: "Şüphesiz Allah'ın Rasûlünde, sizin için Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok ananlar için mükemmel bir örnek vardır" (el-Ahzâb, 33/21).

    Sonuç olarak sünnet, Kur'ân'dan sonra ikinci asıl kaynak olup, İslâm'ın pek çok hükmü ve belki İslâmî müessese ve esasların bütünlüğü sünnetle tamamlanmıştır.
#26.09.2005 02:05 0 0 0
  • FIKIH

    Bilmek, anlamak, bir şeyin bütününe vakıf olmak. Istılahta, bir kimsenin leh ve aleyhindeki hükümleri bilmesi demektir. Başka bir tarife göre fıkıh; kişinin ibadetlere, cezalara ve muamelelere ait şer'î hükümleri mufassal delilleriyle bilmesidir. Ayrıca, söz ve fiillerin amaçlarını kavrayacak şekilde keskin ve derin anlayış diye de tarif edilmiştir (Muhammed Maruf Devâlibî, İlmi Usûl-i Fıkıh, Beyrut 1965, 12; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr Ale'd-Dürri'l Muhtâr, İstanbul 1982, I, 34; İmam Burhaneddin, ez-Zernûci, Ta'limü'l Müteallim, İstanbul 1980, 27; M. Ebû Zehra, İslâm Hukuk Metodolojisi (Fıkıh Usulü), 13; Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiye ve Istılâhât-ı Fıkhıyye Kamûsu, İstanbul 1976, I, 13).

    Kur'an-ı Kerîm'de: "... O kavme ne oluyor ki (kendilerine söylenen) hiçbir sözü anlamaya (fıkhetmeye) yanaşmıyorlar?" (en-Nisâ, 4/78) ayetinde geçen "lâ yefkahûn" ince anlayış ve keskin idrak anlamına gelmektedir. Başka bir çok ayette kâfirler için "fıkhetmeyenler" denilmektedir (el-A 'râf, 7/179; Hûd, l l/91). Tevbe suresinde, "...bir topluluk da dinî hükümleri iyice öğrenmek için kalmalıdır" (et- Tevbe, 9/122) buyruğunda özel bir fukahâ topluluğuna işaret edilmiştir.

    Resulullah (s.a.s.): "Allah, kimin için dilerse, onu dinde fakîh (dini hükümlerin inceliğini kavrayan bilgin) kılar" (Buhâri, ilim, 10).

    Allah Teâlâ (c.c.)'nın imtihan için beyan buyurduğu emir ve nehiylerin tamamına teklif denilir ve fıkhın konusu, insanın bu tekliflere muhatap olarak (mükellef) ortaya çıkan fiilidir. İnsanın lehindeki ve aleyhindeki bütün haklarını delillere dayanarak çıkarmak fukahanın görevidir. Din hususunda Resulullah (s.a.s.)'dan başka kimseye ilmi bir delile dayanmadan dinde söz söyleme hakkı tanınmamıştır. İlmi bir delile dayanmadan kasıt edille-i şer'iyye, yani dört delildir. Bunlar, Kitap, Sünnet, icma ve kıyastır.

    Dört halife ve Tâbiûn devrindeki fıkıh kelimesiyle ilim kastediliyordu. Fıkh-ı Ekber tabiri, akâid ve tevhid ilmini, Fıkh-ı Vicdâni kavramı, nefis terbiyesi ve ahlâk ilmini, sadece fıkıh kelimesi ise, ameli konuları kapsıyordu. Usul-i Fıkıh ilmi ise, kişinin lehinde ve aleyhindeki haklarını öğrenmesinde takip edeceği kaide ve tavırlar konu alan ilimdi. İmam Ebû Hanife (Ö. -150/767)'nin fıkhı "kişinin leh ve aleyhinde olan hükümleri bilmesi" şeklindeki tarifi, genel bir tarif olup, kelâm, iman, ahlâk ve tasavvuf gibi ana ilimler bağımsızlaşmamış, bu yüzden "el-Fıkhu'l-Ekber" adlı eseri itikâdi konuları kapsadığı halde bu ismi almıştı. Ancak giderek fıkıh ilmi yalnız ibadet, muamelât ve ukubâti içine alacak şekilde "amellerin" ilâvesiyle tarif edilmiştir. Mecelle'nin 1. maddesindeki târifte şöyle denilmiştir: "İlm-i fıhh mesâil-i şer'iyye-i ameliyye"yi bilmektir. Fıkıh usulüne büyük hizmeti geçen İmam Şâfiî (Ö. 204/819)'nin tarifi de şöyledir: "Fıkıh, dayandığı delillerden çıkarılmış şer'i, amelî hükümleri bilmektir" (İmam Şâfiî, er-Risâle, Kahire 1979, 503 vd).

    Fıkıh yerine yeni kullanılmaya başlanan "İslâm hukuku" deyimi, fıkh yerine nisbî olarak kullanılmaktadır. Bu terim, ibadetler dışında muamelât, ukûbat ve ferâizi kapsamaktadır. Halbuki fıkhın sınırı daha geniş olup, temizlik ve ibadet konularını da içine almaktadır. Fıkhın konusu İslâm; emir ve yasaklarla yükümlü kimsenin fiilleridir. Bu fiiller, namaz kılmak gibi yapma ile; gasp gibi terketme ile ve yeme-içme gibi muhayyer bırakma şekilleri ile ilgili olabilir. Akıllı ve ergin kimsenin şer'î hükümlerle yükümlülüğü ehliyet ile ifade edilir.

    İbadet ve muamelâtla ilgili dini hükümlere "şeriat" denir. Bu kelime, din anlamında da kullanılır. Bu takdirde itikâdi ve amelî hükümlerin hepsini içine alır. Ancak şeriat, genellikle amelî hükümler için kullanılır. Buna göre, ilâhı nizâmın amel ve dış yönünü temsil eder. Dinin iç yönünü, özünü teşkil eden itikâdı hükümler, bütün semavî dinlerde ortak olduğu halde, ilâhı nizâmın dış yönünü oluşturan amelî hükümlerde zaman içinde değişmeler olmuştur. İslâm, geçmiş şeriatların büyük bir kısmını değiştirmiş, kaldırmıştır. Allah, melek, peygamberlik ve ahiret günü gibi inanç esaslarında ise, herhangi bir değişiklik olmamıştır. İşte, fıkıh, İslâm dini'nin amelî ve dünyevî yönünü ifade eder. Yirminci yüzyılda bu kelimelerin aktüel kullanımları ise, olumsuz bir ideolojik manaya tekâbül etmektedir. Ve gerek fıkıhçı, fukaha, gerekse şerîatçı terimlerinin muhtevası kasıtlı olarak yanlış anlaşılmaktadır.

    Hz. Peygamber hayatta iken fıkıh, bugün bildiğimiz sistematik manada değildi; kaynaklar, Kur'an ve Sünnetti. Bi'setten tedvîn devrine kadar amelî hükümler peyderpey gelmiş ve risâlet yirmi üç yılda tamamlanmıştır. Onüç yıl süren Mekke devri'nde daha çok inanç ve ahlâk ayetleri, Medine döneminde ise, daha ziyade hüküm ayetleri inmiştir. Zira İslâm devleti oluştuktan sonra uygulayacağı hukuk esasları cihad, ibadetler, muamelât ve devletler arası ilişkiler olup bu devrede nâzil olmuştur.

    İslâm fıkhı, bir takım devirlerden sonra oluşmuştur:

    1 Resulullah'ın devri: Bu devirde, fıkhın asıl kaynakları olan Kur'an ve Sünnet ortaya çıkmıştır.

    2- Sahabe devri: bu devir, Ahkâmla ilgili ayet ve hadislerin sahabe tarafından tefsir ve izah edildiği devirdir.

    3- Müçtehid imamlar devri: fıkıh meselelerinin yazılmaya başlanması ve büyük müçtehidlerin ortaya çıktıkları devirdir. Bu devir, İslâm fıkhı için gelişme ve olgunlaşma devridir.

    4- Taklid devri: bu da fıkıh ilminde duraklama devri sayılır.

    İslâm fıkhı, şu özelliklere sahiptir:

    a) Hükümlerin esası vahye dayanır. Kitap ve Sünnet'te açıkça ifade edilen kesin hükümler hiçbir şahıs veya kurumun tasdikine gerek olmaksızın geçerlidir ve bütün müminler için bağlayıcıdır. Bunlar, tek kânun koyucu Allah ve Resulü'nün emir ve nehiyleridir. Bunların esasa ait olan hükümleri, bütün fukahanın görüş birliğiyle yani icma ile sabit olmuş, artık değiştirilmesi mümkün olmayan kurallardır. Bunlara 'şer'i şerif[/swf2][swf3]şer'î hukuk' veya 'şer'î hükümler' denmiştir.

    Beşeri hukuklarda kanun koyucu ve anayasalar her zaman değiştirilebilir. Kanun koyucular, bazen kral, sultan, şah gibi tek kişi, bazen bir meclis vs. kalabalık bir grup olabilir.

    b) Kur'an ve Sünnet'te açık hüküm bulunmayan, hakkında İslâm fukahasının icma'ı da olmayan hükümlerde müçtehidler, furuâ ait meselelerde farklı içtihadlarda bulunmuşlardır.

    İslâm hukukçularının farklı ictihadlarıyla çözümlenen bu hükümlerin dayanağı; istihsan, maslahat (kamu yararı), örf, âdet, sahâbe kavli, önceki şeriatler ve sedd-i zerâyi' (kötülüğe giden yolu kapama) gibi tali delillerdir. Bu çeşit hükümleri ortaya çıkartan ve şer'i ölçülere göre tespit edenler müçtehid hukukçulardır. Burada bir yönüyle kanun veya kaide koyma faaliyeti mefhumu, müçtehid imamların içtihadlarına inhisar etmektedir. Bir İslâm beldesinde Ulü'l-emr yani üst otorite, içtihad yapacak güce sahipse, o da bu yasama işine dahil olur. Aksi hâlde, yasama, mevcut mezhep veya içtihadlar arasında tercih yaparak uygulanır. İslâm Devleti'nin en üst organının yaptığı düzenlemeler, şer'î esâslar dahilinde yapılmak şartıyla bağlayıcı ve meşrûdur. Ulû'l-emr'in bu faaliyeti özellikle içtihâdı hükümlerin bağlayıcılık vasfını kazanması için gereklidir. O, isterse bu meseleleri mütalaa ve müzakere etmek üzere ehli'l-hal ve'l-akd denilen uzman kişilerden oluşan şûra meclisinin görüşlerini alır (bkz. en-Nisâ, 4/59; Buhâri, Ahkâm, 4; Müslim, İmâre, 39).

    c) İslâm fıkhının kapsamı insanın kendisi, toplum ve yaratıcıyla olan münasebetlerini düzenler. Çünkü fıkıh, hem dünyevî, hem uhrevî niteliğe sahiptir. Hem din, hem devlettir, kıyamete kadar süreklidir ve bütün insanlığa yöneliktir. Bu hükümlerin özelliği bütüncül oluşudur. Yani iman, ahlâk, ibâdet, muameleler içiçedir, birbirinden ayrışmış hayat alanları veya lâik temellerle dini hükümlerin ayrışmışlığı sözkonusu değildir. Gönül huzuru, toplum düzeni, fert ve toplum hayatı, herkesi mutlu ve huzurlu kılma düşüncesi, Allah'ın gizli-açık her şeyi kontrol etmekte olduğu esası bu hukuku güçlendiren iç motiflerdir. İslâm, bu anlamda bütün beşerî sistemlerden ayrılmaktadır.

    Fıkh'ın yöneldiği mükelleflere ait söz, fiil, akit ve tasarruflar iki alanda cereyan eder: ibadetlere ait hükümler; temizlik, namaz, oruç, hac, zekât, adak, yemin gibi insanla Rabbi arasındaki münasebetleri düzenleyen hükümler. Bu konu ile, ilgili olarak, Kur'an-ı Kerîm'de yüzkırk kadar ayet vardır.

    kincisi, muamela hükümleridir. Akit, hukuki tasarruf, suç ve ceza gibi insanların birbirleriyle ve toplumla olan münasebetlerini düzenleyen hükümler. Bunlar, beşerî hukuktaki umûmî ve hususî hukuk alanına girmektedir. Bunların gâyesi; ferdin fertle, ferdin toplumla veya toplumun diğer toplumlarla münasebetlerini düzenlemektir.

    Muamelat hükümleri şu dallara ayrılmaktadır:

    Aile hukuku: "el-ahvâlü'ş-şahsiyye" denilen bu hükümlere Kur'an'da nikâh, talâk, iddet, nafaka, mehir, nesep, miras gibi terimlerle yer verilmiştir. Bu konuda Kur'an-ı Kerîm'de yetmiş kadar ayet vardır.

    Medenî hükümler: Alım-satım, kira, kefâlet, ortaklık, borçlanma, borcu ödeme gibi fertler arasındaki mâli ilişkileri düzenleyen ve hak sahibinin hakkını koruyan hükümler, bu niteliktedir. Bu hususta da Kur'an-ı Kerîm'de yetmiş ayet vardır.

    Ceza hükümleri: Bunlar, mükellefin işlediği suçlar ve bunlara uygulanacak müeyyidelerle ilgilidir. Amaç, can, mal, ırz ve hakları korumak, suçlu ile mağdur ve toplum arasındaki ilişkileri düzenlemek ve güveni sağlamaktır. Bu konuda otuz kadar âyet-i kerime vardır.

    Usûl hukuku: Kaza, dava, isbat yolları gibi konuları kapsar. Bunlarla ilgili olarak yirmi kadar ayet vardır.

    Anayasa hukuku: Devlet nizâmını ve bu nizâmın işleyiş tarzını belirleyen, yönetenle yönetilenler arasındaki ilişkileri düzenleyen hükümler olup, "el-Ahkâmü's-Sultaniyye" adıyla incelenmiştir.

    Devletler umumi ve hususî hukuku: Bu hukuk dalı, İslâm devletinin barış ve savaş zamanlarında diğer devletlerle olan münasebetlerini, müslüman ve zimmet ehli vatandaşların haklarını düzenler. Bu konu ile ilgili olarak yirmibeş ayet vardır.

    İktisat ve maliye hukukuna dair on ayet vardır. Bu ayetler, İslam devleti'nin gelir kaynakları ile harcama yerlerini gösterir (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuhu, Dimaşk 1984, I, 15 vd; M. Ebû Zehra. Usulü'l-Fıkh, s.96 vd).

    Bu prensipler, fertle devlet arasındaki mâlı ilişkileri düzenler. Bir İslâm ülkesindeki mallar şu kısımlara ayrılır:

    1- Genel ve özel devlet malları: gânimetler, öşür, gümrük, haraç, katı ve sıvı madenler, tabii kaynaklar. 2- Toplum malları: Zekât, sadakalar, adak ve krediler. 3- Aile malları: nafakalar, miras ve vasiyetler. 4- Fert malları: ticaret, kira ve şirket gelirleri ile diğer meşrû gelirler, mâli cezalar; keffâretler, diyet ve fidyeler.

    d) İslâmî amelî hükümler, helâl ve haram olarak dinî bir vasıfla nitelenir. Beşerî hukukta, böyle bir değerlendirme sözkonusu değildir. İslâm'da muâmelelerin hükümleri, dünyevî ve uhrevı diye ikiye ayrıldığı için, dünyevî olan fiil veya tasarrufun dış görünüşüne dayanır.

    Mahkeme kararları (kazâı hüküm) bu gruba girer. Çünkü hâkim, gücünün yettiği şekilde hüküm verir. O'nun hükmü bâtılı hak, hakkı bâtıl kılmaz. Yani gerçekte haramı helâl, helâlı haram yapmaz. Diğer yandan kaza, fetvanın aksine bağlayıcıdır. Uhrevî hüküm ise, bir şeyin gerçeğine dayanır. Bununla kişi ve Allah arasında amel edilir. Buna diyânı hüküm denir. Hükmün bu yönü, fetva ile ilgilidir. Fetva, sorulan dinî bir meselenin şer'î hükmünü bağlayıcı olmamak üzere haber vermek demektir. Hükümler arasında böyle bir ayrımın yapılması şu hadise dayanır:

    "Ben, ancak bir beşerim. Siz bana muhakeme ile başvuruyorsunuz. Taraflardan birisi davada delillerini diğerinden daha iyi açıklayabilir. Ben de dinlediğim ifadelere göre, onun lehine hüküm verebilirim. Kime bir müslümanın hakkını verirsem, bu, (onun elinde) ateşten bir parçadır; onu alsın veya terketsin" (Kütübi Sitte, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'de yer almaktadır).

    Bu ayırımın faydası şudur: Boşama, yemin, borç, ibrâ, ikrâh vb. konularda hâkimin görevi müftününkinden farklıdır. Hâkim, olayların dış görünüşüne göre hüküm verir. Eğer bu iki yön çatışırsa, iç görünüşe göre fetva verir. Meselâ: Bir kimse, borçlusuna bildirmeksizin, onu borçtan ibrâ etse, sonra da mahkemeye başvurup, alacağını talep etse, hâkim, borcun ödenmesine hüküm verir. Fetvaya göre ise, ibrâ ettiği için artık bu alacağını talep edemez (ez-Zühaylî, a.g.e., I, 2 1 -22) .

    d) Fıkhın, bu günkü devletler umumi hukukuna tekabül eder bölümüne 'siyer' denir.

    e) Usul-i Fıkıh, fıkıh metodolojisi ve fıkıh nazariyesidir. Delillerin istinbat usulünü ele alır.
#26.09.2005 02:08 0 0 0
  • İCMA

    İttifak etmek, görüş birliğine varmak, azmetmek, kasdetmek. Hz. Peygamber'den sonraki bir çağda amelî bir meselenin şer'î hükmü üzerinde İslâm müctehidlerinin birleşmesi. İslâm hukukunda, müctehidlerin üzerinde ittifak ettikleri dört tane aslî delil vardır: Kitap, Sünnet, İcma, Kıyas. Bilginler İcmâ'ın huccet sayılmasında ittifak etmekle birlikte, icmâ yapacak müctehidlerin kimler olacağı konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Şiîler, kendi müctehid ve imamlarının icmâmı hüccet olarak kabul etmiş, müslümanların büyük çoğunluğu da cumhur-u ulemânın icmâmı huccet saymışlardır.

    İslâm'da icmâ fikrinin ortaya çıkışı, Sahâbîler asrında başlayıp müctehid imamlar devrine kadar tedrîcî olarak gelmiştir. Bu gelişme üç devre teşkil eder:

    l) Sahâbîler, karşılaştıkları yeni meseleler üzerinde ictihad yaparlardı. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer, özellikle âmme hukuku sahasında, istişareye başvurarak şûrâ ictihadı yaptırıyorlardı. Bu ictihadlar sonunda varılan ihtilafsız hükümler, ferdî hükümlerden daha kuvvetli sayılıyor, buna muhâlefet edilmiyordu. İşte bu çeşit hükümlere "İcmâ" adı verilir (İbnu'l Kayyim, İ'lâmu'l-Muvakkıîn, Mısır 1955, I, 61-66).

    2) Müctehid imamlar devrinde, her imam ictihad yaparken ülkesindeki fâkihlerin görüşlerine aykırı bir şey söylememek için dikkat eder ve böylece görüşünde yalnız kalmak istemezdi. Meselâ Ebû Hanîfe, kendisinden önce yaşamış oları Kûfe bilginlerinin icmâ ettikleri hususlara uymak için çok titizlik gösterirdi. imâm Mâlik, Medinelilerin icmâını huccet sayardı.

    3) Fakîhler, uymak için Ashâb-ı kirâmın icmâ ettikleri meseleleri öğrenmeye büyük bir titizlik gösterirlerdi. Onlar sahâbîlerin icmâ ettikleri, şeylerin dışına çıkmamaya çalışıyorlardı (Muhammed Ebu Zehra, İslâm Hukuku Metodolojisi, çev. A. f ener, Ankara 1986, 171, 172).

    İcmâ yalnız bir kısım Şer'î hükümlerde geçerlidir, icma ibadetlerde ve hukukî meselelere ait hususlarda gerçekleşir. Şer'î delillerden çıkarılması mümkün olmayan ahiret halleri, kıyâmet zamanı gibi şeyler icmâ ile bilinemez.

    İcmâ ehli; fâsık, bid'atçı olmayan ve ictihad seviye ve gücüne sahip bulunan alimlerdir. İcmâın şartı da, bir asırda, yani, bir zamanda bulunan ve bu özelliklere sahip oları müctehidlerin ittifak etmeleridir. Bu yüzden bir mesele hakkında bir asırdaki müctehidlerden yalnız bir kısmının ittifak etmeleri, bir icmâ mâhiyetinde olamaz. Bazı bilginlere göre, bir, iki kişinin muhâlefeti icmâın oluşmasına engel bulunmaz.

    İmam Mâlik'e göre, Medine halkının ittifakları icmâdan saydır. Zeydiyye ile İmâmîyye'ye göre, Rasul-i Ekrem'in neslinden başkanlarının icmâl geçerli değildir. Zâhiriyye ve Ahmed b. Hanbel'den bir rivayete göre, Ashâb-ı kirâmdan olmayan müctehidlerin icmâl muteber değildir (Ömer Nasuhî Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu, İst. 1967, s. 163, 164).

    Fakîhlerin büyük çoğunluğuna göre icmâ hem mümkün ve hem de fiilen olmuştur. Sahabîler devrinde nine'nin altıda bir miras hissesi alacağına dair icmâ hâsıl olmuştur. Nine tek ise, altıda biri, tek başına alır. İki ise, altıda biri aralarında paylaşırlar. Yine Sahâbîler, baba bir erkek ve kız kardeşlerin öz kardeşler bulunmadığı takdirde, onların yerine geçmeleri üzerine icmâ etmişlerdir. Yine Sahâbîler, müslüman kadının gayri müslimle akdetmiş bulunduğu nikâhın bâtıl olduğunda da icmâ etmişlerdir. Sahâbîlerin icmâ ettikleri meseleler sayılmayacak kadar çoktur. İcma hakkındaki deliller şunlardır:

    l) Kur'an-ı Kerîm'de icmâı öngören çeşitli ayetler vardır:

    "Kendisine doğru yol açıkça belli olduktan sonra, Peygamber'den ayrılıp mü'minlerin yolundan başkasına uyan kimseyi, yöneldiğine döndürürüz ve onu cehenneme yaslandırırız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir " (en-Nisâ, 4/1 15).

    Bu ayete göre, müminlerin yolundan başkasına uymak caiz değildir. Çünkü böyle yapanlar, Peygamber'den ayrılmış olup, Allah onları cehenneme yaslandıracaktır. Bir kimse müminler topluluğundan ayrılır ve onların görüşlerinin zıddını ileri sürerse, elbette onların yollarına uymamış olur. Meselâ, müminler cemaatı "bu helâldir" derse, aynı şey için "bu haramdır" diyenler, cemaata uymamış olurlar (imâm Şâfiî, er-Risâle, s. 472; İmam Gazzâlî, el-Mustasfâ, I, 175).

    "Sizler insanlar için ortaya çıkarılmış, iyiliği emreden ve kötülükten nehyeden en hayırlı ümmetsiniz" (Alu imrân, 3/110).

    Bu hayırlı oluş, ittifak ettikleri şeylerin doğru olmasını gerektirir.

    "İnsanlar üzerine şahitler olasınız diye, böylece sizi orta bir ümmet kıldık" (el-Bakara, 2/143). Bu ümmetin üzerinde ittifak ettiği şeyin hak olması gerekir.

    2) Hadisten deliller:

    "Ümmetim dalâlet üzerinde birleşmez" (İbn Mâce, Fiten, 8). "Müslümanların güzel gördüğü şey, Allah katında da güzeldir" (Ahmed b. Hanbel, I, 379).

    İmâm Şâfiî, icmâ konusunda Hz. Ömer'in Şam'ın Câbiye karyesinde yaptığı bir konuşmada şöyle söylediğini rivayet eder: "Peygamber (s.a.s) benim sizin aranızda yaptığım gibi aramızda ayağa kalktı ve şöyle buyurdu: "Sahabilerime, sonra onların ardından gelenlere, sonra onların ardından gelenlere saygı gösterin. Daha sonra yaları ortaya çıkar. Hatta kişi teklif edilmediği halde yemin eder; İstemediği halde şahitlik yapar. Kimi, Cennetin ortası sevindiriyorsa, o, cemaatten ayrılmasın. Çünkü, şeytan tek kalan kimse ile beraber olup, iki kişiden uzaktır" (Şâfiî, er-Risâle, s. 474).

    Hz. Ali'nin şöyle dediği rivayet edilir: "Benim ve Ömer'in re'yi, sahibinden hamile olup çocuk doğuran câriye (Ümmü'l-Veled)'nin satılamayacağı üzerinde birleşmişti. Şimdi ise ben bunların satılabileceğini caiz görüyorum". Bunun üzerine kendisine; "Ömer'le ittifak ettiğin görüş bu görüşünden daha üstündür" denilmiştir (Şafiî, a.g.e, s. 474).

    İcmaın mertebeleri

    l) Sarih icma: Bu, her müctehidin, icma konusu oları fikri kabul ettiğini açıkça söylemiş olduğu icmadır. Bu tür icma, fakihlerin büyük çoğunluğunun ittifakı ile şer'î bir delildir. Böyle bir icma ister her asırda, isterse sadece Sahâbiler asrında vuku bulsun netice değişmez.

    2) Sükûtî icma: Herhangi bir asırda, ictihad yetkisi oları fakih belli bir görüşe varır ve bunu ilân ederse ve kendisini tenkit eden çıkmazsa buna "sükutî icma" denir. İmam Şâfiî ve bir çok bilgin, bu tür icma'ın huccet (delil) olduğunu kabul etmez. Onlara göre burada susma, rıza anlamına gelmez, sevgi ve saygıdan veya fitne korkusundan susmuş olabilir.

    Sükûtî icmayı delil sayanların dayanakları:

    a) Düşünüp araştırmadan veya araştırma için gerekli oları zaman geçmeden önceki susma delil olamaz. Bundan sonraki susma ise beyan demektir. Çünkü konuşma gereken yerde susmak, ikrar anlamına gelir.

    b) Hakka karşı susmak haramdır. Sâhâbeyi ve diğer müctehidleri böyle bir haramla itham caiz değildir. Hadiste; "bâtıl gördüğü halde hakkı söylemeyen dilsiz bir şeytandır" buyurulur.

    3) Müctehidlerin belli bir ortak noktada ittifak etmeleri;

    Bir mesele üzerinde aynı asırdaki fakihler ihtilafa düşerler ve herhangi bir müctehid, diğerlerinin görüşüne her yönden zıt bir ictihad'da bulunmazsa, bu durumda aralarında görüş ayrılığı olmakla birlikte, bir noktada birlik (icma) bulunmuş olur. Meselâ, Ashâb-ı kirâm, miras bırakanın erkek kardeşleriyle birlikte mirasçı oları dedenin hissesi üzerinde ittifak edememiştir. Bazısı üçte birden az olmamak üzere mirasçı olacağını, kimisi de dede varken kardeşlerin hiç miras alamayacağını söylemişlerdir. Ancak, dedenin mirasçı olacağı konusunda görüş birliği içindedirler. Bir kısım fakihlerle, bazı Hanefîler, bu tür icmaı da sükûtî icma'dan sayarlar.

    İcma'ın temelde dayandığı delil (senet):

    Üzerinde icma bulunan bir meselenin Kitap veya Sünnete dayanması gerekir. Çünkü hüküm koyma hakkı Allah ve Resulune aittir. Müctehidler kendiliklerinden hüküm koyamazlar. Bazı müsteşrikler senetsiz icma yapıldığını öne sürerek, yanılgıya düşmüşlerdir. Ashâb-ı kirâm, icma ettikleri meselelerde görüşlerini dayandıracak bir nass bir dayanak araştırıyorlardı:. Meselâ; Hz. Ebû Bekir'e, halife iken, annenin annesinin annesi (büyük nine) gelip, ölen torunundan miras hakkı istedi. Ebû Bekir (r.a) şöyle dedi: "Allah'ın kitabında senin için bir şey bulamıyorum. Resulullah (s.a.s)'den de bu konuda bir şey duymadım. Şimdi git; senin bu durumunla ilgili olarak arkadaşlarımla görüşeyim veya görüşümü tesbit edeyim". Öğle namazından sonra Ashâba durumu sordu. Muğîre b. Şu'be (r.a) ayağa kalkarak; Resulullah'ın nineye altıda bir hükmettiğini bildirdi. Muğîre'ye başka şahit soruldu. Muhammed b. Mesleme de Hz. Peygamber'den aynı mahiyette hadis duyduğunu söyledi. Bunun üzerine nineye altıda bir miras hakkı üzerinde icma oluştu (Ebû Dâvud, Feraiz, 5; Tirmizî, Feraiz 10; İbn Mâce, Feraiz, 4; el-Mevsilî, el-İhtiyar, V, 90).

    Yine birbirine mahrem olan kadınların bir nikâh altında toplanamayacağında icma ederken bu konu ile ilgili ayet ve hadislere dayanmışlardır (en-Nisâ, 4/23; Buhârî, Müslim, Ebû Hüreyre'den: el-Kâsânî, Bedâyiü's-Sanâyi', II, 262-266; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadir, II, 360-364; İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, II, 35, 36).

    İcma'ın senedi kıyas veya maslahat da olabilir. Çünkü kıyas ve maslahat da çoğu defa temelde ayet veya hadise dayanır. Meselâ; Hz. Ömer, fethedilen Suriye topraklarının mücâhidlere dağıtılmaması üzerinde icma ederken, önce maslahatı gözönüne alarak Sahâbîlerle iki gün müzakere etmiş, ancak ikna edememiştir. Sonunda şu ayeti zikredince onlar ikna edilmiş ve görüş birliğine varılmıştır. "Allah'ın fethedilen memleketler halkından Peygamberine verdiği şey (ganimet); Allah, Peygamber, Peygamber'e yakınlığı olanlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir; İçinizdeki zenginler arasında elden ele dolaşması için değildir. Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden alıkoyarsa ondan kaçının. Allah'tan sakının, çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir" (el-Haşr, 59/7).

    Hz. Ebû Bekir'in halîfe seçilmesi ve Kur'an'ın toplanması gibi konulardaki icmalar, sahâbîlerin ayet ve hadise dayanmaksızın icma ettiklerine delil olamaz. Çünkü bunlar teşrîî bir hüküm üzerinde yapılmış icma' sayılmayıp, ancak ameli bir hususu infaz etmek üzere varılan ittifaktan ibârettir (M. Ebû Zehrâ, a.g.e, s. 181).

    İslâm hukukçularının büyük çoğunluğuna göre, hakkında icma olan bir mesele üzerinde tekrar icma meydana gelmez. Çünkü ikinci icma birincisiyle çatışır.

    Diğer yandan birinci icma delil teşkil ettiğine göre, bunun aksine icma yapmak şöyle dursun, buna karşı çıkmak bile caiz olmaz. Ancak icma ictihadi bir mesele üzerinde ise, bu konuda daha sonraki asırlarda başka bir icma yapılabilir. Çünkü ictihad ictihadı nakzetmez.

    Fakîhler, Ashâb-ı kirâmın icmaından başka icma üzerinde ittifak edememişlerdir. Sahâbilerin Şer'î hükümler üzerindeki icmaları tevâtürle sâbit olmuştur. Sahâbe devrinden sonraki hiçbir icma ise tevâtür yoluyla sâbit olmamıştır. Bu yüzden fakihler, birbirlerinin ileri sürdüğü icmaları tanımamışlardır. Hılâf kitapları bu konulardaki çekişmelerle doludur.

    Fahruddin er-Razî ve birçokları âhad haberle nakledilen bir icmaı kesin delil saymaz. Bir kısım usûl bilginleri ise, icmaın âhad haberle naklini caiz görürler (M. Ebû Zehra, a.g.e, s. l 83).
#26.09.2005 02:11 0 0 0
  • KIYAS

    Ölçmek, kıyaslamak, karşılaştırmak ve iki şey arasındaki benzerlikleri tesbit etmek, hakkında nass (âyet hadis) bulunan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illetten dolayı, hakkında nass bulunmayan meselenin hükmüne bağlamak anlamında bir fıkıh usulü terimi. K.Y.S kökünden, "kâse" ve "kâyese" dili geçmişin mastarı. Müctehid tarafından ictihad yapılarak çıkarılan hükümler, kıyas yoluyla Kitap ve Sünnet'e dayandırılır. Çünkü şer'i hükümler, ya doğrudan doğruya âyet veya hadislere, ya da kıyas yoluyla bu nass'lara dayanır. (İbn Manzûr, Lisanü'l-Arab, Beyrut 1374/1955, "kıyas" maddesi; Nesefi, el-Menâr Fi Usûli'l-Fıkh, İstanbul 1326, s.22; Abdulvahhâb Hallâf, Mesâdiru't-Teşrii'l-İslâmi, Küveyt 1970, s.21, Sadru'ş-Şeria'nın Tenkihu'l-Usûl'ünden naklen).

    İmam Şafiî (ö 204/819) kıyas hakkında şöyle der: 'Her hadise hakkında ya ona ait bir hüküm veya hak olan hükmün yolunu gösteren bir delâlet vardır. Meselenin açık hükmü varsa ona uymak gerekir. Eğer belirli bir hüküm yoksa, meselenin hak olan hükmüne götüren yolun delili ictihad ile aranır, ictihad ise kıyastan ibarettir' (Şâfiî, er-Risâle, Kahire 1940, s.477).

    Kıyasın tariflerinde ortak olan nokta şudur: Nass'a dayanan bir meselenin hükmünü, ictihad yoluyla, aynı ortak illeti taşıyan ve nass ile belirtilmemiş bulunan mesele için de sâbit kılmaktan ibarettir.

    Aşağıdaki örnekler kıyasın anlaşılmasına yardımcı olur. Hz. Peygamber: "Hâkim, öf keli iken iki kişi arasında hüküm vermesin " (Buhârî, Ahkâm, 13) buyurmuştur. Buna kıyas yapılarak, Mecelle'nin 1812. maddesinde; "Hâkim gam ve gussa (keder) ve açlık ve galebe-i nevm (uykulu) gibi sıhhat-ı tefekküre (sağlıklı düşünmeye) engel olabilecek bir ârıza ile zihni müşevves (karışık) olduğu halde hükme tesaddî (teşebbüs) etmemelidir" denilmiştir. Hadiste geçen "öfke hâli" ile, Mecelle maddesindeki "üzüntü, keder, açlık ve şiddetli uyku halleri" arasındaki ortak illet, bu gibi hallerin sağlıklı karar vermeye engel teşkil etme ihtimalidir (Mahmud Es'ad, Telhîsu Usûli'l-Fıkh, İzmir 1313, s.12)

    "Kur'ân'da iki kız kardeşi bir nikâh altında toplamak yasaklanmıştır."

    (en-Nisâ, 4/23). Hadiste de şöyle buyurulmuştur: "Kadın, halası ve teyzesiyle bir nikâh altında toplanamaz" (Buhârî, Nikâh, 27). Bunlara kıyas yapılarak; biri erkek farz edildiğinde diğeriyle evlenmesi caiz olmayacak derecede mahrem hısım olan iki kadının bir nikâh altında toplanamayacağı esası benimsenmiştir. Çünkü bütün bunlar, akrabalığın hiçe sayılmasına ve sılâ-i rahmin kesilmesine yol açmaktadır (Hallaf, a.g.e., s. 24).

    İslam hukukunda Kitap, Sünnet ve İcmâ'dan sonra dördüncü aslî delil kıyas'tır. Ancak kıyas, ilk üç aslî delil gibi kesin bilgi ifade etmez. O, vücub değil, cevaz ifade eder. Buna göre kıyas, zan bildirir ve yeni bir hüküm isbat etmeyip, üç delilden biriyle sabit olan ve delili gizli bulunan hükmü ortaya çıkarır. Yani kıyas, bir çeşit ictihad olduğu için kendi başına bir hüküm bildirmez, nass (âyet-hadis) veya icmâ' ile bildirilen hükmü yeni mese-leye nakleder. Kısaca zannî olmakla birlikte kıyasın hükmü nakletme(tadiye) dir (Abdülkadir Şener, Kıyas İstihsan İstislah, Ankara 1974, s.70; es-Serahsî, Usûl, vrk. 98/a, 178/a'dan naklen; M. Es'ad, a.g.e., s.11).

    Kur'ân-ı Kerîm'de benzer olayların, benzer hükümlere tabi tutulduğunu bildiren âyetler vardır. Ezcümle: "Yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden öncekilerin uğradıkları âkıbetlerin nasıl olduğuna bakmazlar mı? Allah onları helâk etmiştir. Kâfirler için de aynı âkıbet vardır" (Muhammed, 47/10). Şu iki âyette de birbirine benzemeyen olayların, hükmünün de farklı olduğu bildirilir. "Yoksa kötülük işleyenler, hayatlarında ve ölümlerinde, tam eşit olarak, iman edip salih ameller işleyenlerle kendilerini bir tutacağımızı mı sanırlar? Ne kötü hüküm veriyorlar" (el-Câsiye, 45/21). "Yoksa Biz, iman edip salih ameller işleyenleri, yeryüzünde bozgunculuk, çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yoksa Allah'tan hakkıyla korkanları, günahkârlar gibi mi tutacağız" (Sâd, 38/28).

    Hz. Peygamber de, benzer olaylarda akıl metodunun kullanılmasını şu uygulamasıyla göstermiştir. Rivayet edildiğine göre Hz. Ömer (ö. 23/643), Rasûlüllah (s.a.s)'e gelerek; "Ya Rasûlüllah, bugün büyük bir iş yaptım, oruçlu olduğum halde karımı öptüm" demiş; Hz. Peygamber; "Oruçlu iken su ile mazmaza (ağıza su alıp çalkalamak ve sonra suyu dışarı atmak) yapsan ne lâzım gelirdi?" buyurmuş, Hz. Ömer de; "Bir şey gerekmezdi" diye cevap vermiş; bunun üzerine Hz. Peygamber, "O halde orucuna devam et" (Ebû Dâvud, Savm, 33; Dârimî, Savm, 21) buyurmuştur. Bu duruma göre, mazmazanın orucu bozmadığı bilinince, aynı nitelikte olan öpmenin de orucu bozmaması, kıyas metoduyla aklın ulaştığı bir sonuçtur. Böylece, Hz. Peygamber ümmetine, mantık yoluyla, benzer problemleri çözme yolunu göstermiştir. O'nun bu metodu kullandığına dair birçok haber nakledilmiştir. İslâm'ın ilk yıllarında "rey" terimiyle ifade edilen ictihad, Hz. Peygamber, sahabe ve tabiînler devrinde gelişerek ve daha sonra sistematik bir şekil alarak kıyas, istihsan, istislah vb. adlar altında, âyet ve hadislerden hüküm çıkarma vasıtası hâline gelmiştir.

    İmam Şâfiî'nin (ö.204/819) yakın arkadaşlarından el-Müzenî (ö.264/877) kıyas hakkında şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s)'in asrından günümüze kadar fakihler, din işlerindeki bütün hükümlerde kıyasları kullanmışlar, hakkın benzerinin hak, bâtılın benzerinin de bâtıl olduğunda ittifak (icmâ') etmişlerdir. Buna göre, kimsenin kıyası inkâr etmesi caiz olmaz; çünkü kıyas, olayları birbirine benzetme ve sonuç olarak ayni hükme bağlama metodudur" (Muhammed Ebû Zehra, Usûlü'l-Fikh, s.220).

    Kıyasın Delil (Huccet) Oluşu;

    Kıyas, temelde akıl ve mantık metodu olduğu halde, bazı hukukçuların çoğunluktan ayrı görüş öne sürdükleri görülür. İslâm hukukçularının kıyas hakkındaki görüşleri üçe ayrılır:

    a) Kıyasa büyük bir önem vererek onu huccet kabul edenler. Ebû Hanîfe (ö.150/767), imam Şafii (ö.204/ 819), imam Mâlik (ö.179/795) ve bunları izleyenler örnek verilebilir.

    b) Kıyası yetersiz görerek, ona ancak zorunlu hallerde başvuranlar. Buna, Ahmed b. Hanbel (ö.241/855) örnek gösterilebilir.

    c) Kıyası tamamen reddedenler. Zâhirîler ve Şiiler bu gruba girer.

    Ayet ve hadislerin sınırlı, hayat olaylarının ise sonsuz olduğu ve her olayın bir hükme bağlanması gerektiği gözönüne alınırsa, bu yeni meseleleri çözmek için kıyasa başvurmaktan başka bir çare olmadığı anlaşılır. Kıyas, bir delil kabul edilmediği takdirde bir çok yeni meseleyi çözmek mümkün olmaz. Nitekim Hz. Ömer, Kadı Ebû Musa el-Eş'arî'ye (ö.44/664) yazdığı ünlü mektubunda; "birbirine benzer şeyleri iyice tanı ve ona göre meseleleri kıyas et." (es-Serahsı, el-Mebsût, Kahire 1324-1331, XVI, 62, 63; İbn Kayyim, İ'lâmü'l Muvakkı'in, Delhî 1313-1314, I, 30) diyerek, kıyasın bir delil olduğunu ifade etmiştir. Ebû Hanîfe'nin üstadı, Hammad b. Ebı Süleyman'ın (ö 120/738) kendisinden fıkıh ilmi aldığı İbrahim en-Nehaî (ö.95/714); "Ben bir hadisi ezberliyorum, sonra da ona yüz şeyi kıyas ediyorum" (Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm Hukuku, İstanbul 1983, s.52) demiştir.

    Kıyası delil olarak kabul eden çoğunluk hukukçular Kur'ân ve Sünnete dayanır. Kur'ân'da şöyle buyurulur: "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan yöneticilere (ulü'l-emr) itaat edin. Eğer bu şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve Peygamber'e inanıyorsanız, onu Allah'a ve Peygamber'e havale edin" (en-Nisa, 4/59). Bir şeyi Allah'a ve Peygamber'e havale etmek, Kitap ve Sünnetin amaçlarını tam olarak bilmekle olur. Bu da Kur'an ve Sünnetin illetine dayanır ki, o da kıyastır. Kur'ân, birtakım hükümlerin illetine yer verir. Nitekim, kısas'ın hikmeti zikredilirken; "Kısasta sizin için hayat vardır" (el-Bakara, 2/179) buyurulmuştur. Hz. Peygamber'in, oğulluğu Zeyd bin Hârise'den boşanmış olan Zeyneb (r.anhâ) ile evlenişinin sebebi şöyle açıklanır: "Mademki, Zeyd, Zeyneb'le ilişiğini kesti, onu seninle evlendirdik ki, evlatlıkları eşleriyle ilgilerini kestiklerinde, onların bu esleriyle evlenmeleri hususunda mü'minlere bir zorluk olmasın" (el-Ahzâb, 33/37).

    Sünnet de hükümlerin illetine işaret etmiş ve bir kısım hükümlerin illetlerini açıklamıştır. Meselâ; başkasının evine izinsiz girmeyi yasaklayan âyette şöyle buyurulmuştur: "Ey iman edenler, kendi evlerinizden başka evlere, sahiplerine seslenip selâm vermeden girmeyiniz. Eğer düşünürseniz, bu sizin için daha iyidir" (en-Nûr, 24/28, 29). Hz. Peygamber burada, başkasının evine girerken izin istemenin illetini; "İzin ancak göz için emredilmiştir" hadisiyle açıklamıştır (Buhârî, Diyât, 23; Libâs, 75).

    Hükümlerde kıyasın sübûtu üzerinde ashab-ı kiramın ittifakı (icmâ') vardır. Meselâ; Hz. Ebû Bekr (ö. 13/634), miras konusunda, ölenin babası bulunmayınca, babanın babasını (dede), baba hükmünde saymıştır. Çünkü, dedede babalık anlamı vardır. İbn Abbas (ö.68/687) da dedeyi oğlun oğluna kıyas etmiştir (Ebû Zehra, a.g.e., 223, 224). Bazı sahabîler Ebû Bekr'e (r.a) bey'at ederken, namaz imamlığı ile Devlet başkanlığını (hilâfet, imâmet-i âmme) Kıyas ederek şöyle demişlerdi: "Peygamber (s.a.s) O'nu din işimizde imam tayin etmiştir. Öyleyse biz O'nu, dünya işimizde niçin imanı tanımayalım ?" (es-Serahsı, Usûl, Kahire 1372-1373, II, 131, 132; İbn Kayyim, İ'lâm, Kahire 1325, 1326, I, 253).

    Kıyası Kabul Etmeyenler ve Delilleri:

    Kıyası kabul edip etmemenin temelinde hükümlerin illeti problemi yatar. Kıyası kabul edenlere göre, şer'i hükümlerin illetleri, akıl ile kavranabilen anlamları ve bir kısım amaçları vardır. Bir illet ve amaçlar, hakkında nass bulunmayan konularda da gerçekleşirse, nass'ın hükmü bu benzer meselede de sabit olur. Kıyası tanımayanlara göre Kıyas, İslâmî bir huccet değildir; nass'ların illetleri bilinemeyeceği için, hüküm onların dışındaki konuları kapsamına almaz.

    Rey ictihadını, Kıyası, sahabe ve tâbiûn fetvâlarını hüküm kaynağı olarak kabul etmeyenlerin başında zâhirîler gelir. Bunların önemli temsilcileri İbrahim en-Nazzânî (ö. 231/845), Mu'tezile'den Ca'fer b. Harb (ö.236/850), Ca'fer b. Mübeş-Şîr (ö.234/848), Muhammed b. Abdillah el-İskâfî (ö.240/854) ile ehl-i sünnetten Dâvud b. Alî ez-Zâhiri (ö.270/883) dir.

    Üçüncü hicrî asırda doğuda Hanbelî mezhebinin yerini tutmuş bulunan Zâhiriye mezhebi daha sonra Endülüs'e intikal etmiştir. Buradaki temsilcileri Münzir b. Saîd el-Bellûtî (ö.355/966), oğlu Saîd b. Münzir (ö.403/1012), İbn Hazm'ın hocası Mes'ûd b. Süleyman (ö. 420/1029) ve ibn Hazm (ö. 456/1063) dır (Şah Veliyyullah, Huccetullah, Mısır 1966, I, 319, 340, II, 62; Ebû Zehra, İbn Alazm, Kahire, t.y., s.267-274).

    Zâhirîlerin hüküm kaynakları şunlardır: Âyet ve hadisin nass'ı, Hz. Peygamber'den sahih olarak bize gelmiş fiil ve ikrar, hakkında hiç bir ihtilaf bulunmadığı kesin olarak bilinen icmâ ile bu nass veya icmâa dönen delil (İbn Hazm, el-İhkâm, Nşr., Ahmed Muhammed Şakir, Mısır, t.y., s.931).

    Kıyası reddedenlerin dayandığı deliller:

    a) Âyet ve hadislerin nass'ları, hâdiselerin hükümlerini farz, sünnet, mendub, haram, helal veya mübah olarak belirlemiştir. Farz, sünnet, haram veya mekruh kılınmayan her şey mübahtır (bk. el-Bakara, 2/29; el-Mâide, 5/101). Bu yüzden Kıyas ve reye dinde yer yoktur.

    b) Şu âyetleri de delil getirirler: "Ey iman edenler, Allah ve O'nun elçisinin önüne geçmeyin..." (el-Hucurât, 49/1). "Allâh'ın indirdiği ile aralarında hükmet" (el-Mâide, 5/49). "Biz, Kitap'ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık " (el-En'âm, 6/38). "Her şeyi açıklamak için sana Kitab'ı indirdik" (en-Nahl, 16/89)."Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyin ardına düşme" (el-isrâ, 17/36) (es-Serahsî, Usûl, Beyrut ty., II, 119 vd.).

    Bu âyetler dikkatlice incelendiğinde, Kıyas'ın aleyhine bir sonuca varılamaz. Çünkü ilk âyette yasaklanan husus, Allah'a ve Peygamberine itaatsizliktir. İkinci âyette, Allâh'ın indirdiği Kitap ile hükmedilmesi istenmektedir. Kur'ân'da açıklanmamış olan meselelerin ictihad yoluyla çözümlenmesi gerekir ki, kıyas da bu yollardan birisidir. Üçüncü âyette "Kitap"tan maksat ilâhı ilimdir. Diğer yandan Kur'ân'ın her şeyi açıklamak için indirilişi, genel ve küllî prensipler koymak içindir. Hakkında bilgi sahibi olmadığımız sevin ardıma düşmeyi yasaklayan son âyet ise inançla ilgilidir (Yunus, 10/209; el-Hucurât, 49/12). Çünkü, amelî konularda gâlib zanla hüküm verilebilir. Şer'î nass'lardan çoğunun delâleti zannî olup, bunlardan çıkarılan hükümler ictihada dayanmaktadır Abdulvehhab Hallâf, Mesadir, Kuveyt 1970, s.35 vd.).

    c) Sünnet; Hz. Peygamber'in böyle dediği nakledilmiştir: "Bu ümmet bir süre Allah'ın Kitabı ile amel eder, bir süre O'nun elçisinin sünnetiyle, bir süre de rey ile amel eder. Rey ile amel ettiği zaman onlar hem kendileri sapar, hem de başkalarını sapıtırlar" (Suyûtî, el-Câmiu's-Sağîr, Feyzu'l-Kadir ile birlikte, Mısır 1938, III, 256).

    Bu hadis, kıyası reddetmek için yeterli değildir. Çünkü, İbnü's-Sübkî (ö.771/1369), hadîsin bazı râvilerinin, İbn Maîn tarafından tekzib edildiğini ileri sürerek, bu hadisin delil olamayacağını söylemiştir (Hallâf, a.g.e., s.38). Ebû Zür'a da (ö.282/895), bu hadisin zayıf olduğunu ileri sürmüştür (el-Münâvî, Feyzü'l-Kadir, Mısır 1938, III, 256).

    d) Hz. Ömer'in; "Kıyas'tan sakınınız" (Dârimî, Sünen, Dımaşk 1349, I, 66) sözünü, O'nun kadılarını ictihad ve kıyasla hüküm vermeye teşvik etmesi karşısında, amaca uygun bir şekilde anlamak gerekir. Nitekim yine Ömer (r.a) bu sözünü böyle açıklamıştır: "Rey sahiplerinden sakınınız, çünkü onlar dinin düşmanlarıdır Hadisleri öğrenip ezberlemekten âciz kaldıkları için rey ile söz söylerler ve böylece hem kendileri saparlar, hem de başkalarını saptırırlar" (es-Serahsî, a.g.e., II, 121). Bu duruma göre Hz. Ömer, Alî ve İbn Abbas gibi sahabelerden rivâyet edilen kıyas aleyhindeki sözleri, meselelerin hükümlerini Kitap ve Sünnet'te araştırmaksızın yapılan kişisel görüş ve kıyaslarla ilgili olarak değerlendirmek gerekir. Çünkü rey ve kıyasa çokça başvuruları lrak ekolünün oluşmasında büyük etkisi olan Abdullah b. Mes'ud (ö.32/652), Hz. Ömer (ö.23/643) ve Hz. Alî b. Ebî Tâlib (ö.40/660) kıyas ehli idiler. Diğer yandan Irak yöresine ilim yayan İbn Mes'ud'un, hemen hemen hiçbir meselede Hz. Ömer'e muhalefet etmediği nakledilir (İbn Kayyim, İ'lam, I, 16, 17, 20, 21).

    Sonuç olarak, kıyası tanımayan zâhirîler, nass'ların illetini dikkate almadıkları için çeşitli hükümlerde çelişkilere düşmüşlerdir. Sözgelimi onlar, nass bulunduğu için insan idrarının pis olduğunu; domuz bevlinin ise, hakkında nass bulunmadığı için temiz olduğunu, yine aynı sebeple köpeğin salyasının pis ve bevilinin temiz olduğunu kabul etmişlerdir. Eğer onlar nass'ların metni yanında, ruhu üzerinde de düşünselerdi bu çeşit çelişkilere düşmezlerdi (kbû Zehra, a.g.e., s.227).

    Kıyasın Rükünleri:

    Kıyas; hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet dolayısıyla, hakkında nass bulunan meselenin hükmüne bağlamak, şeklinde tarif edilince, buradan dört rukün ortaya çıkmaktadır. Asl, fer', hüküm ve illet.

    a) Asl (el-asl): Fer'in kıyas edildiği hükmün dayandığı delile, başka bir deyimle, hakkında doğrudan hüküm bulunan konuya "asl" denir. Bu asl; nass (âyet-hadis) veya icmâ olmaktadır. Çünkü icmâ'ın senedi, yani hukukî dayanağı da genel olarak nass'tır. Meselâ; âkıl, bâliğ ve reşîd bir kızın kendi malı üzerinde tam velâyet hakkına sahip olduğu icmâ ile sabittir. Buna kıyas yapılarak, böyle bir kız, evlenme konusunda da serbest olup, rızası dışında zorla evlendirilemez (Ebû Zehra, a.g.e., s.228-229). Kıyasla sabit olan bir hükmün, yeni bir kıyas için ası olup olamayacağı İslâm hukukçuları arasında tartışılmıştır. Çoğunluğa göre; kıyas, başka bir kıyas için asl olamaz. Çünkü, ikinci kıyasın illeti ile, birinci kıyasın illeti aynı ise, kıyas ilk asl'a dayalı olarak yapılmış sayılır. İlletler farklı ise, ikinci kıyas geçersiz olur.

    Mâlikîlere göre ise, kıyas üzerine kıyas geçerlidir. Mâlikî hukukçu Hafîd ibn Rüşd (ö.520/1126) bu konuda şöyle der: "Fer', hükmü bilinince asl olur ve ondan elde edilen başka bir illet dolayısıyla yeni bir mesele ona kıyas yapılabilir. İkinciye, hükmü sabit oluncaya kadar "fer"' adı verilir. Bu ikinci meselenin de hükmü sâbit olunca, ortak illet göz önüne alınarak, başka bir mesele de buna kıyas yapılabilir. Kısaca; Kitap, Sünnet ve İcmâ' delillerinden birisine kıyas mümkün olmazsa, bunlara dayanan kıyas üzerine de kıyas yapılabilir. Bu konuda İmam Mâlik (ö.179/795) ve arkadaşları görüş birliği içindedir" (Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Kahire, ty, s.220-221).

    b) Fer': Bu, asl'a kıyas yapılarak hükmü belirlemek istenen meseledir. Fer'in kıyas konusu olabilmesi için iki şart vardır:

    1) Fer'in hükmünün nass veya icmâ ile belirtilmiş olmaması gerekir. Çünkü hakkında nass bulunan bir konuda kıyasa ihtiyaç kalmaz. Ancak bazı Hanefî ve Mâlikî hukukçuların, âhâd haber (tek ravinin naklettiği hadis) ve zannî delillerden ibaret nass'lar bulunduğu halde kıyasa başvurdukları olmuştur. Bu, aslında âhâd haberi zayıf sayma veya kıyas yaparken zannî delili tahsis etme esasına dayanır.

    2) Asıl hükmün illeti ile fer'in illetinin ortak olması gerekir. Meselâ; şarabın yasaklanma illeti sarhoş etme özelliği olunca, sarhoş edici her içkinin şarap hükmünde sayılması kıyasa dayanır. Eğer bir şey sarhoş edici özelliğe sahip olmadığı halde, kişinin bünyesinden kaynaklanan bir sebepten dolayı aklın gitmesine sebep oluyorsa, o şeyin kullanılması haram olmaz. Çünkü illette ortaklık yoktur. Şeker hastasına bazı gıdaların zarar vermesi hatta onu komaya sokması buna örnek verilebilir. Burada, genelleme yoluna gidilmeksizin, yalnız bu kimseye mahsus yasaklama olabilir.

    c) Hüküm: Hakkında nass veya icmâ bulunan şeydir. Bunun kıyas yoluyla asl'dan fer'a geçmesi için iki şartın bulunması gerekir.

    1) Hüküm, şer'i ve ameli olmalıdır. Kıyas, yalnız ameli hükümlerde olur. Çünkü fıkhın genel olarak konusu bu hükümlerdir.

    2) Hükmün anlamının akıl ile kavranabilir nitelikte olması gerekir. Yani onun meşru oluş sebebini akıl kavramalı veya âyet ya da hadis bu sebebe işaret etmiş bulunmalıdır. Meselâ; içki, kumar, murdar hayvan eti, hırsızlık gibi yasakların hikmetini akıl kavrar. Fakat teyemmüm, namazın rek'atlerinin sayısı veya namazın kılınma iekli gibi illeti akılla bilinemeyen hükümlerde kıyas söz konusu olmaz.

    Buna göre İslâm hukukçuları hükümleri; taabbûdî ve manası akıl ile kavranabilen hükümler olmak üzere ikiye ayırmışlardır. Meselâ; hacla ilgili ibadetler taabbûdî olup, bunların illetini bilme imkânı bulunmaz. Şüphesiz bunların hikmet ve faydaları vardır. Mânası akılla kavranabilen hükümlerde ise illetleri insan aklı kavrar ve bunlarda kıyas cereyan eder.

    Ebû Hanife'ye göre dini nasslardaki hükümlerin hepsinin anlamı akılca kavranabilir ve illetleri anlaşılabilir, ancak taabbudi olduğuna dair delil bulunanlar bundan müstesnadır (Zehra, a.g.e., s.233, 234).

    d) İllet: Sözlükte; mevcut durumu değiştiren şeye "illet" denir. Hastalığa da illet denmiştir, çünkü, kişi bedeninde değişiklik meydana gelmiştir. Bir hukuk terimi olarak illet, mevcut durum ve hükmü değiştirmeye, mübah olan bir şeyi yasaklamaya veya yasak olan bir şeyi mübah kılmaya sebep olan şeydir. İllet aynı zamanda âyet ve hadislerin mânâ ve gayesidir. Fıkıh usûlünde şer'i illetlere "kıyas", "delil' ve "nazar" adı da verilir.

    İlletle, sebep ve hikmet birbirinden farklı terimlerdir. Bir hükmün illeti o hükmün bağlı olduğu ve kendisine bina edildiği şeydir. Hükmün bağlı olduğu şey akıl ile kavranabiliyorsa buna illet, akıl tarafından kavranamıyorsa buna da sebep adı verilir. Meselâ; vaktin girmesi, namazın farz olması için bir sebeptir, illet değildir. Çünkü namazın niçin o vakitte farz kılınmış olduğunu akıl anlayamaz. Bu duruma göre her illet sebep olabilir, fakat her sebep illet olamaz. Şâfiîlerin çoğu sebebe dayanarak kıyas yapılabileceğini söylerken, Hanefi ve Mâlikîler kıyasın yalnız ortak illete dayanarak yapılabileceği görüşünü benimserler. Tercih edilen görüş de budur (el-Âmidî, el-İhkâm, Mısır 1914, IV, 86; İbn Hâcib, el-Muhtasar, İstanbul, 1307-1310, IV, 417; A. Hallaf, Masâdir, Küveyt, 1970, s.50).

    Hikmet; şer'i bir hükmün meşrû kılınışında gözetilmiş olan maslahattır. Hikmetle illet farklı terimlerdir. Meselâ; Ramazanda hasta veya yolcu olan kimseye oruç tutmama ruhsatı verilmiştir. Bu ruhsatın hikmeti güçlüğü kaldırmak, illeti ise yolculuk veya hastalıktır. Bu yüzden yolculuk veya hastalık hali bulununca, oruç tutmak güçlük meydana getirmese bile, kişi bu ruhsattan yararlanabilir (bk. el-Bakara, 2/183-184). Yine bir gayri menkulde, ortak veya bitişik komşulara tanınan "şüf'a hakkı (ön alım hakkı)"nın hikmeti, onları zarara uğratmamak, illeti ise, ortaklık veya bitişik komşu bulunmaktır (bk. Ali Şafak, Hadislerde ve Mukayeseli Hukukta şüf'a Hakkı, Erzincan 1981). Usulcülerin çoğu kıyasta illeti esas alırken, bazı Mâlikîler ve Hanbelî usulcülerin çoğu, özellikle İbn Teymiyye (ö.728/1327) ve öğrencisi İbn Kayyim el-Cevziyye (ö.751/1350) illet yerine hikmeti (uygun vasıf) esas almışlardır. Bu görüşü benimseyen Hanbelîlere göre, birbirine benzeyen meseleler arasındaki asıl bağ, şer'î hikmettir (Ebu Zehra, İbn Hanbel, Kahire 1367, s.277, 278).

    İlletin şartlarına gelince beş tanedir.

    1) Açık bir vasıf olmak. İllet, bir şeyi sabit kılmak için elverişli olmalıdır. Meselâ; bir çocuğun nesebinin sabit olması için illet, nikâh akdinin bulunması veya nesebin ikrarıdır. Yine küçük yaşta bulunma (sığâr), mal üzerinde başkasının velâyet hakkının illetidir. Bu açık vasıf, küçüğün evlenme konusunda da, velâyet altında olduğunu isbata elverişli bir illettir.

    Eğer illet gizli bir şey ise, ona delâlet eden açık bir beyin bulunması gerekir. Meselâ; akitler karşılıklı rızaya dayanan borçlandırıcı fiillerin esasını teşkil eder. Âyette şöyle buyurulur: "Karşılıklı rızanıza dayanan bir ticaretle birbirinizin mallarını yemeniz müstesnadır" (en-Nisâ, 4/29). Rıza gizli bir şey olduğu için bunun akit sırasında sözlü veya yazın olarak ifade edilmesi, şahit gerektiren durumlarda bunun da eklenmesi gerekir (bk. el-Bakara, 2/282).

    2) İllet sabit olmalı, şahıs, belde ve çevreye göre değişmemelidir. Meselâ; şuf'a hakkına sahip olabilmek için ortaklık veya komşuluk illet olarak aranır. Şüf'a hakkına sahip olmanın hikmeti olan "zararı önleme" ise yeni müşterinin durumuna göre değişebilir. Bu yüzden, yeni müşterinin zararsız bir kimse olduğu ileri sürülerek şüf'a hakkı düşürülemez. Yine bazı yolculuklarda güçlük bulunmadığı öne sürülerek, seferilik ruhsatları kaldırılamaz.

    3) İlletle hüküm arasında uygun bir bağlantı bulunmalıdır. Meselâ; sarhoş edicilik, şarabın haram kılınışına uygun bir vasıftır. Yine, mirasçının bir an önce mirasa konmak için mûrisini öldürmesini engellemek için, bu fiili işleyen katili mirastan mahrum etmek uygun bir illettir.

    4) İlletin sirayet edici nitelikte olması gerekir. Yani illet, ait olduğu hükme ait kalmamalıdır. Sözgelimi; yolculuk orucun tutulmayıp kazaya bırakılabilmesi için, oruca mahsus bir illettir. Buna kıyas yapılarak yolcunun namazını da kazaya bırakabileceği sonucuna varılamaz. Çünkü yolcunun namazını kısaltarak kılabileceği konusunda başka nass'lar vardır (bk. en Nisâ, 4/101; Buhârî, Salât, 1; Müslim, Müsâfirîn, 1; Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 45).

    5) Vasfın geçersiz olduğunu gösteren bir delil bulunmamalıdır. Bu da illetin tamamen nasslara aykırı olmasıyla ortaya çıkar. Meselâ; Endülüslü bir fakihin, Halîfe için oruç keffâreti olarak, köle azadı yerine altmış gün oruç tutması gerektiğini söylerken ileri sürdüğü sebep geçerli değildir. Çünkü hadiste (Buharı, Savm, 30) ilk sırada köle azadı zikredildiği için, gücü yetenin bununla yükümlü tutulması asıldır (A. Hallâf, a.g.e., s.50, 51, 52; M.Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, Kahire tş, s.239-241).

    Hükümlere esas teşkil eden illetlerin, aşağıdaki üç yolla elde edildiği tesbit edilmiştir: illetler; nasslar, icmâ ve ser'î hükümlerin tamamı göz önüne alınarak belirlenir.

    1) Nass ile sabit olan illete, içkinin sarhoş etme (iskâr) özelliği örnek verilebilir. Bu, Kur'ân ve Sünnet'le sabittir. Kur'an'da; "Ey iman edenler sarhoş iken namaza yaklaşmayın" (en-Nisâ, 4/43) buyurulur. Bu âyet, şarap yasağından önce indirilmiş olup, sarhoşluğun namazla bağdaşmayacağını belirtir. Bu, daha sonraki yasağın illetine bir işarettir. Şarap yasağının illetinin sarhoş etme özelliği olduğu şu hadiste ifade edilir. "Sarhoşluk veren her şey hamr'dır ve her hamr da haramdır" (Müslim, Eşribe, 75). Evlere girerken izin istenmesinin illeti de bir hadiste şöyle belirtilmiştir: "izin ancak göz için emredilmiştir" (Buhârı, Diyat, 23, Libâs, 75).

    2) İcmâ ile sâbit olan illete şunlar örnek verilebilir: Oğlunun malı ve şahsı üzerinde, babanın velâyet hakkına sahip olduğu icmâ ile sâbittir ve bunun illeti babalıktır. Çoğunluk İslâm hukukçularına göre dede de buna kıyas yapılarak küçük torunu üzerinde velâyet hakkına sahip görülmüştür. Yine, anne tarafından olan hısımlığı yüzünden, ana-baba bir kardeş mirasta, baba bir kardeşe takdim edilir. Buna kıyas yapılarak öz amcanın oğlu, baba bir kardeşin oğluna tercih edilir (M. Ebû Zehra, a.g.e., s.244, 245).

    3) İlleti açıklayan bir âyet, hadis veya icmâ bulunmazsa, bu, ictihad yoluyla belirlenir. Meselâ; bir bedevî gelip, Hz. Peygamber'e, Ramazan orucu tutmakta iken karısıyla cinsel ilişkide bulunduğunu söylemiş; O da, bunun için; a) Bir köle azat etmesini, b)Buna imkân bulamazsa ardı ardına iki ay oruç tutmasını, c) Buna da gücü yetmezse, altmış yoksulu doyurmasını emretmiştir (Buharî, Savm, 30) Burada yasağın illeti açık değildir. Bu illet; adamın karısıyla Ramazan günü cinsel ilişkide bulunması mıdır? Yoksa, yalnız orucu bozması mıdır? Burada kendi eşiyle cinsel ilişkide bulunması aslında haram değildir, ancak onun bu fiili için bir ceza öngörülmüştür. Çünkü bu fiil, Ramazan orucuna karşı bir saygısızlık teşkil etmektedir. O halde orucu bozan her fiil, yukarıdaki fiile eşittir. Buna kıyas yapılarak, Ramazanda orucu kasten bozmaya sebep olan her davranış için keffâret gerektiği sonucuna varılmıştır.

    Kıyasın Kısımları.

    Kıyas kuvvet bakımından ikiye ayrılır:

    1) Celî (açık) kıyas: Burada illet, fer'ide asıldakinden daha kuvvetli ve açık olup, asl ile fer' arasındaki fark kaldırılmış bulunur. Meselâ; Kur'ân'da ceza bakımından zina eden câriyeye, zina eden hür kadına verilen cezanın yarısı takdir edilmiştir. Bu da elli değnek vurmaktan ibarettir (bk. en-Nisâ, 4/25; en-Nûr, 24/2). Buna kıyas yapılarak zina eden köleye de elli değnek ceza takdir edilmiş olup, bunlar arasındaki cinsiyet ayrılığına itibar edilmemiştir. Buna "kıyas-ı evlâ"da denir. Meselâ; Kur'ân'da ana-babaya öf bile demek yasaklanmıştır (el-İsrâ, 17/22). Buna kıyas yapılarak ana ve babayı dövmek öncelikle yasaklanmış demektir.

    2) Hafî (gizli) kıyas: Burada asl ile fer' arasındaki farkın kaldırıldığı zannî olarak bilinir. Meselâ; demir cinsinden bir şeyle kasten adam öldürmenin cezası kısastır (bk. el-Bakara, 2/178, 179; el-Mâide, 5/45). Katı bir cisimle kasten adam öldürmenin cezası da buna kıyas edilmiştir. Hanefiler hafi kıyasa "istihsan" adını vermişlerdir.

    Kıyas ve Nasslar:

    İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre, illet, aynı durumda bulunan bütün meselelere sirâyet edeceğinden, kıyas genel ve kapsamlı olup bazı nasslarla çatışabilir. Bu konuda üç görüş vardır:

    1) Nass bulunan konuda, kesinlikle kıyasa yer yoktur. İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel bu görüştedir.

    2) Kıyas, kat'î (kesin) delillerle çatışmaz; ancak zannî delillerle çatışabilir. Hanefi ve Mâlikîlerin görüşü budur.

    3) Şer'î nass'a aykırı, bir kıyas bulunamaz. Şer'î nasslarla çatışan kıyaslar fâsittir. Bu görüş de, İbn Teymiyye (ö.728/1327) ve öğrencisi İbn Kayyim el-Cevziyye'ye (ö.751/1350) aittir.

    Hanefîlere göre, kıyas zannî; bir delildir. Bu yüzden kıyasla, kat'î bir delil olan âmm (genel) lafızlar tahsis edilmez. Ancak âmm, şer'î bir delil ile bir defa tahsis edilmişse, artık delâlet bakımından zannî delil sayılacağından, ikinci olarak kıyas ile de tahsis edilebilir. Meselâ; "...Bunlardan başkası size helal kılındı." (en-Nisâ, 4/24) âyeti, Hz. Peygamber'in ittifakla kabul edilen "Bir kadın, erkek kardeşinin kızı ve kız kardeşinin kızı üzerine nikâh edilmez" (Buhârî, Nikâh, 27: Müslim, Nikâh, 37, 39) hadisi ile tahsis edilmiştir. Böylece tahsis edilmiş olan bu âyet, zannı bir delil ile tekrar tahsisi kabul edebilir (Ebû Zehra, a.g.e., s.254, 255).

    Kıyasın Haber-i Âhadla Çatışması:

    İslâm hukukçularının çoğunluğu kıyasla, âhâd haber çatıştığı takdirde, ahad haberi tercih ederler. Ebû Hanîfe, unutarak yiyip içen kimsenin orucu bozulmaz, derken böyle bir habere dayanır ve "haber olmasaydı kıyas ile hükmederdik" der. Yine o, namazda kahkaha ile gülen kimsenin abdesti de bozulur, derken, böyle bir fiilin abdesti değil, yalnız namazı bozmasını gerektiren kıyası terketmiştir.

    Hanefilere göre, bir sahabenin fetvâ ve sözü bile kıyasa tercih edilebilir. Çünkü O'nun, bu fetvâ veya sözü, bizzat Hz. Peygamberden işitmiş olması da muhtemeldir (ibn Kayyim, İ'lâm, I, 11; eş-Şâtibî, el-Muvâfakât, III, 17; Ebu Zehra, a.g.e., s. 256 vd.).
#26.09.2005 02:13 0 0 0
  • İCTİHAD

    Güç, takat ve çaba. Bir şeyi elde etmek için olanca gücünü sarfetmek anlamında hakîkî; kıyas vb. yollarla hüküm çıkarmak anlamında ise mecazîdir (Zebîdi, Tâcu'l-Arûs, Mısır 1307, II, 329).

    Bu kelime Kur'an-ı Kerîm'de zikredilmemiş, hadis-i şeriflerde ise her iki anlamda kullanılmıştır. Hz. Peygamber, düzgün namaz kılmayan bir sahâbiye "namazını yeniden kıl, çünkü sen namaz kılmadın" demiş ve bu hal üç defa tekrar edilmiştir. Üçüncüde namaz kılan "bana doğrusunu öğret, vallahi ben elimden geleni yaptım" derken "ictehedtü" ifadesini kullanmıştır (İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, Haydarâbâd, 1966, I, 156). Şu hadislerde mecazî anlamında kullanılmıştır: "Hâkim hükmedip, ictihadda bulunur ve isâbet ederse ona iki ecir vardır" (Buhârî, el-İ'tisâm, 21; Müslim, Akdiye, 15; Ahmed b. Hanbel, III, 187). Allah Rasûlü, Muaz b. Cebel'i Yemen'e yönetici olarak gönderirken"Kitap ve sünnette hüküm bulamazsan ne ile hükmedersin" sorusuna Muaz "Reyimle ictihad ederim" diye cevap vermiştir (Tirmizî, III, s. 616: Ahmed b. Hanbel, V, 230; Şafii, el-Ümm, VII, 273).

    Bir terim olarak ictihad en eski fıkıh usûlü kaynağı oları Şâfiî (ö. 204/819)'nin er-Risâlesi'nde şöyle tarif edilmiştir: "Her hâdise hakkında ya ona ait bir hüküm veya hak oları hükmün yolunu gösteren bir delâlet vardır. Hâdisenin açık hükmü varsa ona uymak gereklidir. Eğer muayyen bir hüküm yoksa, hâdisenin hak oları hükmüne götüren yolun delili ictihad ile aranır; İctihad ise kıyastan ibarettir" (Şafii, er-Risâle, thk. Ahmed M. Şakir, Mısır 1940, s. 477).

    En eski fıkıh usulü kaynağında yer alan bu tarif yeterli değildir. Çünkü ictihad, kıyas yoluyla olabileceği gibi, ayet ve hadislerde hâkim bulunan genel prensiplerden, kelime ve cümlelerin çeşitli delâlet ve inceliklerinden kıyas dışında kalan diğer istidlal yollarından hüküm çıkarmak tarzında da olabilir. Bu duruma göre kıyas her zaman ictihada muhtaçtır, fakat ictihadın tek yolu kıyas değildir (Gazzalî, el-Mustasfâ, Mısır 1324, II, 229). Kıyas; hakkında ayet-hadis bulunmayan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illet dolayısıyla, hakkında ayet-hadis bulunan meselenin hükmüne bağlamaktır (Şâfiî, el-Ümm, Mısır 1329, VII, 85; Şevkânî, İrşâdü'l Fuhûl, Mısır 1937, s. 197).

    Ayet ve hadislerden amelî (pratik) hükümleri çıkarma gücüne sahip oları fâkih'e "müctehid" denir. ictihad ya şer'i delillerden hüküm çıkarma tarzında olur, ya da çıkarılan bu hükümlerin toplum hayatına uygulanmasıyla ilgili bulunur. Birinci kısma giren ictihad; şer'î kaynaklardan hüküm çıkaran müctehidlere mahsustur. Sahâbe, Tâbiûn, Tebe-i tabiîn ve mezhep imamları devrinde bu çeşit ictihadlarla İslâm hukuku sistemleştirilmiştir. Ancak üçüncü hicrî yüzyıldan sonra giderek ictihad yapanlar azalmış ve şartlarının ağırlığı sebebiyle bu kapının kapandığı kanaati uyanmıştır. Hanbelî, Zâhirî ve Şiî mezheplerinde, ictihad kapısı sürekli açık telakki edilmiştir. İkinci kısına giren ictihada gelince; hükümlerin toplum hayatına uygulanması bu tür ictihadda sürekliliği gerekli kılmıştır. İslâm hukukunun yürüyen ve yaşayan hayata intibakını sağlamak, gelişen toplum hayatının yeni problemlerini çözmek için her devirde bu yola başvurulmuştur. Bunu yapanlara "tahrîc âlimleri" denilir. Bunlar, çıkarılmış hükümlerin illetlerini belirleyip yeni, benzer cüz'î meselelere uygularlar. Bu, hükümleri uygulama çalışması olup, böylece ilk müctehidlerin, üzerinde görüş beyan etmedikleri bir kısım meselelerin hükümleri de anlaşılmış olur (Muhammed Ebû Zehra, Usulü'l-Fıkh, Kahire, t.y., s. 379).

    İslâm hukukunda, şer'î hükümler kesin delillere yani açık ayet ve hadislere veya icmaa dayanıyorsa ictihada yer verilmez. Mecelle'nin 14. maddesinde "mevrid-i nass'da ictihada mesağ yoktur, yani ayet-hadis oları yerde ictihad yoluna gitmek caiz değildir" denilmiştir. Ancak nass'ların sübûtu ve delâleti kat'i olur veya bir konuda icma bulunursa ihtilafa mahal kalmaz. Eğer nassların sübûtu veya delâleti zannî olup kesinlik ifade etmiyorsa veya bir nasstan bir kaç hüküm çıkarmak mümkün oluyorsa ictihada başvurmak gerekir. Diğer yandan ictihad, en çok hakkında nass bulunmayan olayların hükümlerini belirlemek için yapılır (Abdülvahhâb Hallâf, Masâdiru't-Teşriî'l-İslâmî, s.10). Devamlı farklılaşan toplum hayatında yeni meselelerin zuhûru tabiîdir. Çözüm bekleyen problemlere eğilmek gerekir. Ayrıca bir takım amelî hükümlerin örf-âdet, istihsan, maslahat gibi... tali derecedeki delillere dayandığı düşünülürse problemin ağırlığı daha iyi anlaşılır.

    Ancak ictihad yapacak kimsede bir takım şartların bulunması gerekir. Aşağıda vereceğimiz bu şartları taşıyanlara "müctehid" denir. Bu esaslar fıkıh usûlünün tedvini ile birlikte ilk olarak müctehid imamlar devrinde tesbit edilmiştir.

    Müctehidde bulunması gereken şartlar:

    1) Arapçayı bilmek:

    Fıkıh usûlü bilginleri bu noktada ittifak etmişlerdir. Çünkü Kur'an-ı Kerîm ve sünnet arap dili ile ifade edilmiştir. Âyet ve hadislerdeki kelimeleri ve hitabı anlayacak kadar sarf ve nahiv bilgisiyle Arapçayı bilmek gerekir (Gazzâlî, a.g.e, II, 350-353). Ebû İshak eş-Şâtibî'ye (ö. 790/1388) göre ictihad; nass'lardan hüküm çıkarma ile ilgili ise şarttır. Fakat maslahatlar ve mefsedetler nev'inden bir mânâ ve illete bağlı ise Arapça şart değildir. Kıyas ictihadlarının çoğu bu kabildendir (eş-Şâtibî, el-Muvâfakât, Mısır (t y), IV, 162-165).

    2) Kur'an ilmine sahip olmak:

    Kur'an-ı Kerîm'in hepsini bilmek şart olmayıp, beşyüz kadar oları hüküm ayetlerinin inceliklerini bilmek yeterlidir. Bu ayetlerin; âmm (genel anlam), hâs (özel anlam), mutlak mukayyed, nâsih-mensûh ve sünnetle ilgili durumlarını bilmek gerekir. Kur'an'ı ezbere bilmek gerekmez, ihtiyaç duyuları ayetlerin yerini bulabilecek durumda olmak yeterlidir (Gazzâlî, a.g.e, II, 350-353). Ebû Bekir el-Cassâs (ö.370/980) ile İbnü'l-Arabî (ö. 543/1148) gibi bilginler "Ahkâmü'l-Kur'an" adlı eserlerinde hüküm âyetlerini açıklamaya çalışmışlardır. es-Sâbûnî'nin "Tefsîru Âyâti'l Ahkâm" isimli eseri de hüküm ayetleri hakkında söylenenleri özlü bir şekilde açıklamıştır.

    3) Sünneti bilmek:

    Bu şart üzerinde de ittifak vardır. Hüküm hadislerini bilmek yeterli olup, mev'ıza, ahiret hükümleri vb. hadisleri bilmek şar. değildir. Ancak hadislerin âmm-hâs, mutlak mukayyed, nâsih-mensûh gibi durumlarını, rivâyet yollarını, râvilerin derece ve hallerini, adâlet ve zabt gibi vasıflarını bilmek gerekir.

    Hadisleri ezbere bilmek şart olmayıp, ihtiyaç duyulan hadisleri yerinde bulabilecek durumda olmak yeterlidir (M. Ebû Zehrâ, a.g.e, s. 382, 383).

    4) Üzerinde icma veya görüş ayrılığı olan konuları bilmek:

    Üzerinde ittifak (icma) edilen konuları bilmek yanında, Sahâbî ve onlardan sonra gelen müctehidlerin ihtilafa düştükleri konuları bilmek gerekir (Şafiî, er-Risâle. s.510). Ancak bütün icma yerlerini ezberlemek şart değildir. Araştırma konusu yapıları mesele hakkında icma veya ihtilaf bulunup bulunmadığını bilmek yeterlidir (Ebû Zehrâ, a.g.e, s. 383 vd.). Müctehidlerin ittifak ve ihtilaf ettikleri meseleleri, ihtilaf sebeplerini açıklayan eserler meydana getirilmiştir. Eş-Şîrâzî (ö. 476/1083)'nin el-Mühezzeb, ibn Kudame (ö. 620/1223)'nin el-Muğni, İbn Hazm (ö. 456/1063)'ın el-Muhallâ, Hafîd, İbn Rüşd (ö. 595/1199)'ün Bidâyetü'l Müctehid ve Nihâyetü'l-Muktesid adlı eserler bunlar arasında zikredilebilir.

    5) Kıyası bilmek:

    İctihad, bütün yönleriyle kıyası bilmeyi gerektirir. Hatta İmam Şafii'ye göre "ictihad kıyastan ibarettir" (Şâfii, a.g.e, s. 383 vd.). Kıyasın metodunu bilmek, nasslardan hüküm çıkarma esaslarını öğrenme ve ictihad yapılacak konuya en yakın olan nass'ı seçme imkânını sağlar. Kıyası bilmek, şu üç şeyi bilmeyi gerektirir:

    a) Kıyasın dayanacağı asil hükmü bilmek; bu dayanağın ayet, hadis veya icma olması, bunlarla ilgili gerekli bilgilere sahip olunması lazımdır.

    b) Kıyâs kâide ve prensiplerini bilmek: Meselâ, belirli ve özel bir durumu ifade ettiği sabit olan bir nass (ayet-hadis) üzerine kıyas yapılamaz. Hz. Peygamber'in dörtten fazla olan eş sayısına kıyas yapılarak hüküm çıkarılamaması gibi. Çünkü bu müsâade yalnız O'na âittir.

    c) Önceki müctehidlerin kıyas metotlarını bilmek. Çünkü bu sayısız hükümlerin açıklanmasına götüren bir yoldur (İsnevî, şerhu Minhâci'l-Usûl, İbn Emir'in Takriri kenarında, Mısır 1316, III, 310).

    6) Hükümlerin amaçlarını bilmek: İslâmî hükümlerin amaçları, belli bir nass'ların değil; bütün nass'ların toplamından anlaşılabilir. Böylece, cüz'î bir meseledeki maksadı anlamak, küllî hükümleri ortaya koyan nass'ları anlamaya bağlıdır. İslâmî hükümlerin asıl amacı insanlar için rahmet olmaktır. Âyette "biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik" buyurulur (el-Enbiyâ, 21/107). İslâm'da güç ve sıkıntının giderilmesi, zorluğun değil, kolaylığın tercih edilmesi bu rahmetin bir gereğidir.

    Şâtibî şöyle der: "İnsan, Allah ve Resulunün amaçlarını bütün meselelerde anlayacak bir dereceye gelirse, o, ilim öğretme, fetvâ verme ve Allah'ın bildirdiği hükümleri açıklamada Peygamber (s.a.s)'in vârisi olma özelliğini kazanmış olur" (Şâtibî; a.g.e, IV, 106).

    7) Doğru bir anlayış ve takdir gücüne sahip olmak: Müctehidin gerçek ve doğru fikirleri yanlış olanlardan ayırt etme yeteneğine sahip olması gerekir (Ebû Zehrâ, a.g.e, s. 387, 388).

    8) İyi niyetli ve sağlam inanç sahibi olmak:

    Bütün büyük müctehidler fıkıhla şöhret yapmazdan önce ihlâs ve takvalarıyla meşhur olmuşlardır. İhlaslı kimse, gerçeği nerede bulursa bulsun kabul eder, taassup göstermez. Büyük imamların hepsi "bizim görüşümüz doğrudur, yanlış da olabilir. Başkalarının görüşü yanlıştır, fakat doğru da olabilir" demişlerdir. Hâlis bir niyet, sahibini dinin özüne nüfuz ettirir ve yalnız hakka yöneltir. İslâm dini, ancak kalbi ihlâsla aydınlanmış olanların idrak edeceği bir dindir.

    İtikadı bozuk olan kimse, bid'at ve nefsî arzularının peşine düşer; selîm bir kalb ile âyet ve hadislere yönelemez. Kötü niyet, düşünceyi de kötüleştirir.

    İşte İslâm hukukçularının ittifakla müctehidde bulunmasını kabul ettikleri şartlar bunlardır. Bu şartları kendisinde toplayan müctehide "mutlak veya müstakil müctehid" denir.

    Fakihlerin büyük çoğunluğuna göre ictihad bölünme (tecezzi) kabul etmez. Nikâh meselelerinde ictihad yapan kimse, ibâdet konularında başkasını taklid edemez. Yine ibadet konularında müctehid olan kimse, alım satım, nikâh ve talak gibi konularda başka bir müctehidi taklid edemez. İctihadla taklid bir kimsede birleşemez. Ancak müctehidin bütün şer'î meseleleri aynı derecede bilmesi mümkün olmayabilir. Birçok müctehid soruları bazı sorulara "bilmiyorum" diye cevap vermiştir. İmam Mâlik'in otuzaltı kadar soruya "bilmiyorum" diye cevap verdiği nakledilir (Ebû Zehrâ, a.g.e, s. 400, 401).

    Dayandığı kitap, sünnet ve icmâ delillerinden biri bilinmeksizin bir müctehidin sözünü alıp, bununla amel etmeye "taklid" denir. Fakat deliline bakmak, öğrenmek ve ictihadına katılmak sûretiyle bir müctehidin re'yini benimsemeye ise "ittibâ" adı verilir. eş-Şevkânî (ö. 1250/1832)'ye göre, sahâbe, tabiûn ve etbâü't-tâbiîn içinden ictihad derecesine ulaşamayanlar muayyen bir müctehidi taklid etmiyor. onlardan problemleriyle ilgili delilleri sorup öğrenerek bunlara ittibâ ediyorlardı. Taklit bu nesillerden sonra zuhûr etmiştir (Hayreddin Karaman, İslâm Hukukunda ictihad, Ankara 1975, s. 206). Müslümanlar arasında taklid yerine, ittibâ ruh ve alışkanlığının geliştirilmesi toplumu giderek vahiyle, sünnetle ve icma-ı ümmetle karşı karşıya getirir. Bunun sonucunda vahiy ve sünnet, toplum üzerindeki etkisini gösterir.

    İctihadın hükmü gâlip zandır. Yani bir meselenin ictihad ile sabit olan hükmü yanılma ihtiali ile birlikte gâlip zanna dayanır. Bir müctehidin devamlı isabet etmesi gerekmez. Hata etmesi de mümkün ve muhtemeldir. Bu yüzden Ebû Hanîfe, "bu bizim ulaştığımız en iyi sonuçtur. Kim bundan daha iyisine ulaşırsa ona uysun" derdi. imam Şâfiî de; "bir hadis görürseniz ona sarılın ve benim görüşümü duvara çarpın" demiştir (Ebu Zehrâ. a.g.e, s. 388, 389). Mu'tezile'ye göre, l)er müctehid ictihadında isâbet etmiş sayılır. Çünkü hüküm, Allah nezdinde müctehidin ictihadına tabidir. Aksi halde insanlar güç yetiremeyecekleri bir yükümlülükle karşı karşıya gelmiş olur (Ömer Nasuhi Bilmen, lstılahat-ı Fıkhıyye Kâmusu, I, 243).

    Müctehidlerin tabakaları:

    Fıkıh usulü bilginleri müctehidleri yedi tabakaya ayırırlar. ilk dört tabaka müctehid, diğerleri mukallid derecesindedir.

    1) Şerîatte müctehid: Bunlara "mutlak veya müstakil müctehid" de denir. Bunlar hem müstakil usûl ve ictihad metodu ortaya koyan hem de bunlara göre fer'î hükümler çıkaran müctehidlerdir. Sahâbe fakîhleri, Saîd b. el-Müseyyeb ve İbrahim en-Nehaî gibi Tâbiûn fakîhleri, Ca'fer es-Sâdık ve babası Muhammed el-Bakır, Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfiî, Ahmed b. Hanbel, Evzâî, Leys b. Sa'd, Süfyan es-Sevrî ve diğerleri gibi pek çok müctehid bu tabakaya girer.

    2) Müntesip mutlak müctehidler: Bunlar, eksiksiz olarak ictihad ehliyetine sahip, bazan usûl ve fürûda üstadlarına muhalif olmakla birlikte genel olarak bir müstakil müctehidin ictihad usûlünü benimsemiş olan müctehidlerdir. Ebû Yûsuf, İmam Muhammed, İmam Züfer, Şâfiîlerden el-Müzenî, Mâlikîlerden Abdurrahman b. Kasım ve İbn Vehb bunlardandır.

    3) Mezhepte müctehidler: Bunlar mensup oldukları mezhep imamına muhalefet etmezler. Ancak onun hükme bağlamadığı meseleleri ayni usul ve metodu kullanarak Kitap ve Sünnet delillerinden çıkarırlar. Tahâvî, Kerhî, Serahsî, İsfereyânî ve Şîrâzî bunlar arasında sayılabilir.

    4) Tercih yapan müctehidler: Rivayet edilen görüşler arasında tercihlerde bulunan fakihlerdir. Bu tabaka ile önceki tabaka arasındaki fark çok azdır.

    5) İstidlâl sahibi müctehidler: Bunlar, görüş ve rivayetleri karşılaştırıp: "Şu görüş rivayet bakımından daha sağlam ve delili yönünden daha kuvvetlidir". "Bu görüş kıyasa daha uygundur" gibi açıklamalar yapmışlardır. Aslında bu üç tabakayı "tahrîc ve tercih yapanlar" diye ikiye ayırmak mümkündür (Ebu Zehrâ, a.g.e, 396, 397).

    6) Hâfızlar tabakası: Bunlar taklid derecesinde olup, öncekilerin tercihlerini bilmede huccet sayılırlar. İbn Abidin bunlar hakkında söyle der: "Onlar en sağlam, sağlam ve zayıf, açık rivayet, mezhebin zahir görüşü ve nâdir rivâyet arasında seçme gücüne sahip kimselerdir. el-Kenz, ed-Dürrü'l-Muhtâr, el- Vikâye ve el-Mecma' gibi eserlerin müellifleri bu tabakaya dahildir. Bunlar kitaplarında reddedilmiş veya zayıf rivayetleri nakletmemişlerdir" (Ebû Zehrâ, a.g.e, 397, 398)*

    7) Mukallidler tabakası: Bunlar Kitabı anlayabilir, fakat görüş ve rivâyetler arasında tercih yapamazlar ibn Âbidin şöyle der: "Onlar gece odun toplayıcısı gibi ellerine geçen her şeyi bir araya getirmişlerdir. Bunları taklid edenlere yazıklar olsun" (İbn Âbidin, Şerhu Risâleti Resmi'l-Müftî, İstanbul, t.y. >. 5).
#26.09.2005 02:20 0 0 0
  • MÜCTEHİD

    Ayet ve hadislere dayanarak hüküm çıkaran İslâm bilgini; İslâm hukukçusu; alim, fakîh.

    İctihad, sözlükte güç, takat ve çaba anlamına gelen "cehd" kökünden "iftial" vezninde olup, bir şeyi elde etmek için olanca gücünü harcamak demektir. Âyet ve hadislerden kıyas ve benzeri yollarla hüküm çıkarma anlamında mecazen kullanılır. Ayet ve hadislerden hüküm çıkarma gücüne sahip olan fakîh zata da "müctehid" denir (Zebîdî, Tâcû'l-Arûs, II, 329; Şâfiî, er-Risale, s. 477, el-Ümm, VII, 275). İctihad, ya şer'î delillerden hüküm çıkarma şeklinde olur, ya da çıkarılan bu hükümlerin toplum hayatına uygulanmasıyla ilgili bulunur.

    İslâm hukukunda şer'î hükümler kesin delillere yani açık ayet ve hadislere veya icmaa dayanıyorsa ictihada gerek kalmaz. Mecelle, bunu "Mevrid-i nas'da ictihada mesağ yoktur" prensibiyle ifade etmiştir (madde, 14). Ancak nassların sübûtu veya delaleti zannî olup, kesinlik ifade etmez veya âyet ve hadislerde çözümü bulunmayan meselelerle karşılaşılırsa, reyle (ictihad) hareket edileceği, bizzat Hz. Peygamber tarafından, Muâz b. Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderirken açıklanmıştır. Hz. Muhammed, Muâz'a Yemen'de ne ile hükmedeceğini sormuş; Muaz, "Allah'ın Kitabı ile" cevabını vermiştir. Hz. Peygamber (s.a.s) "Allah'ın Kitabında bir hüküm bulamazsan?" buyurunca; "Rasulünün sünnetiyle" demiştir. "Onda da bulamazsan"sorusuna ise Muaz, "Reyimle ictihad ederim" cevabını vermiştir. Bunun üzerine Allah Rasulü şöyle buyurmuştur: "Rasulünün elçisini, Peygamberinin razı olduğu şekilde muvaffak kılan Allah'a hamd olsun" (Tirmizi, Ahkâm, 3; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 230, 236, 242; Şafii, el-Ümm, VII, 273). Arapça'yı iyi bildikleri ve Hz. Peygamberle beraberlik sayesinde Allah ve Rasûlünün maksadını çok iyi anladıkları için Sahabe neslinden müctehidlerin sayısı bir hayli çoktur. Ancak kendilerinden hüküm ve fetva nakledilen Sahabe müctehidi yüzotuz kadardır. Bunlardan yedi tanesi fetvaları birer kitab olacak kadar çoktur. Fukâhâ-Seb'a denen bu sahabiler şunlardır; Hz. Ömer, Ali, Aişe, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Ömer (İbnü'l-Kayyim, İ'lâmü'l-Muvakkıîn, thk. M. Muhyiddin Abdulhamid, Mısır 1955, I, 14 vd).

    Hz. Ömer, Ebû Musa el-Eşârî'ye gönderdiği mektupta onu kıyas ve ictihada teşvik etmiş yine aynı konuda Kâdî Şurayh'a (ö. 78/697) şöyle demiştir: "Kitâptan açıkça anlayabildiğinle hükmet. Eğer kitabın tamamını bilemezsen Rasulullah'ın hükmettiği ile hükmet. Bunun hepsini bilmezsen, doğru yolda olan alimlerin kazalarıyla hükmet. Bunların da hepsini bilemezsen, reyinle ictihad et, alim ve salih kişilerle de istişare et" (Şîrâzî, Tabakât, s: 7; İbnü'l-Kayyim, a.g.e., I, 204).

    Ayet ve hadislerden hüküm çıkarmak ve ictihad gerektiren konuları çözebilmek için bir takım şartlara ihtiyaç vardır. Bu esaslar fıkıh usulünün tedvini ile birlikte, ilk defa Müctehid imamlar devrinde tesbit edilmiştir. Bir müctehidde bulunması gereken özellikleri şöylece ifade edebiliriz:

    a) Arapçayı bilmek.

    Fıkıh usûlü bilginleri bu noktada ittifak etmişlerdir. Çünkü Kur'ân bu dille inmiş, Hz. Peygamberin sünneti de aynı dille ifade edilmiştir. İslâm şerîatında araştırma yapan kimsenin nasslardan hüküm çıkarma gücü, Arapçanın sır ve inceliklerini bilmesi oranındadır. Şâtıbî bu konuda şöyle der: "Arapçayı anlamakta mübtedî olan kimse, şerîatı anlamakta da mübtedîdir. Arâpçayı orta derecede anlayan kimse, şerîatı anlamakta da orta durumdadır. Bu, son dereceye ulaşmamıştır. Arapçada son dereceye ulaşan kimse, şerîatı anlamakta da son dereceye ulaşır. Dolayısıyla onun anlayışı şerîatte hüccet olur; tıpkı sahabîlerin ve Kur'ân'ı hakkıyla anlayan bilginlerin anlayışlarının huccet oluşu gibi... Bunların seviyesine ulaşmayan kimselerin şerîat konusundaki anlayışları kendi seviyeleri ölçüsünde eksiktir. Anlayışı eksik olan herkesin görüşü ise ne bir hüccet olur, ne de başkaları tarafından kabul edilir" (eş-Şâtibî, el-Muvâfakât, IV,114). Ancak maslahat veya mefsedet kabilinden bir manâ ve illete bağlı olan konularda Arapça bilmeyen de prensipleri kavrayıp uygulama alanını belirleyebilir. Kıyas ictihadlarının çoğu bu kabildendir (eş-Şâtıbî, a.g.e., IV, 162, 165).

    Müctehidin Arapça bilgisi genel olarak, Arapça'nın inceliklerini kapsamalıdır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm, Arapçanın en beliğ ve en fasihini teşkil eder. Bu yüzden, ayetlerden hüküm çıkaracak kimse, Kur'ân'ın belâgat, fesahat ve sırlarını bilmelidir ki, bu sayede onun içine aldığı hükümleri kavrayabilecek duruma gelmiş olsun.

    b) Kur'ân İlmine sahip olmak

    Kur'ân, İslâm'ın direği, şer'î hükümlerin esasıdır. Kur'ân ilmi çok geniştir. Bunu tam olarak bilen Hz. Peygamberdir. Bu yüzden bilginler, müctehid için Kur'ân'da hüküm ifade eden beş yüz kadar âyetin inceliklerini, özelliklerini bilmek gerekir demişlerdir. Bu ayetlerin âmm-has*, mutlak* mukayyed*, nâsih-mensuh, Sünnetle ilgili durumlarını bilmek gerekir. Diğer yandan Kur'ân'ın geri kalan bütün âyetlerini de topluca (icmâlî olarak) bilmek gerekir. Çünkü Kur'ân bir bütün olup parçaları birbirinden ayrılmaz. Kur'ân'ın hüküm bildiren ayetlerini diğerlerinden ayırdetmek, şüphesiz bütün Kur'ân'ı bilmekle mümkün olabilir.

    Ebu Bekir el-Cassas (ö. 370/980) ile İbnü'l-Arabî (ö. 543/1148) gibi bilginler "Âhkâmü'l-Kur'ân"adlı eserlerinde hüküm âyetlerini açıklamaya çalışmışlardır. Ebû Abdillah el-Kurtubî (ö. 671 H.), "el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'ân" ; es-Sâbûnî de, "Tefsîru Âyati'l-Ahkâm" adlı eserleriyle hüküm âyetlerinin tefsîrini yapmışlardır.

    c) Sünneti bilmek.

    Bu şart üzerinde de bilginlerin ittifakı vardır. İctihadın bölünebileceğini kabul etmeyenlere göre bir müctehidin teklifî hükümleri içine alan bütün hadisleri okuması, onların amaçlarını kavraması, onlarla ilgili özellikleri bilmesi gerekir. Yine onun, sünnetin nasih ve mensuhunu, âmm ve hass'ını, mutlak ve mukayyedini bilmesi gerektiği gibi; hüküm hadislerinin rivayet yollarını, senedlerini, hadis rivayetlerinin kuvvet derecelerini de bilmesi gerekir.

    Hadis rivayet edenlerin hal tercemeleri ile adâlet ve zabt bakımından durumları hakkında bir çok eserler yazılmıştır. Kütüb-i Sitte gibi sahih hadis mecmuaları meydana getirilmiş ve bunlar üzerine bir çok âlimler tarafından şerhler yazılmak suretiyle hadisler senetleri bakımından tasnif edilmiş ve İslâm hukukçularının bazı hadisler üzerindeki görüş ayrılıkları ortaya konulmuştur. Bu hadis çalışmaları müctehidin bunlara başvurarak hüküm çıkarmasını kolaylaştırmaktadır. Hükümlerle ilgili bütün hadislerin ezbere bilinmesi şart değildir. Ancak gerektiğinde yerlerinin, başvurma metodlarının ve hadis rivâyetlerinin bilinmesi yeterlidir (Ebû Zehra, Usulü'l-Fıkh, s., 382 vd).

    d) Üzerinde icma ve ihtilaf edilen konuları bilmek.

    Üzerinde icma (ittifak) meydana gelen konuları bilmek yanında Sahabe, Tabiî ve onlardan sonra gelen müctehidlerin ihtilâfa düştükleri konuları bilmek gerekir. Ancak bütün icmâ yerlerini ezberlemek şart değildir. Araştırma konusu yapılan mesele hakkında icmâ veya ihtilaf bulunup bulunmadığını bilmek yeterlidir. Medine ve Irak fıkhının metod ve farklarını bilme yanında; doğru olanla doğru olmayan, naslara yakın olanla uzak olan şeyler arasında karşılaştırma yapabilecek akıl, anlayış ve değerlendirme gücüne sahip olmak gerekir. Gerçekte Asr-ı saadette ve daha sonra yaşamış büyük hukukçuların görüşlerini incelemek, delil ve temayülleri bakımından onlar arasında karşılaştırmalar yapmak kişinin muhâkeme gücünü ve araştırma melekesini geliştirir.

    Müctehidlerin ittifak ve ihtilaf ettikleri meseleleri, ihtilaf sebeplerini açıklayan eserler meydana getirilmiştir. eş-Şirâzî'nin (ö. 476/1083) "el-Mühezzeb" adlı eseri ve Nevevî'nin buna yazdığı şerh, İbn Hazm'ın (ö. "456/1063) "el-Muhallâ" sı İbn Rüşd'ün (ö. 595/1199) "Bidâyetü'l-Müctehid" ve İbn Teymiyye'nin (ö. 728/1327) "el-Fetâvâ" adlı eserleri bunlar arasında zikredilebilir.

    e) Kıyas bilmek

    İctihad, bütün şekil ve metodlarıyla kıyası bilmeyi gerektirir. Hattâ imam Şâfiî'ye göre ictihad kıyastan ibarettir. Kıyasın metodunu bilmek; naslardan hüküm çıkarma esaslarını öğrenme ve ictihad yapılacak konuya en yakın olan nassı seçme imkânını sağlar. Kıyası bilmek şu üç şeyi bilmeyi gerektirir:

    1- Kıyasın dayanacağı asıl hükmü bilmek. Bu dayanağın ayet, hadis veya icma olması, bunlarla ilgili gerekli bilgilere sahip olunması da gereklidir.

    2- Kıyas kaide ve prensiplerini bilmek. Meselâ belirli ve özel bir durumu ifade ettiği sabit olan bir nas üzerine kıyas yapılamaz. Kendisine dayanılan asıl hükmün illetini tesbit ettikten sonra hükme bağlanacak yeni meselede (fer'î) de aynı illetin gerçekleşip gerçekleşmediğini araştırmak gerekir.

    3- Önceki müctehidlerin kıyas metodlarını bilmek. el-İsnevî (ö. 772/1370) "Kıyas bilmek bir ictihad kaidesi ve sayısız hükümlerin açıklanmasına götüren bir yoldur" der (el-İsnevî, Şerhu Minhâci'l-Usûl, III, 310 (İbn Emîr'in Takrîri kenarında) Mısır 1316; Şafii, a.g.e., s., 477).

    f) Hükümlerin amaçlarını bilmek İslâmî hükümlerin amaçları, belli bir nas'dan değil, bütün nasların toplamından anlaşılabilir. Bu hükümlerin asıl amacı insanlar için rahmet olmaktır. Ayette; "Biz, seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik" (el-Enbiyâ, 21/107) buyurulur. İslâm'da güçlük ve sıkıntının kaldırılması, zorluğun değil kolaylığın tercih edilmesi bu rahmetin bir sonucudur. Emredilen bazı güçlükler büyük zararları gidermek amacına yöneliktir. Cihadın farz kılınışı böyledir. Nitekim âyette şöyle buyurulur: "Allah, insanların bir kısmını diğer bir kısmıyla defetmeseydi manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan camiler yıkılıp giderdi. Şüphesiz Allah, kendisine yardım edenlere yardım eder. Gerçekten Allah, güçlü ve yücedir" (el-Hacc, 22/40).

    Maslahata göre fetva vermede, gerçek maslahatlarla (toplum yararı) nefsî ve şehevî arzulardan gelen bir vehimden ibaret olan maslahatları birbirinden ayırdetmek gerekir. Böylece mazarratı defetme, maslahatı celbetme, bütün insanlara faydalı olan şeyleri tercih etme, başka bir deyimle toplum yararını kişisel yararın üstünde tutma melekesi gelişir.

    g) Doğru bir anlayış ve iyi bir takdir gücüne sahip olmak.

    Müctehidin gerçek fikirleri yanlış olanlardan ayırdetme melekesine sahip olması gerekir. Bu da doğru bir anlayış ve keskin bir görüşe sahip olmakla gerçekleşebilir.

    h) İyi niyet ve sağlam bir itikad sahibi olmak.

    İslâm dinî, ancak kalbi iman ve ihlasla aydınlanmış olanların idrak edeceği bir dindir. İtikadı bozuk kimse bid'at ve nefsî arzularının peşine düşer; tarafsız bir gönülle naslara yönelemez. Kötü niyet düşünceyi de kötüleştirir. Bu yüzden büyük müctehidler fıkıhla şöhret yapmadan önce ihlâs ve takvâlarıyla meşhur olmuşlardır. İhlaslı kimse gerçeği nerede bulursa bulsun kabul eder, taassub göstermez. Büyük imamların hepsi; "Bizim görüşümüz doğrudur, yanlış da olabilir. Başkalarının görüşü yanlıştır, fakat doğru da olabilir" demişlerdir (Ebû Zehrâ, a.g.e., s. 388, 389; İslâm'da Fıkhî Mezhepler Tarihi, Trc. Abdulkadir Şener, Ankara 1968, 1969, s. 125, 126).

    İşte İslâm hukukçularının müctehidde bulunmasını gerekli gördükleri şartlar bunlardır. Bu şartları kendisinde toplayan müctehide "mutlak veya müstakil müctehid" denir.

    Fıkıh usulü bilginleri müctehidleri yedi tabakaya ayırırlar: 1) Şerîatte müctehidler. Ca'feru's-Sadık, Muhammed el-Bâkır, Ebû Hanîfe, İmam Şâfiî, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel gibi. 2) Müntesip mutlak müctehidler. Ebû Yusuf, Muhammed, Züfer, el-. Müzenî, Abdurrahman b. Kasım gibi. 3) Mezhebte müctehidler. Tahâvî, Kerhî, Serahsî, İsfereyânî ve Şîrazî gibi. 4) Tercih yapan müctehidler. Bazı usulcüler önceki tabakayla bunu bir saymışlardır. 5) İstidlâl sahibi müctehidler. Bunlar; "Şu görüş rivâyet bakımından daha sağlam ve delilî yönünden daha kuvvetlidir" gibi açıklamalar yapmışlardır. 6) Hafızlar tabakası. Bunlar taklidçi olup, öncekilerin tercihlerini bilmede huccet sayılırlar. 7) Mukallidler tabakası. Bunlar, fıkıh kaynaklarını anlayabilir, fakat görüş ve rivayetler arasında tercih yapamazlar.

    Dayandığı Kitap, Sünnet, İcmâ delillerinden biri bilinmeksizin bir müctehidin sözünü alıp bununla amel etmeye "taklid"; deliline bakmak, öğrenmek ve ictihadına katılmak suretiyle bir müctehidin reyini benimsemeye ise "ittiba" denir. eş-Şevkânî'ye (ö. 1250/1832) göre sahabe, Tâbiûn ve Tebe-i tâbiîn içinde ictihad edecek dereceye ulaşamayanlar belirli bir müctehidi taklîd etmiyor; onlardan problemleriyle ilgili delilleri sorup öğrenerek bunlara ittiba ediyorlardı. Taklid bu nesillerden sonra ortaya çıkmıştır. Taklid yerine, ittiba ruh ve alışkanlığının geliştirilmesi gerekir. Bu durum, ilim adamlarını delilleri öğrenmeye zorlar, delillerin kuvvetli olanı ile zayıf olanım tartışma imkânı doğar. Bunun gerçekleşmesi için delillerin zikredildiği temel eserlere yönelmek, te'lif edilecek İslâm hukuku kitaplarında hükümlerin dayandığı delilleri de göstermek gereklidir. Bunun sonucunda araştırıcılar, vahiy, Sünnet ve icmâi ümmet üzerinde düşünme ve değerlendirme imkânı bulurlar.
#26.09.2005 02:24 0 0 0
  • MUKİLLÛN

    Binden az hadis rivayet eden sahabîler.

    Sahabe, Hadis ve Sünnet bilgisi yönünden farklı olduğu gibi, kendilerinden rivayet edilen hadislerin azlığı ve çokluğu bakımından da aralarında fark vardır. Daha sonraki asırlarda, takriben beş ve altıncı asırlarda Sahabilerden nakledilen hadislerin yekünü tesbit edilmeye çalışılmış, rivayetleri binden çok olanlara "Müksirûn*"; rivayeti binden az olanlara da

    "Mükillûn" (az rivayet edenler) denilmiştir. Fakat böyle bir tasnif ve tesbit, sahabenin hadis bilgisini tam olarak yansıtmada kesin bir ölçü değildir. Toplam sayıları tahminen yüz binin üzerinde olan sahabeden ancak bin - binbeşyüz kadarından hadis rivayet edilmiştir. Hadis rivayeti Hz. Peygamber (s.a.s)'in vefatından sonra başladığı, zamanla arttığı ve her sahabinin, çok çetin bir iş olan sağlam bir hadis bilgisi, kuvvetli bir hafıza, bilinen hadisleri ifade, güç ve yeteneği... gibi rivayet şartlarını taşıyamaması, bazılarının Rasûlullah (s.a.s)'ı bir-iki defa görüp memleketlerine dönmüş olması, bazılarının O'ndan (s.a.s) önce vefat etmiş bulunması gibi sebeplerle, hadis rivayet edenlerin toplam sayısı bin civarında kalmıştır.

    Bu sahabilerin yedisinden rivayet edilen hadisler binin üzerinde, bunların dışında kalanlardan rivayet edilenler ise, binin altındadır. Mukillûndan olan dokuz yüz civarındaki sahabiden rivayet edilen hadis, kişi başına 25 veya daha az sayıdadır. Mukillûnden savılan bazı sahabiler ve rivayet ettikleri hadis sayıları şöyledir: Abdullah İbn Mesud: Sekizyüz kırk sekiz hadis; Abdullah b. Amr, yediyüz hadis; Hz. Ömer ve Hz. Ali, beşyüzer hadis; Ümmü Seleme, üçyüz yetmiş sekiz hadis; Hz. Osman, yüz kırkaltı hadis; Hz. Ebu Bekir, yüzkırk iki hadis...

    Rasûlullah (s.a.s) ile çok daha uıun süre sohbet ve beraberliği olan pek çok Sahabe, hatta Sahabenin en ileri gelenleri; Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali başta olmak üzere, Cennet'le müjdelenmiş on sahabi Abdullah İbn Mesud, Abdullah İbn Amr, Hz. Aişe dışındaki zevcât-ı tâhirat... vb. mukillûn arasında sayılmaktadır. Sünnet bilgisi hayli zengin olan bu sahabilerden daha fazla hadis rivayet edilememesinin sebepleri şunlar olabilir: Yanlış veya hatalı rivayet ederek Rasûlullah (s.a.s)'a iftira etme durumuna düşebilirim endişesiyle pek çok sahabi, kesin olarak bilmedikleri hadisleri rivayet etmemişler veya ancak çok mecbur olduklarında ihtiyaç duyulan kadar rivayet etmişlerdir. Bazı sahabiler Hz. Peygamber (s.a.s) hayattayken veya O'ndan az bir zaman sonra vefat ettikleri için rivayetleri hiç olmamış (meselâ Hz. Hatice) veya az olmuştur. Rasûlullah (s.a.s)'dan sonra bazı Sahabiler devlet idaresi ve cihadla daha fazla ilgilendiği için rivayete fazla zaman ayıramamışlardır. Hz. Peygamber (s.a.s)'den sonra bazıları, Mekke, Medine... gibi ilim merkezlerinde kalırken, bazıları daha ücra yerlere yerleşmişler, böylece buralarda bulunan sahabilerden yapılan rivayetler azalmıştır. Ashab içinde en çok hadis rivayet eden Ebu Hüreyre'nin, kendisinden daha fazla hadis bildiğini ikrar ettiği tek sahabi olan Abdullah b. Amr, Mısır'a yerleştiği için kendisinden daha fazla rivayet edilememiştir. Her sahabinin hadisleri belleme ve rivayet etmede fıtrî kabiliyeti aynı değildi. Bu farklılık da rivayete etki etmiştir. Sahabeden rivayet edilen hadislerin hepsi güvenilir hadis kaynaklarına ulaşmamıştır (Ayrıca bk. Muksirûn maddesi).
#26.09.2005 02:39 0 0 0
  • FETVA

    Sorulan İslâmî bir soruya yetkili bir kimsenin verdiği cevap, bir meselenin hükmünü belirten veya zorlukla karşılaşılan bir olay hakkında güçlükleri çözmek için verilen kuvvetli cevap. Fetva veren kimseye müftî denir. İslâm hukuku metodolojisinde müftî, müctehid anlamında kullanılmıştır. Kendisi bizzat ictihad edecek durumda olmayan bir ilim sahibinin, diğer müctehidlerin söz ve fetvalarını alıp aktarmasından dolayı mecâz yoluyle müftî denir (ö. Nasuhi Bilmen, İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, I, 246). Fetva, ictihada göre daha özel bir anlam taşır. Çünkü ictihad herhangi bir soru sorulsun veya sorulmasın fıkhı hükümleri kaynaklarından çıkarmak anlamına gelirken, fetva gerçek veya muhayyel bir soruya verilen cevaptır. Gerçek fetva, ictihad şartları ile birlikte diğer şartları da taşıyan müctehid tarafından verilir.

    Bir kimse muhtaç olduğu İslâmî bilgileri ya kaynaklarından bizzat alır.

    Yahut bunu yapamıyorsa bilenlerden sorarak öğrenir. Kur'an-ı Kerîm de, "Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorunuz" (en-Nahl, 16/43) buyurulur. Ayet!erde fetva kökünden "yesteftûneke = sana soruyorlar" ve "yüftîkum = o size açıklıyor" gibi ifadeler kullanılmıştır .

    Bir ayet veya hadisi yorumlamak ve yeni çıkan bir problemi çözmek, bir

    - takım ön bilgileri ve özel yetenekleri gerektirdiği için bunu yapacak kişilerde bazı vasıfların bulunması öngörülmüştür. Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) bir kimsenin müftî olabilmesi için kendisinde şu beş vasfin bulunması gerektiğini söyler:

    a) iyi niyet sahibi olmak ve yalnız Allah rızasını gözetmek. Çünkü kötü niyet, düşünceyi de kötüleştirir,

    b) İlim, hilim, vakar ve ciddiyet sahibi olmak,

    c) Kendisinden ve bilgisinden emin olmak,

    d) Halka kendi otoritesini kabul ettirmek,

    e) Fert ve toplum olarak insanları tanımak.

    Bu şartlardan da anlaşılacağı gibi müftînin fetva isteyenin psikolojik durumunu dikkate alması, halk nazarında itibar sahibi, basîretli vereceği fetvânın fert ve toplum üzerindeki etkisini kavrayacak bir görüşe sahip olması gerekmektedir (Muhammed Ebû Zehrâ, İslâm Hukuk Metodolojisi, Terc. Abdülkadir Şener, Ankara 1973, s.391 vd.).

    Fetva geleneği İslâm dininin doğuşu ile birlikte ortaya çıkmıştır. Sahâbe problemlerini bizzat Allah elçisine sorar, O da bu problemleri âyet veya kendi buyurduğu hadisle çözümlerdi. Fetva verme ve yargı (kaza) fonksiyonu Hz. Peygamberde toplanmıştı. O'nun vâli olarak Yemen'e gönderdiği Muâz b. Cebel (ö. 18/639) ve Mekke'ye gönderdiği Attâb b. Esîd . (ö. 13/634) o yörelerde fetva verme ve kendilerine gelen davaları hükme bağlama yetkisine sahiptiler (Ahmed b. Hanbel, V, 230, 236, 242; Tirmizî, Ahkâm, 3; İmam es-Şâfiî, el-Ümm, VII, s.273; es-Serahsı, el-Mebsût, XIV, s.36).

    Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Ömer b. Abdülaziz gibi halifeler hem devlet başkanı, hem müftî ve hem de kadı itliler. Bu üç sıfat tek kişide toplanıyordu. Daha sonra devlet başkanlığı ile fetva ve kaza fonksiyonları birbirinden ayrılmıştır.

    Mezheplerin oluştuğu II. ve III.

    Hicrî yüzyılda, üzerlerinde genellikle devlet memurluğu gõrevi bulunmayan müctehidlerce İslâm hukuku tedvin edilmiş ve fıkıh kaynaklarına intikal etmiştir. Sahabe devrinde doğrudan âyet ve hadislere başvurulurken artık fıkıh kaynakları kanun yerini almaya başlamıştır. Ancak hukukî bir problemin hükmünü fıkıh kitaplarından çıkarmakta kimi zaman güçlük vardır. Bu nedenle daha önceden verilmiş hazır cevaplar (fetvalar) toplanarak fetva kitapları meydana getirilmiştir. Bunlar Kadîlerin elinde komprime hazır bilgiler olup, uygulamada kolaylık sağlamıştır. Osmanlılar devrinde tertip ve tedvin edilen fetva kitapları sayısının yüzleri astığı düşünülürse, İslâm hukuk doktrininin ne kadar işlendiği ve komprime bilgilerin çokluğu ortaya çıkar (Kâtip Çelebi, Keşfüz-zunûn, fetva kitabı niteliğindeki eserler; Bursalı Mehmet Tahir, Osmanlı Müellifleri, İstanbul 1333/1915, II, s.61 -64).

    Fetva ile meşgul olmak çok önemli bir iştir. Çünkü müftî, helâl, haram, sıhhat, fesat ve benzeri hükümleri İslâm adına açıklamış olur. Bu konuda gerekli araştırmayı yapmadan, kendi hevasına uyarak fetva vermek sorumluluğu gerektirir. Hele fetva, kul hakları ile ilgili ise daha dikkatli olmak gerekir. İctihad ve fevta vazifeleri büyük bir ilim ve ihtisas işidir. Ayet ve hadislerin manalarını sathi bir şekilde anlayabilen, hâfızalarında sınırlı birkaç hadis bulunan kimselerin bir müctehide tabi olmayıp da şer'î delillerden hüküm çıkarmaya kalkışmaları ve kendi namlarına fetva vermeleri caiz olmaz (ö. Nasuhi Bilmen, Hukûkî İslâmiyye ve İstilâhât-ı Fıkhıyye Kamusu, I, 250).

    Müftî, ictihad yapabilecek ve delillerin kuvvetli olanını seçebilecek durumda ise, mezheplerin görüşleri arasından tercih yapabilir. Ancak bunu yaparken üç şarta bağlı kalması gerekir: Delil bakımından zayıf olan görüşü seçmemelidir. Tercih ettiği görüş insanların yararına olmalı ve onları ne şiddete ve ne de gevşekliğe sevketmemelidir. Bu görüş, iyi niyete dayanmalı, sırf insanları memnun etmek ve onların keyfi arzularını tatmin etmek için seçilmiş olmamalıdır (Ebû Zehrâ, a.g.e., s.392-393).

    İctihad yapabilen müftî bütün dikkat, iyi niyet ve gayretini sarfettikten sonra, verdiği fetvada isabet etse de yanılsa da sevap kazanır. Hadiste şöyle buyurulur: "Hâkim ictihad yaparak hükmedip, bunda isabet ederse, onun için iki mükâfat vardır. İctihadla hükmedip de yanılırsa, onun için bir mükâfat vardır" (Buhâri, el-İ'tisâm, 21; Müslim, el-Akdiye, 15; Ahmed b. Hanbel, III, 187).

    Fetva kitaplarından bazıları:

    a) Hindiyye: "el-Fetâvâ'l-Hindiyye ve el-Alemgîriyye" ismini taşıyan bu meşhur fetva kitabı, Sultan Muhammed Evrengzîb Bahâdır Âlemgîr (ö. 1 1 18/1706)'in emriyle, Hindistan âlimlerinden bir kurul tarafından te'lif edilmiştir. Hanefi mezhebine ait, arapça olup, hükümleri delillerini kapsamına almaz. Meseleler fıkıh bablarına göre düzenlenmiştir. Eser birkaç defa basılmıştır (Bulak, I-VI, 1310/1892, el-Meymeniye, 1323/1905).

    b) Hâniyye: Ferganalı Fahruddin Hasan b. Mansûr (ö. 592/1196) tarafından te'lif edilmiştir. Hanefi mezhebi'ne göre verilen fetvalardan ibarettir. Çok yaygın olan ve sık sık meydana gelen meseleleri kapsamına alır. Hindiyye'nin kenarında basılmıştır.

    c) Bezzâziyye: Harezmli Muhammed b. Muhammed el-Kerderî (ö. 827/1424) tarafından te'lif edilmiş olup, el-Câmiu'l-Vecız adiyle yine Fetevây-ı Hindiyye'nin kenarında basılmıştır.

    d) Hulâsatü'l-Ecvibe: Çeşmizâde Muhammed Hâlis (ö. 1298/1881) tarafından on beş yıllık bir çalışma sonucu tertip edilmiş olup, bazı rumuzlar kullanılarak Feyziyye, İbn Nüceym, Abdurrahım, Behce, Ali Efendi ve Netice adlarını taşıyan altı fetvâ kitaplarının fetvalarını bir araya getirmiştir. "Cevapların özeti" anlamına gelen bu eser iki cilt hâlinde basılmıştır.

    e) Mahmud Şeltut, el-Fetâvâ: Muâsir Ezher âlimlerinden Mahmud Şeltut tarafından te'lif edilen bu eser, tek cilt olup, bazı çağdaş problemlere verilen fetvaları kapsamına almaktadır.
#26.09.2005 02:40 0 0 0
  • MÜFTÎ, MÜFTÜ

    Fıkıhla ilgili meselelerin şeriatteki hükümlerini beyan ve açıklamaya memur olan kimse; genç ve güçlü olan, "fetva" kökünden "if'al" babında ismi fail.

    Fetva verme, ictihada göre daha özel bir anlam taşır. Çünkü ictihad; İslâm müctehidlerinin usulüne uygun olarak fer'î meselelere âit şer'î hükümleri, Kur'an ve Sünnet delillerinden çıkarmaları ve bunun için tam gayret göstermeleri demektir. Kendisine hüküm sorulsun veya sorulmasın sonuç değişmez. Nitekim Ebû Hanîfe, derslerinde birçok fer'î meseleleri bu şekilde açıklamıştır. Fetvâ ise; fıkha dair herhangi bir meselenin hükmü sorulduğu zaman buna verilen bir cevaptır. Gerçek fetva ictihad şartlarıyla birlikte diğer şartları da kendinde bulunduran müctehid tarafından verilir. Gerçek müftî, müctehid demektir. Ancak bir müfti fer'i meseleleri doğrudan doğruya kitap ve sünnetten çıkarabilme ehliyetine sahip değilse mecazen müftî sayılır. Çünkü o, gerçek müctehid ve müftilerin söz ve fetvalarını nakleden, kitaplardan cevap olarak çıkarıp tebliğ eden kimsedir (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtar, İstanbul 1984, I, 69; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Kitabu'l-Kazâ, V, 457 vd.).

    Kur'an-ı Kerim, çeşitli sosyal ihtiyaçları karşılamak, problemleri çözmek ve Rasûlüllah (s.a.s)'a sorulan bazı sorulara cevap vermek üzere indiği için fetva ile ilgili bazı âyetler onda yer almıştır. Şu âyetlerde soru ve verilen cevabı görmek mümkündür: "Kadınlar hakkında senden fetvâ isterler. De ki: O kadınlar hakkında size fetvayı Allah veriyor. Yazılan haklarını vermediğiniz ve kendileriyle evlenmek istediğiniz yetim kadınların, zayıf düşürülen çocukların hakkındaki ve yetimlere adaletli davranmanız hususundaki hükümleri Kur'an'da size okunan âyetler açıklar. Ne hayır işlerseniz, şüphesiz ki, Allah onu bilir" (en-Nisâ, 4/127). Diğeri "kelâle" terimini açıklayan âyettir: "Ey Peygamber! senden fetvâ isterler. De ki: "Size usul ve fürû bırakmadan ölen kimse hakkında Allah fetvâ verir. Eğer bir kimse ölür ve onun çocuğu bulunmaz da sadece bir kız kardeşi bulunursa, bıraktığı mirasın yarısı onundur. Ölen kız kardeş ise ve çocuğu da yoksa erkek kardeşi terekenin hepsini alır. Eğer varis iki kızkardeş ise, terekenin üçte ikisini alırlar. Eğer kardeşler erkek ve kadın olmak üzere ikiden çok iseler, bir erkeğin payı iki kadının payı kadardır. Allah size sapıklığa düşmemeniz için bunları açıklar. Allah, herşeyi çok iyi bilendir" (en-Nisâ, 4/176).

    Fetva istemek şu âyette, "rüya tabiri istemek" anlamındadır: "Tabirini istediğiniz rüyalar kesinlikle böyledir..." (Yûsuf 12/41). Yine sormak anlamında şöyle buyurulur: "Ey Muhammed, onlara sor: Kendilerini yaratmak mı daha zor, yoksa diğer bütün yaratıklarımızı mı? Biz onları nihayet yapışkan çamurdan yarattık" (es-Sâffât, 37/11; bk. Yûsuf, 12/43, 46; el-Kehf, 18/22, es-Sâffât, 37/149).

    İctihad yapabilecek durumdaki gerçek müftü fetvasında yanılsa bile ecir alır. Allah Rasulü şöyle buyurmuştur: "Hâkim hükmettiği zaman ictihad eder ve isabet ederse iki ecir alır; eğer ictihadında yanılırsa bir ecir alır" (Buhârî, İ'tisâm, 20, 21; Müslim, Akdiye,15; Ebû Dâvud, Akdiye, 2; Nesaî, Ahkâm, 2, Kudât, 3). Yine Allah elçisi ilimsiz fetvâ verenlerin Allah nezdinde insanların en kötüsü olduğunu (Dârimî, Mukaddime,17) ve insanların fetva sormak için bir takım cahil kimseleri lider yaptıklarını onların da kendilerine ilimsiz fetva verdiklerini bildirir (Buharî, İlm, 34; Müslim, İlm, 13; Tirmizi, İlm, 5; İbn Mâce, Mukaddime, 8; Dârimî, Mukaddime, 26).

    İslâm'ın ilk zamanlarında icrâ, kaza ve iftâ işi tek kişide toplanmıştı. Hz. Peygamber hem dinî lider, hem hükümlerin uygulayıcısı olan bir devlet başkanı ve hem de her konuda kendisine başvurulan iftânın başıdır. O'nun Yemen'e vâli olarak atadığı Muaz b. Cebel'in durumu da öyledir. Hem vâlî, hem kâdî ve hem de fetva makamını işgal eden bir müftidir. Yöresindeki karşılaşılacak problemleri kitap ve sünnet'e göre çözümlemek, eğer bu iki ana kaynakta çözüm bulamazsa, ictihadıyla konuyu çözüme kavuşturmak için Rasûlüllah'ın kendisine yetki verdiği bilinmektedir.

    Ancak Hulefa-i Râşidin döneminden itibaren iftâ ve kaza işleri özel uzmanlık gerektiren alanlar olması sebebiyle birbirinden ayrılmaya başlamış; devletin görevlendirdiği kadı ile ilimle uğraşan müctehid ya da müftiler ayrı birer sınıfı oluşturmuşlardır. Ebû Hanife, ne Emevîler ve ne de Abbasîler döneminde "kâdıyu'l-kudât (baş kadı)" teklifini kabul etmeyip, serbest ilim ve ictihadla meşgul olmayı, tercih etmiş fakat öğrencisi İmam Ebû Yusuf'un böyle bir göreve atanmasına da karşı çıkmamıştır.

    Müftinin fetvâ olayını iyi bilmesi, içinde yaşadığı toplumu ve fetvâ isteyenin durumunu incelemesi, fetvanın sonuçlarını takdir edebilmesi gerekir. Allah'ın haram kıldığı şeyleri bazı kimselere mübah kılmak için Allah'ın dinini âlet etmemelidir. İslâm bilginleri müftilik için ağır şartlar koymuşlardır. Ahmed b. Hanbel bir müftinin şu beş şarta sahip olması gerektiğini söyler.

    1) İyi niyet sahibi olmak. İyi niyetli hareket etmeyenin sözüne güvenilmez.

    2) İlim, hilim, vakar ve ciddiyet sahibi olmak.

    3) Kendinden ve bilgisinden emin olmak.

    4) Topluma kendi otoritesini kabul ettirmek.

    5) Toplumu ve insanları tanımak. Bu şartlardan anlaşılacağı gibi; müftinin fetvâ isteyenin psikolojik durumunu dikkate alması, toplum nazarında itibarlı, basiretli, verdiği fetva'nın sonucunu ve toplumda uyandıracağı etkiyi kavrayabilecek bir görüşe sahip olması gerekir (Ebû Zehra, İslam'da Fıkhî Mezhepler Tarihi, Terc. Abdülkadir Şener, İstanbul 1978,122, 123).

    eş-Şatıbî, müftinin fetva verirken izleyeceği metodu şöyle belirler: "Üstün bir dereceye ulaşmış olan müftî, insanları doğruluğa ve itidale sevkeden, topluma mûtedil yolu gösteren kimsedir. O, insanları güçlüğe düşürmez ve gevşekliğe de sürüklemez" (eş-Şâtıbî, el-Muvâfakât, Kahire, t.y., IV, 258). Burada, fetvâ verirken ifrat ve tefrîtten sakınmak gerektiği, şiddetle hareket etmek kadar, aşırı musamahalı davranmanın da İslâm'ın temelini sarsacağına işaret edilmiştir.

    Hanefilerin benimsediği bir tasnife göre, fıkıh bilginleri yedi tabakadır:

    1) Mutlak müctehidler. Büyük imamların içinde bulunduğu bu tabaka fakihleri kendi vazettikleri metotları kullanarak ana kaynaklardan fer'î hükümleri çıkarmışlardır.

    2) Mezhepte müctehidler. Ebû Yûsuf, İmam Muhammed gibi fakihlerin dahil bulunduğu bu tabaka mensupları genel metotlarda üstadlarına tabi olup, fürü'da bağımsız hareket edebilen müctehidlerdir.

    3) Meselede müctehidler. el-Hassâf (ö. 261/875), et-Tahâvî (ö. 321/933), Ebu'l-Hasen el-Kerhî (ö. 340/951), el-Halvânî (ö. 456/1064) ve es-Serahsî (ö. 500/1106) gibi fakihleri içine alan bu tabaka bilginleri usûl ve fürûda mezhep imamlarına muhâlefet etmezler. Ancak, mezhep imamlarının ictihadı bulunmayan meseleleri, yine onların metodunu kullanarak ictihadla çözüme kavuşturular.

    4) Tahric yapanlar. Ebû Bekr er-Râzî, el-Cassâs (ö. 370/980) bu gruba girer. İctihad ehliyetine sahip sayılmazlar. Müctehidlerden nakledilen görüşleri açıklayıp, ihtimalli meselelerde tercih ve tahrîc yaparlar.

    5) Tercih yapanlar. Ebû'l-Hasen el-Kudûrî (ö. 428/1037), Hidâye müellifi el-Merginânî (ö. 593/1197) bu tabakaya girer. Tercih; bir mezhepte aynı mesele ile ilgili birkaç görüşten birini diğerine tercih etmektir. Tercih edilen görüş için, "Bu daha uygundur"; "Bu, rivâyet bakımından daha sağlamdır"; "Bu, kıyasa daha uygundur" "Bu, toplumun maslahatına daha uygundur"... gibi ifadeler kullanılır.

    6) Temyiz yapanlar. Zayıf, sağlam, daha sağlam görüşleri, zâhir (açık, mevsûk) ve nâdir rivayetleri birbirinden ayıran taklitçiler tabakasıdır. el-Kenz'in müellifi en-Nesefi (ö. 710/1310), el-Muhtâr'ın ve şerhi el-İhtiyâr'ın müellifi el-Mevsılî (ö. 683/1284) ve el-Mecmâ'ın müellifi İbnü's-Saatî (ö. 694/1295) bu tabakaya girer.

    7) Tam taklitçiler. Yukarıdaki altı tabakaya girmeyen, kaynak eserlerde bulup gördüklerini kuru yaş demeden alan ve nakleden fakihlerdir (bk. İbn Kemal, Tabakâtü'l-Fukahâ ve'l-Müctehidîn, giriş bölümü; Taşköprizâde, Tabakâtü'l-Fukahâ, el-Mevsılı 1961, giriş bölümü; İbn Âbidîn, Ukûdu Resmi'l-Müftî, İstanbul 1325, I, 11-13).

    Hanefî alimler arasında, ilk üç tabakanın ictihadlarıyla fetva verilebileceği konusunda görüş birliği vardır (Emîrupâdişâh, Teysîru't-Tahrîr, Mısır 1351, IV, 248).

    Müftî ictihadda yüksek bir mevki sahibi değilse ve diğer şartları kendisinde bulunduruyorsa, deliller arasında tercih yaparak duruma en uygun olan fetvayı verebilir. Ancak bu takdirde onun şu üç şarta bağlı kalması gerekir.

    1) Delil bakımından zayıf görüşü tercih etmemelidir.

    2) Seçtiği görüş insanların yararına olmalı, onları ne şiddete ve ne de gevşekliğe sürüklememelidir.

    3) Tercih edilen görüş iyi niyete dayanmalıdır. Sırf yöneticileri memnun etmek, bazı dünyevî menfaatler sağlamayı düşünmek, insanların gönlünü hoş etmek, şöhret sahibi olmak vb. düşünce ve etkiler altında fetva vermek, toplumun bu yüce makama karşı olan güvenini sarsar. Böyle bir fasit niyetle hareket eden müfti kendisine de topluma da yazık etmiş olur.

    İbnü'l-Hümâm (ö. 861/1457) bu konuda şöyle der: "Usûl bilginlerinin görüşü şu noktada birleşmiştir: Müftî yalnızca müctehid olandır. Kendisi bu dereceye gelmediği halde diğer müctehidlerin sözlerini öğrenmiş olan, gerçek müftî değildir. Onun görevi, kendisine sorulduğu zaman müctehidin sözünü nakil yoluyla zikretmektir. Bu duruma göre, bu gün yaşayan müftîlerin fetvaları fetva olmayıp, soranın alıp amel etmesi için müftinin sözünü nakletmekten ibarettir. Bunun için de iki şey gereklidir. 1) Ya kendisinden, müctehide kadar uzanan bir senedi olacak. Yani raviler yoluyla fetvayı müctehide kadar dayandıracak. 2) Yahut da İmam Muhammed'in kitapları gibi bilinen ve elden ele dolaşan, mevsûkiyetin şüphe bulunmayan bir kitaptan alacaktır..."(İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Kitabu'l-Kazâ, V, 457 vd.; Emîrupâdişâh, a.g.e., IV, 251; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, İstanbul 1984, I, 69; bk. "İftâ" ve "Fetvâ" mad.).
#26.09.2005 02:42 0 0 0
  • teşekkürler verdiğin bilgiler için
#26.09.2005 08:40 0 0 0
  • ALLAH razı olsun dervısh gardaşım ellerin yüreğin dert görmesin
#26.09.2005 08:51 0 0 0
  • Ellerine,emeğine,yüreğine sağlık arkadaşım.
#26.09.2005 09:15 0 0 0
  • emeğine sağlık derviş kardeşim

    süper olmuş
#27.02.2006 15:55 0 0 0