Düşman işgâli altında bulunan Maraşta, Türk nâmusunu koruyan ve ilk kurşunuatan kahraman. 1871 yılında Maraşın Fevzi Paşa Mahallesinde dünyâya geldi. Babası Kireççi Ömer, annesi Emine Hanımdır. Asıl adı İmamdır. Maraşta Hacı İmam lakâbıylatanınırdı. Adının yanında mesleği de imamlıktı. Beş vakit namaz hâricindeki vakitlerini süt sattığı dükkânında geçiren Sütçü İmam
* İslâmiyet, maişet için çalışmayıda bir nevi ibâdet kabul eder ve Allah boşduranları sevmez *
sözlerini yerine getirmeye çalışırdı. Osmanlılar zamânında, her mesleğin bir üniforması olduğu için, üniforma mâhiyetindeki imâmet sarığı devamlı başında dururdu. Maraşın Fransızlar tarafından işgâli sırasında, bütün şehre bir hüzün çökmüştü. 30 Ekim 1919 Cumâ günü sabah saatlerinde, hamamdan çıkan iki Türk hanımına saldıran Fransız askerlerini dükkânından gören Sütçü İmam, dayanamayarak tabancası ile onları öldürdü. Böylece, Maraşın kurtuluş destanı başladı. Sütçü İmamın attığı kurşunlar, bir kurtuluş destanının öncüsü oldu. Olaydan sonra, Ahırdağına çıkan Sütçü İmam, Fransızların 12 Şubat 1920 sabahı Maraşı terk etmesiyle şehre döndü.
Günümüzde, Maraşın Uzunduk Çarşısında bir âbide üzerinde şu yazılar vardır:
* 31 Ekim 1919 da Sütçü İmam, Türk nâmusunu burada silâhıyla korudu *
Maraş Harbinden gâzî olarak çıkan Sütçü İmama, Maraş Belediyesince kaledeki topun idâresi verilmişti. Sütçü İmam, 1922 Kasımında bu vazîfeyi yaparken barutun ateş almasıyla yandı. Derhal tedâvi altına alındıysa da iki gün sonra 25 Kasım 1922 de vefât etti.
Belgrad şehri Sırbistannın başkentidir. Tuna ve Sava nehirlerinin birleştiği platoda kurulmuştur.Orta ve Batı Avrupayı Ön Asya ülkelerine bağlayan ana yollar Belgraddan geçer. Bu nedenle eskiden beri önemli bir yerleşim merkezidir. Avrupa ve Ön Asyanın endüstri ve ticaret bölgelerinin de kavşak noktası olması dolayısıyla önemlidir. Ayrıca önemli tarihsel yolların kesişme noktasıdır.Paleolitik çağ yerleşmelerinin kalıntılarına rastlanan kent, Kalemegdan kalemeydan burnu üzerindeki eski kalenin çevresinde gelişti. Keltlerin İÖ 4.yy.da kurduğu ilk kale Romalılarca Sigidinum adıyla anılır. Kale kavimler göçü sırasında istilalara uğradı, 422 yılında Hunların daha sonra da Ostrogotların saldırılarıyla harab oldu. 6. yyda I Justinianus tarafından etrafına sur çektirilerek onarıldı. Aynı yüzyılda Avarlar ve Slavlar şehre hakim oldular, ama Bizanslılar şehri geri aldılar. 9. yy.da şehir Belgrad adını aldı. Haçlı seferleri sırasında uğrak yer oldu ve Haçlılar tarafından tahrip edildi. Sonraki dönemlerde de Sırp, Macar ve Bulgarlar arasında el değiştirdi. Sırp kralı Stephan Duşan 1354de şehri zaptetti.1389 Kosova Muharebesinden sonra Osmanlıların nüfuz sahasına giren Sırp Devleti, başkentini Belgrada nakletti [1404]. Ancak artan Osmanlı baskısıyla şehir Macarlara bırakıldı.Osmanlılar Belgradı ilk kez II. Murat zamanında [1441] kuşattılar. Ancak II. Muratın da katıldığı altı ay süren kuşatma başarılı olmadı. Belgrad ikinci kez Fatih Sultan Mehmet tarafından 1456da kuşatıldı. Vidindeki Osmanlı donanması Belgrad önlerine geldi. Ancak ordunun yağmaya erken başlaması ve dağınık olması yüzünden başarı sağlanamadı. Osmanlı ordusu geri çekildi ve kuşatma kaldırıldı.2. Belgrad seferi Kanuni dönemindedir. Kanuni Sultan Süleyman, 1 Ağustos 1521de Belgrad önlerindeki ordugâha geldi. Günlerce süren savaştan sonra 8 Ağustosta Belgrad alındı. Kanuni 30 Ağustosta Belgrada girdi ve şehrin en büyük kilisesini camiye çevirdi. Ayrıca Belgradın imarını emretti. Osmanlı hâkimiyetindeki Belgrad, 16. ve 17. yüzyıllarda giderek gelişti, aynı zamanda önemli bir askeri üs ve ticaret merkezi oldu.2. Viyana Kuşatması yenilgisini fırsat bilen Avusturyalılar Belgrada kadar ilerlediler ve Osmanlıların toparlanmasına fırsat vermeden şehri kuşattılar. Belgrad Kalesi 8 Eylül 1688de Avusturyanın eline geçti. Osmanlıların yoğun baskısıyla şehir geri alındıysa da tahribatın boyutları çok büyüktü. Osmanlı kısa sürede şehri imar ettiyse de 1717-1739 ve 1789-1791 yılları arasındaki Avusturya saldırıları ile yeniden tahrip edilmiştir.Belgrad dönemdönem AvusturyayaPasarofça Antlaşması dönem dönem de Osmanlı hâkimiyetine girmiştir [Ziştovi Antlaşması]18. yyda şehir bir sınır kalesi olduktan sonra, yamak denilen yeniçeriler Belgrada muhafız olarak konulmuştu. Bunların Müslüman ve Hristiyan halka karşı kötü davranmaları Sırp ayaklanmasının sebeplerindendiŞablonKaynak belirtilmeli.Sırplar Kara Yorgi önderliğinde tarihe Sırp İsyanı diye geçen isyanı başlattılar. Rusyanın desteklediği Kara Yorgi 13 Aralık 1806da Belgrada girdi. 1812de Osmanlılar Sırbistanı tanıdıysa da 1813 de Rusyanın Napolyonla savaşmasından yararlanarak Belgradı yeniden aldı.1521de Kanuni döneminde Osmanlı topraklarına katılan Belgrad 1878, Belgrad antlaşmasına kadar Osmanlıda kaldı. Bu tarihten sonra Sırbistan istiklalini kazandı ve Belgrad başkent oldu. Bugün hâlâ Belgradda Türk tarihinin ve kültürünün izlerini görmek mümkündür. Osmanlılardan kalma Bayraklı Camii bugün hala Belgarddaki müslümanlara hizmet vermektedir.Belgrad, 1. Dünya Savaşında Avusturyanın işgaline uğradıysa da Sırpların mücadelesiyle Sırbistana başkentlik yapmayı sürdürdü. 2. Dünya Savaşında üç gün devam eden ve 20.000 sivilin ölümüne neden olan Almanyanın hava bombardımanı şehri harap etti. 1944de Yugoslav partizanların yardımıyla Talbuhinin Sovyet birlikleri tarafından kurtarıldı. 2. Dünya Savaşından sonra sanayileşme nedeniyle kırsal kesimden aldığı göçle nüfusu hızla arttı. Günümüzde kentte oturanların çoğu Sırptır, en büyük azınlıklar Hırvatlar ve Karadağlılardır.Belgrad günümüzde bir sanayi merkezidir. Makine aletleri, motorlu araçlar, elektrik donanımı, dokuma ve yapı malzemeleri üretilir. Yugoslavyanın en büyük ticaret merkezi olarak dış ticaretin yarıdan fazlasını elinde tutar.
Kardeşlerim..
* LİZBON *
Lizbon [Portekizce Lisboa], Portekizin başkenti ve en büyük şehridir. Lizbon bölgesine bağlı Büyük Lizbon altbölgesinin belediyelerinden biridir. Tejo Nehrinin oluşturduğu haliç üzerine kurulu olan Lizbon, Atlantik Okyanusu kıyısındadır.
2001 yılında 564.477 nüfusa sahip olan Lizbon şehrinin içinde bulunduğu Lizbon Metropolitan Alanının nüfusu 2005 yılında yaklaşık 2.700.000 civarındadır. Lizbon bölgesi Avrupa Birliği ortalamasının üzerindeki refah düzeyi ile Portekizin en zengin bölgesidir Avrupanın en pitoresk başkentlerinden birisi olan Lizbon Roma ve İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulmuştur. 1260 yılından beri Portekizin başkenti olan şehir 16. yüzyılda Portekiz İmparatorluğu zamanında en ihtişamlı dönemini yaşamıştır.Baixa adı verilen şehir merkezi, 2004 yılında UNESCO Dünya Miras Listesinde yer almak üzere önerilmiştir. Baixa, 1755 yılında şehrin büyük kısmını yıkan depremden sonra planlanarak inşa edilmiştir ve meydanlar ile bezenmiş, dik kesişen bir cadde ve sokak ağına sahiptir. Baixa nın doğusunda Lizbonun kurulduğu yedi tepeden birinin üzerinde São Jorge Kalesi ve Lizbon Katedrali yer alır. Şehrin en eski mahallesi, Tejo Nehrinin yakınındaki Alfamadır. Bu mahalle tarih boyunca süregelen depremlerin çoğundan, fazla yara almadan kurtulmuştur.Diğer görülmeye değer yerler arasında Praça do Comércio [Ticaret Meydanı] ve yakınlarındaki, güzel ön cephesiyle tanınan Nossa Senhora da Conceição Velha Kilisesi, Rossio Meydanı, Restauradores Meydanı, Elevador de Santa Justa [ 1900lü yıllarda Baixa ve Bairro Altoyu birbirine bağlamak için kurulan Neogotik tarzdaki asansör], Jerónimos Manastırı, Belém Kulesi, Padrão dos Descobrimentos [Keşifler Anıtı] ve Carmo Rahibe Manastırı sayılabilir.
Lizbon şehri mimari açıdan çok zengindir. Roma, Gotik, Manuelin, Barok, Geleneksel Portekiz, [Modern]] ve postmodern tarzı yapılar şehrin her yerinde görülebilir. Şehirde aynı zamanda büyük bulvarlar ve bunların üzerinde de çeşitli anıtlar bulunur. Özellikle yukarı kısımda bulunan bu bulvarların arasında Avenida da Liberdade, Avenida Fontes Pereira de Mello, Avenida Almirante Reis ve Avenida da República sayılabilir.Şehrin önemli müzeleri arasında Museu Nacional de Arte Antiga [Antik Sanat Ulusal Müzesi], Museu dos Azulejos [Portekiz tarzı Azulejo Mozaik Müzesi], Museu Calouste Gulbenkian [Calouste Gulbenkian Müzesi, çeşitli antik ve modern sanat eser koleksiyonları mevcuttur], Lisbon Oceanarium [Lizbon Okyanus Müzesi, Avrupadaki en büyük Okyanus Müzesidir], Museu do Design at Centro Cultural de Belém [Tasarım Müzesi], Museu Nacional dos Coches [Ulusal At arabası Müzesi, dünyadaki en geniş kraliyet at arabaları koleksiyonuna sahiptir] ve Museu da Farmácia [Eczacılık Müzesi] sayılabilir.Lizbonun opera salonu Teatro Nacional de São Carlos, özellikle sonbahar ve kış sezonunda yoğun gösterilere sahne olur. Diğer önemli tiyatro ve konser salonları arasında Centro Cultural de Belem, Teatro D. Maria ve Gulbenkian Vakfı sayılabilir.
* Alfama Tarihi tepe
Tarihi 12. yüzyıla kadar dayanan eski Alfama mahallesi Lizbonun mücevherlerinden biri sayılır. Mahalle, barındırdığı Arap ve Romalı unsurlar nedeniyle geçmişte yolculuk hissi uyandırır. Mahallenin adı hamam anlamına gelen Arapça el hamma sözcüğünden gelmektedir. Oldukça dar ve dik olan sokaklarında hüzünlü melodileriyle geleneksel Portekiz müziği fadonun duyulabileceği birçok lokanta ve bar bulunur. Mahallenin yukarısında hem mahallenin hem de Tejo Nehrinin tamamı bütün güzelliğiyle gözler önüne serilmektedir.
* Lizbon Tramvay turu
28 numaralı tramvay hattında yapılan bir gezinti Lizbonu görmenin harika bir yoludur. Yolculuk Rossio yakınındaki Martim Monizde başlar, tepelere doğru döne döne çıkarak eski Alfama mahallesine ulaşır, sonra Basílica da Estrela dan geçerek aşağıya doğru Avrupanın en eski şehir planlama ürünü olan Baixa nın caddelerine gelir. Buradan Bairro Alto nun alt kısımlarından geçerek son durak olan Prazeres e geldiğinizde Lizbonun en güzel manzaralarını görmüş olursunuz.
* Belém Yaşayan Manueline dönemi mimarisi
15 numaralı tramvay hattı, Tejo Nehri boyunca batıya doğru tarihî Belém mahallesine ulaşır. Bu mahallede en ilgi çeken yapı Jeronimos Manastırıdır. İnşası sırasında her yıl 70 kg. altına mal olmuş, yapımı baharat ticaretiyle finanse edilmiştir. Keşiflerle gelen etkilenmenin Gotik ve Rönesans tarzlarıyla karışmasından oluşan Manuelin dönemi mimarinin tipik bir örneğidir. 1501 yılında başlanan inşaat 70 yılda bitirilmiştir. Mahallede ayrıca ilgi çekici olan Torre de Belém [Belém Kulesi] de bulunmaktadır.
* Bairro Alto Gece hayatı
Bairro Alto [Portekizcede yukarı mahalle anlamına gelir] Lizbonun merkezî yerlerinden biridir. Oturma, alışveriş ve eğlence bölgesi olarak kullanılır. Günümüzde Portekiz başkentinin gece kalbinin attığı yerdir ve Lizbon gençliğinin uğrak noktasıdır. Lizbonun Punk, Gay, Metal, Goth, Hip Hop ve Reggae tarzlarındaki barları ve kulüpleri bu mahallede yer alır. Portekizin ulusal müziği fado da Portekiz gece hayatının bir parçasıdır.
* Estação do Oriente Mimarlık mucizesi
Estação do Oriente [Doğu İstasyonu] Lizbonun tren, metro, otobüs ve taksi trafiğinin ana duraklarından birisidir. Cam ve çelikten yapılmış sütunları palmiyeleri andırır ve hem gün ışığında hem de gece aydınlatıldığında yapıyı olağanüstü bir güzelliğe büründürür. Yapı İspanyol mimar Santiago Calatrava tarafından tasarlanmıştır. Alışveriş merkezinden geçtikten sonra karşınıza 1998 Dünya Fuarının [Expo 98] yapıldığı Parque das Nações [Milletler Parkı] çıkar.
Irak, Osmanlı Devletinin çöküşünün ardından Ortadoğuda kurulmuş olan devletlerden birisidir.Tarih içinde daha önce yaşamış bir Irak devleti veya bir Irak halkı olmamıştır. Irak adı da Osmanlı İmparatorluğu döneminde merkeze olan uzaklığından dolayı Irak kelimesiyle isimlendirilmesinden gelmektedir.
Osmanlı dönemindeki Musul, Bağdat ve Basra eyaletlerinin bir araya gelmesiyle Irak oluşmaktadır.Irak 18 ayrı şehirden meydana gelmektedir.Yaklaşık 23 milyon nüfusa sahip olan Irakın %97si Müslüman %65 Şii, %32 Sünni, %3ü ise Hıristiyandır.Etnik dağılım olarak ise %72-75 Arap,%26 Türkmen, %2 Arami Süryani ve diğer etnik unsurlardır.Şiiler Güney Irakta yaşarken, Bağdat civarında Sünni Araplar, Kuzey Irakta ise Kürt ve Türkmen nüfus yaşamaktadır.Irakta çok önemli petrol yatakları mevcuttur.Suudi Arabistandan sonra dünyanın en büyük ikinci petrol rezervine sahip ülkesidir.
Irak, dünyanın en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapmış olan Aşağı Mezopotamya bölgesinde kurulmuş bir devlettir.Bugün Irak, Orta Doğuda yer alan stratejik mevkisiyle, sahip olduğu petrol rezervleri ile Körfezin önemli ülkelerinden biri durumundadır.Irak uzun yıllar İngilterenin hakim gücü altında idare edilmiştir.İngilterenin 1971de Orta Doğudan tamamen çekilmesi ile, bu bölge üzerinde ABD başat güç olmaya başlamıştır.Soğuk Savaş sonrası Orta Doğuda etkisini artıran ABDnin Iraka özel bir politik ilgisi vardır.Yakın dönem Irak tarihinin ABD tarafından şekillendirildiğini söylemek mümkündür.
* Coğrafyası ve Jeostratejisi
Körfez ülkeleri arasında Irak, Suudi Arabistan ve İrandan sonra 437.072 km² ile en büyük yüzölçüme sahip ülkedir.Arap olmayan dünya ile komşu tek Arap körfez devleti Irak, Kürdistan dağlık bölgesi ile kuzeyde Türkiye, batıda Suriye ve Ürdün, doğuda İran, güneyde Suudi Arabistan ve Kuveyt ile çevrilidir. Irakın Körfez ile ilgisi denize çok kısa olan cephesinden kaynaklanır: 924 km² su alanına kara suları sahiptir.Bu görünümü ile tipik bir kara devleti olarak Irak, sınırlı bir stratejik derinliğe sahip olan Kuzey Iraktaki dağlık arazi dışında her taraftan savunmasız sınırlarla çevrili ve denize ulaşımı ise yetersizdir. Körfezin üç büyüklerinden Irakın komşuları İran 1.458 km, Suudi Arabistan 814 km, Suriye 605 km, Türkiye 331 km, Kuveyt 242 km ve Ürdün 181 km ile olan toplam sınır uzunluğu 3.631 kmdir.Sahip olduğu petrol rezervleri ve tarıma elverişli toprakları ile jeopolitik öneme sahip olan Irak Saddam Hüseyinin etkisi ve bölgede özellikle Irak üzerinde hakim unsur olan ABD politikaları ile de Orta Doğu ve Körfezin stratejik hassasiyete ve öneme sahip önemli bir ülkesi durumundadır.
* İklimi
İklimini irdelediğimizde Irakta, soğuk ve kurak kışlar, sıcak, bulutsuz yazlar görülür.Çoğunlukla çöl olması bu sayılan iklimsel sonuçları doğurur.İran ve Türkiye sınırı boyunca uzanan kuzeydeki dağlık bölgeler, yoğun kar yağışı altındadır.Bazen Orta ve Güney Irakta sel görülür.Toz ve kum fırtınaları da diğer doğal afetler arasında yer alır.Çoğunlukla geniş düzlüklerden oluşan bir arazi yapısı vardır.İran sınırında büyük bataklıklar görülür.
* Tarihi
En eski şark medeniyetlerinin doğduğu Mezopotamya, 633-642 yılları arasında İslam toprakları arasına girdi.Emeviler ve Abbasiler dönemlerinde, en parlak devresini yaşadı O zamanlar Bağdat dünyanın en önemli kültür ve ticaret merkeziydi.Irak, 637 yılında Müslümanlar tarafından fethedilmesinden sonra Hz. Ali döneminde İslamın merkezi haline getirilmiş ve başkent Kufaya taşınmıştır.Hz. Ali ile Emeviler arasındaki Saffayin savaşı da Irak sınırları içinde olmuştur.Bu savaşın ardında bu bölge günümüze kadar süren farklı mezhep ve etnik grupların mücadelelerine sahne olmuştur.Emeviler döneminden sonra Abbasiler bu bölgeye hakim olmuş ardından 1055 yılından itibaren Selçukluların hakimiyetine girmiştir.1258 yılından itibaren ise Moğol istilasına uğramış ve iki yüzyıl onların kontrolünde kalmıştır.Tarihi kaynaklar, Dicle Nehrinin günlerce mürekkep renginde aktığı ve binlerce ciltlik kitabı Basra Körfezi' ne taşıdığını kaydederler.Ve hatta telef edilen/yok edilen binlerce kitapla ilimde kaç asır geri gidildiği dikkate değer bir nokta olup aynı zamanda bize Bağdatın o günkü ilmi seviyesini gösteren önemli bir husustur.Daha sonraları Akkoyunluların hakimiyetine 1444-1467 giren, 1499-1508 yılları arasında Safevilerin istilasına uğramıştı.Şiilik ve Sünnilik arasındaki fark Safavi devleti döneminde özellikle yaratılmış ve abartılmıştır.Safaviler kendi iktidarlarını bu mezhep farklılığına dayandırıp oluşturmuşlardır.Tarih boyunca Irak, Sünni Anadolu Türkleri ile Şii İran Türkleri arasındaki hakimiyet mücadelesine sahne oldu. Bu mücadele 1534'te Osmanlıların lehine sonuçlanmış ve ülke 1917ye kadar Osmanlı yönetiminde kalmıştır. Abbasi dönemi 750-1258 hariç, 1920ye kadar süren 2000 yıl boyunca Irak ya başka bir yerde merkezi olan bir imparatorluğa tabi olmuştur,Umaydiler, Moğollar, İlhanlılar ve Osmanlılar ya da Doğu Akdeniz ülkeleri ile İran arasındaki sınır bölgesini oluşturmuştur.Birinci Dünya Savaşı esnasında Osmanlının Ortadoğudan çekilmesini neden olan bazı yerel isyanlar olmuştur.Bu isyanlarda İngilizlerin kışkırtmalarıyla Mekke Emiri Şerif Hüseyin kullanıldı.Şerif Hüseyin ve oğullarına Osmanlının yıkılmasından sonra kurulacak olan Büyük Arap Devletinin Krallığı vaad edildi.Fakat gerçekler söylendiği gibi değildi. Ortadoğu farklı bir paylaşıma sahne oluyordu.Britanya, Fransa ile yapılan Syces-Picot Antlaşması uyarınca Musulu, Fransızların Verimli Hilalin Mısırda Nil nehrinin suladığı alanı,Levantı -İsrailin bulunduğu orta bölüm- ve Fıratla Dicle nehirlerinin suladıkları alanı kapsar kuzeyindeki etki alanından uzaklaştırmıştır ve bilahare Milletler Cemiyetinin de Filistin ve Irak yönetimini Britanyaya bir hak olarak tanımasıyla Britanya Nilden İndüse kadar kırılmaz bir stratejik üstünlük sağlamıştır.Sykes-Picot Antlaşması 1916 yılında Fransız ve İngilizler arasında bir anlaşma yapıldı.Bu anlaşma özellikle Ortadoğunun bugünkü haline gelmesine sebep olması açısından önemlidir.İngiliz Subay Mark Sykes ile Fransız subay Georges Picot Kahirede bir araya gelerek masa başında Ortadoğuyu iki ülke arasında paylaştırdılar.Bu anlaşmaya göre yeni yapay devletler kuruldu.Sykes-Picot hattı denilen bu sınırlar, o dönemin koşullarında Dünyanın iki büyük emperyalist gücü olan İngiltere ve Fransanın Ortadoğu'ya bakış açılarını yansıtmaktadır.Fransız ve İngiliz subaylar bölgenin etnik ve dinsel yapısını göz önünde bulundurmadan sadece kendi çıkarları doğrultusunda harita üzerinde yeni ülkeler oluşturup bazı etnik grupları da parçaladılar.Bu anlaşma sonucunda kurulan devletlerden Irak, Ürdün, Filistin İngiliz bölgesi; Suriye, Lübnan Fransız bölgesi oldu.Irakın tarihi gelişimi ekseninde şimdiye kadar aktarılanları kısaca özetlemek gerekirse, Irak, sahip olduğu coğrafi özellikleri itibariyle ovanın müdahaleye açıklığı sonucu muhtelif güçlerin hakimiyetine girmiş, istilalara uğramış, 1534 yılında Osmanlı Padişahı Kanuni Sultan Süleyman tarafından Osmanlı hakimiyetine dahil edilerek, I. Dünya Savaşına kadar uzun yıllar Osmanlı Devleti'nin bir eyaleti olarak kalmıştır.1918 yılında Irak, Osmanlı Devleti'nden tamamen ayrılmış ve 1920 yılında yapılan San-Remo Konferansında Milletler Cemiyetinin de tanıdığı bir hakla İngiliz manda yönetimine verilmiştir.
Irak Türkmenleri, Irak'ta yaşayan Türklere 1959 yılından sonra, Irak Devleti tarafından Türkiye ile olan kan ve kültür bağlarını unutturmak için,resmi olarak Türkmen denilmiştir.
1918'de sona eren Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye'den koparılarak, Irak adı ile kurulan devletin vatandaşları olarak varlıklarını sürdüren Türklere, uzun yıllar Türkler diye söz edilmiştir.
Türkler, Lozan Konferansı sıralarında İngiliz heyeti tarafından da Türkmenler olarak ifade edilmişlerdi.Irak'ta cumhuriyet dönemini başlatan Abdülkerim Kasım yönetimi de, Türklerin Türkmen olduklarını, bu bakımdan Irak'taki Türk topluluğunun Türkiye değil, Orta Asya kökenli olduklarını göstermeğe çalışmış ve güya Irak'taki Türkmenlerin Türkiye ile olan soy ve kültür bağlarını böylece kesmeye çalışmışlardır.
Irak'ta İlk Türkler [değiştir]
Türklerin Irak'a ilk girişleri 674 tarihlerine kadar uzanmaktadır. Emevî Halifesi Muaviye tarafından Horasan'a gönderilen Ubeydullah bin Ziyad 20.000 kişilik ordusu ile Ceyhun Nehri'ni geçerek, Buhara'ya yönelir. Beykenti de geçen komutan Ubeydullah'ın Buhara'ya yaptığı saldırılar karşısında, Buhara prensesi Hatun1 emrindeki Türk kuvvetleri ile şiddetli çarpışmalardan sonra sulh yapmak zorunda kalır. Böylece Ubeydullah sulhtan sonra, yanına aldığı Türk askerlerini Irak'a götürerek, Basra'ya yerleştirir. Tarihi kaynaklar, Basra'ya yerleştirilen Türk askerlerinin 2000 kişi kadar olduklarını belirtmektedir.
Ayrıca ünlü oryantalist J. H. Kramers, "12. yüzyılda Kerkük civarının, başkenti Erbil olan Türk beyliği Begtekinliler'in idaresinde" olduğunu İslam Ansiklopedisi'nde belirtmek suretiyle, bölgedeki Türk varlığının Osmanlı Devleti'nden önceye dayandığını vurgulamaktadır.
İngiliz İşgali ve Türkmenler [değiştir]
Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda, toprakları İngiliz işgaline uğrayan Musul, Kerkük ve Erbil Türkmenlerinin ileri gelenleri, istilacı güçlere karşı mücadele etmek için, hemen harekete geçmişlerdi. Anadolu toprakları üzerinde yürütülen Milli Mücadele'ye paralel olarak başlayan, bölgedeki hareketler, gücünü yine Anadolu'dan alıyordu. İlk olarak, İngilizlerin, halkı Osmanlı devleti aleyhine kışkırtmalarını önlemek için, acil biçimde önlemler alınmağa başlandı. İngilizlerin bölgedeki siyasi hakimleri, para vererek elde ettikleri bazı aşiret reislerini yanlarına çekmek için büyük gayret gösteriyorlardı. Buna karşılık, Türklerin ileri gelen liderleri, İngilizlerin bu gayretlerini boşa çıkarmak için, olağanüstü çaba harcıyorlardı. Bunların arasında Erbil Türklerinin çok sevilen ve sayılan din alimi Küçük Molla Efendi (1867-1943)'nin, halkı İngilizlere karşı mücadeleye davet eden ve işgalcilerin propagandalarına karşı uyanık olmağa yönelik konuşma ve sohbetleri, büyük etki yapıyordu.
* Türkmen Nüfusu
Irak Türkmenleri, Irakın kuzeyinden itibaren Telafer, Musul, Erbil, Altunköprü, Kerkük, Tuzhurmatu, Kifri, Kara Tepe, Hanekin, Mendeli ve Bağdatın güney doğusunda bulunan Bedreye kadar uzanan bir şerit üzerinde yerleşmektedir. Türkmenlerin nüfusu, devletin asimilasyon politikası doğrultusunda hem gizli tutulmuş, hem de gerçeği yansıtmamaktadır.Halen %13 civarında nüfusa sahiptirler.1958 yılında Bağdatta yayınlanan The Iraqi Revolution 14 th July Celebrations Committee adlı kaynağa ve 1987de Londrada Inquiry Dergisi'nde yayınlanan The Forgotteen Minority:The Turkomans of Iraq adlı makaleye göre 1957 yılında yapılan sayımda Irakta 600.000 Türkmenin yaşadığı belirtilmiştir.Bu kaynaklara göre Irakın % 8,94ü Türkmendir.Daha sonra Irakta yayınlanan resmi kaynaklar ise Türkmenleri % 2 olarak göstermiştir. Türkmenlerin gerçek oranı % 13tür. Iraktaki Türkmen nüfus bugün ise 2-2.5 milyondur.
* Irakta İlk Türkler
Türklerin Iraka ilk girişleri 674 tarihlerine kadar uzanmaktadır.Emevî Halifesi Muaviye tarafından Horasana gönderilen Ubeydullah bin Ziyad 20.000 kişilik ordusu ile Ceyhun Nehrini geçerek, Buharaya yönelir.Beykenti de geçen komutan Ubeydullahın Buharaya yaptığı saldırılar karşısında, Buhara prensesi Hatun1 emrindeki Türk kuvvetleri ile şiddetli çarpışmalardan sonra sulh yapmak zorunda kalır.Böylece Ubeydullah sulhtan sonra, yanına aldığı Türk askerlerini Iraka götürerek, Basraya yerleştirir.Tarihi kaynaklar, Basraya yerleştirilen Türk askerlerinin 2000 kişi kadar olduklarını belirtmektedir.
Ayrıca ünlü oryantalist J. H. Kramers, 12. yüzyılda Kerkük civarının, başkenti Erbil olan Türk beyliği Begtekinlilerin idaresinde olduğunu İslam Ansiklopedisinde belirtmek suretiyle, bölgedeki Türk varlığının Osmanlı Devletinden önceye dayandığını vurgulamaktadır.
Bölgeden bölgeye, ülkeden-ülkeye farklı renklere bürünen Köroğlu Destanı, Türk dünyasının ortak kültür abidelerinden biridir. Köroğlu, Türk kültür coğrafyasının uçsuz bucaksız ufuklarında at koşturan bir halk kahramanının destanıdır. Bu destan, Anadolu, Azerbaycan, İran, Rumeli, Kırım ve Türkmenistanda söylenip dillenmiştir. Köroğlu, Anadoluda Bolu dağlarına yaslanıp Çamlıbele taht kurmuş, Türkmenistanda Balkan dağlarına çekilip Çandıbili yurt edinmiştir. Bu destan, Türkçe konuşan halkların dostluğunu kardeşliğini pekiştirmeye onları bütünleştirmeye büyük katkı sağlayan kudretli kahramanlık dizisidir. Türkmenlerin Göroğlu destanı daha eski ve en zengin varyantlardan birisi olduğu için her zaman bilimadamlarının aradığı kaynak eser niteliğini taşımıştır. Türk araştırmacıları eseri Vamberinin, Chodzkonun, Samoyloviçin kitaplarından, Evliya Çelebi, Mehmet Emin gibi seyyahların yazılarından araştırma imkanını bulmuşlardır. Yalnız kış gecelerinde Türkmenlerin perimasallarının yanısıra daha asil bir zevk almak itibariyle bahşılardan dutarın eşliğinde Göroğlunu dinlemeyi tercih ettiklerini, bu destan ananesinin Türkmenlerin arasında kuvvetli olduğunu Vamberinin, Chodzkonun gözlemlerinden öğrenmişlerdir. Destanın çeşitli varyantları üzerinde derinliğine araştırmalar yapan ve Göroğlu hakkında tez hazırlayan Pertev Naili Boratav araştırmasının sonunda şuna ulaşmıştır Maalesef Türkmen rivayeti elimizde olmadığı için, bütün bu rivayetlerin ne gibi tahriflere maruz kaldığını tayin etmek mümkün değildir. Hatta Türkmen rivayetine en yakın zannettiğimiz Özbek rivayeti bile tam değildir. Destanın günümüze kadar gelmesini de söze ve saza borçluyuz. Bahşılar, ozanlar, aşıklar Göroğlu kervanının başını çekenlerdir. Bu destan, Türk topluluklarının çoğunda bulunmaktadır. Ayrıca, bazı bilim adamları bu destanı iki temel versiyona ayırmıştır Batı yahut Kafkas ve Anadolu anlatmaları Azerbaycan, Gürcü, Anadolu, Gagauz ve diğer Balkan varyantları, Kırım varyantı ikinci versiyon ise Doğu yahut Orta Asya anlatmaları Özbekler, Türkmen, Tacik, Karakalpak, Orta Asya Arapları, Sibirya Tobolları varyantları. Şimdiye kadar Göroğlu destanını araştıranlar Göroğlu kimdir, tarihî bir şahsiyet midir, neden Göroğluna eşkiyalığı yakıştırmışlar? Buna rağmen bu sanat eseri destan, neden böylesine geniş bir coğrafyaya yayılmış, bu destanın kökü nereden kaynaklanmış, neden bu destan yaşamaya ve değişmeye tabii tutulmuş? gibi soruların cevaplandırılması konusu bizi meşgul etmektedir. Göroğlu destanlarının en zengini sayılan Türkmen bölümü ise bu sorulara cevap verecek niteliktedir. Göroğlu destanının çeşitli halklardaki varyantlarının çoğunda geçen bazı kelimeler eserin temel köklerine işaret etmektedir. Göroğlunun yurdu türlü versiyonlarda, meselâ Türkmenlerde Candıbil bazı elyazmalarda Canlıbil, Çanlıbil, Azerilerde Çenlibil, Kazaklarda Cenbil, Türkiye Türklerinde Çamlıbel geçmektedir. Bunlar destanın temelinin bir kökten çıktığına işarettir. Türkmen Göroğlusunda çoğunlukla Teke ili, bazen Teke Yomut ili, bazen de Teke Türkmen ili baş kahramanın yurdu olarak gösterilmektedir. Anadolu varyantlarında da Göroğlunun Türkmenlerden olduğu hakkında bazı ifadeler bulunmaktadır. Örneğin Anadolu varyantının Ayvaz ağlama şiiri şöyle başlamaktadır
Ben bir Türkmen idim, geldim yabandan,
Haberi aldım, ben bir çobandan
Şiirin devamında ise Göroğlunun babasının Türkmen olduğu söylentisi vardır diye açıklama verilmiştir. Anadolu Elazığ varyantında Göroğlu aslen Türkmendir denmektedir. Buralarda Türkmen kelimesinin geçmesi Türkmenlerin tarihi ile ilgili eski dönemlerdeki geniş coğrafyayı bize hatırlatmaktadır. Bunu meşhur Türk tarihçisi Prof. Dr. Faruk Sümerin ifadeleri ile anlatırsak, bizim bu Türkmen dediğimiz grup, o zamanki tarihî bakış açısından, çok geniş anlama sahiptir 11. yüzyıldan itibaren kendilerine Türkmen de denilen Oğuzların Türkiye Türkleri ile İran Azerbaycan, Irak ve Türkmenistan Türklerinin ataları olduklarını biliyoruz. Göroğlu destanı da, o zamanlarda Türkmenlerin bulunduğu bu geniş coğrafyaya yayılmıştır. Pertev Naili Boratav Anadolu, Özbek ve Paris nüshalarını inceleyerek, Göroğlunun menşei hakkında şu sonuca varmıştır Benim Göroğlu rivayetlerini tetkikten sonra vardığım netice, destanın yeni şekliyle alâkadardır. Bugünkü şekliyle Göroğlu destanı aslı itibariyle Türkmen menşeinden görünüyor. Göroğlunun tümüyle ortaya çıkarılması için onun diğer Türk halklarındaki bütün nüshalarının birarada neşredilmesi gerekmektedir. Böylece ortaya çeşitli yönleriyle bir Göroğlu çıkacaktır. Türkmenistanda bazı bölümleri daha önce yayımlanan Türkmen Göroğlu destanı, 30 bölüm halinde tamamı Türkiyede ilk defa Ahmet Yesevi Üniversitesi Yardım Vakfı tarafından yayımlanmıştır. 1997 Uluslararası Mahdumkulu Ödülüne lâyık görülen eser, Annaguli Nurmemmet tarafından Türkiye Türkçesine aktarılmıştır. Halk şairleri ve hikâyecilerinin yüzyıllar boyunca yaşattığı Köroğlu destanının Türkmen varyantı, bütünüyle edebiyat ve bilim çevrelerinin önüne ve gün ışığına bu eserle çıkmaktadır.
Uygurlar, 300 senelik bir süre içinde, Göktürklerin hakimiyeti altında kaldıktan sonra M.S.744 de büyük bir imparatorluk kurmayı başarmışlardı. Uygur boylarının birçokları daha önceleri, Çin sınırlarında gezmişler ve ticaret hayatı ile meşgul olmuşlardı. Bu sebeple büyük dinleri öğrenmişler ve yabancı kültürlere oldukça ısınmışlardı. M.S. 763 senesinden sonra Uygurların, Mani dinini resmi din olarak aldıklarını görüyoruz. Mani adlı bir Hıristiyan papazının temsil ettiği bu din, kök itibarı ile Suriyeden geliyordu. Hıristiyanlık ile Museviliğin bir nevi karışımından doğmuştu. Suriyeden kovulan Mani, İrana gelmiş ve orada birçok mürit edinerek ölmüştü. Bu mezhep, Maninin ölümünden sonra, İranda epey süre yaşamış ve eski İran dinlerinden de birçok unsurlar almıştı. Orta Asyada ve Çinde gezen Mani rahipleri, Uygurların Büyük Kağanı BöğüKağanı ziyaret etmişler ve bu yolla Türkler arasına Mani dinini sokmağıda başarmışlardı Bu sebeple Uygur çağındaki mitolojilerde özellikle Önasya tesirlerini görmek mümkündür. Uygurların da kendilerine göre bir türeyiş efsaneleri vardır. Fakat Uygur türeyiş efsanesi, dış tesirler ne kadar kuvvetli olursa olsunlar, yine de eski Türk özelliklerini muhafaza edebiliyorlardı. Bu efsanenin metin ve açıklamaları Türk mitolojisi adlı eserde geniş olarak belirtilmiştir.
Tola ile Şelenga, birleşir dökülürmüş,
Suların kavşağında, bir ada görülürmüş.
Adanın ortasında, bir tepe göğe ermiş,
Tepenin tam üstünde, bir de kayın göğermiş.
Gün olmuş zaman olmuş, bir ışık peyda olmuş,
Işık gökten inince, kayın da nurla dolmuş,
Ne zaman ki, gün batar, ışık gökten inermiş,
Kayından sesler çıkar, herkes müzik dinlermiş.
Bunu duyan Uygurlar, hep birden şaşırmışlar,
Bu durumu görenler, aklını kaçırmışlar.
On ay on gece kayın, ışık ile sarılmış,
Bir gün tam şafakleyin, kayın birden yarılmış.
Beş güzel çocuk çıkmış, kayının ortasından,
Gözleri kamaştırmış, bakmışlar arkasından.
Gün olmuş zaman olmuş, hepsi kocaman olmuş,
Küçükleri BöğüHan, Uygurlara Han olmuş.
Türklere göre cennette, Kutsal ağaç ile bu ağacın kökünde bir AnaTanrı vardı. Efsanede bazı dış tesirler vardır. Fakat ana motifler, en eski Türk mitolojisinin özelliklerini taşırlar. Türklerde nehirlerin kavuştukları yerler, kutsal idiler. Tıpkı Oğuz destanında olduğu gibi burada da, nehirlerin arasında kutsal bir adacık görülmektedir. Kayın ağacı, Türklerin kutsal ağaçlarından biri idi. Tanrı, kendi haberlerini, kayın ağacı yolu ile gönderirdi. Bu ağaç aynı zamanda, bütün insanlığın atası olan, bir KadınAnayı da içinde saklardı. Dede Korkut kitabında da, şöyle deniyordu Başun ala bakar olsam, başsuz ağaç! Dibün ala bakar olsam, dipsüz ağaç
Eski Türklere göre, ağacın yalnız gövdesi ve yapraklar değil kökleri de önemli idi. Çünkü Dede Korkut kitabında da dendiği gibi, onun kökleri dipsiz, yani, yer altı âleminin en derin noktalarına kadar gidiyor ve oralardan da haber getiriyordu. Gerçi Türklerin bu kutsal ağacı ile, Önasya mitolojisindeki Tuba ağacı arasında, bir ilgi de yok değildi. Ama, aralarındaki fark, çok büyüktü. Sibiryada yaşayan Yakut Türklerinin efsanelerinde, böyle bir ağaç için, şöyle deniyordu
Gitmiş sormuş ağaca, benim anam, kim diye!
Elbet bir atam vardır, benim babam, kim diye!
Ağaç da dile gelmiş, soyunu sayıp dökmüş,
ErSogotoh adlı er, saygı ile diz çökmüş.
Gök tanrısı ErToyon, onun babası imiş,
Karısı Kübey Hatun, onun anası imiş.
Türk mitolojisindeki bu ağaç da, tıpkı İslâmiyetteki Tuba ağacı gibi, gökyüzünde ve cennette bulunuyordu. Fakat Türklerin bu ağacının, bir de sahibi vardı. Yakut efsanesi, ağacın bu sahibini de şöyle anlatıyordu
Bu kutsal ağacın da, var idi bir sahibi,
Bir dişi Tanrı idi saçları da kar gibi!
Kendisi ihtiyardı, göğsü de ap alaca!
Görenler sanır idi, bir keklik gibi kırca!
Memeleri büyüktü, aşağıya sarkardı!
Uzaktan bakan kimse, iki tulum sanardı!
Aslında ise ağaç, normal boydan küçüktü!
Ana Tanrı gelince, ona göre büyürdü!
Büyürken sesler çıkar, gürültüyle esnerdi,
Bu sesler yavaş yavaş, gittikçe genişlerdi.
Sibiryanın en kuzeylerinde yaşayan ve yüzyıllar boyunca, hiçbir yabancı görmeyen Yakut Türklerinin bu efsanesinde de, ağacın sesler çıkardığı ve içinde de, bir AnaTanrınını bulunduğu, açık olarak görülmektedir. Bazı Türk efsanelerine göre ise, bu AnaTanrı zaman zaman ağaçtan çıkıyor ve göklerde geziniyordu. Bazı efsanelerde ise, bu AnaTanrı, denizin diplerinde yaşardı. Altay Türkleri bu AnaTanrıya AkAna adını veriyorlardı. Oda bir yaratıcı idi. Yeri, göğü ve insanları yaratan Tanrı Ülgene, yaratma gücüne de o vermişti. Türk mitolojisindeki AnaTanrı, kutsal kayınlar ve buna benzer daha birçok motifler, çok geniş olarak üzerinde durulması gereken konulardı. Bu meselelerin hepsi, Türk mitolojisi adlı eserimizde ele alınmış ve incelenmiştir.
X. yüzyıldan sonra Altay dağları bölgelerinde, artık büyük Türk devletleri kurulmaz olmuştu. Ama bu bölgelerdeki halk, bir Türk olarak binlerce yıl yaşamış, gelişmiş ve nihayet, soylu Türkler batıya gittikten sonra da dağlar ve vadiler arasında kaybolup, kalmış kimseler idiler. Bu sebeple eski Türk mitolojisinin, en ilksel izlerini, Altay dağları bölgesinde bulmak mümkündür. Fakat zamanla, onlara da dışarıdan birçok tesirler gelmiş ve yeni yeni efsaneler meydana çıkmıştı.Biz Altay dağlarındaki efsaneleri incelerken, bu tarihi gelişimi, hiçbir zaman gözden uzak tutmadık. Etnoğraflar, tarih ve tarih olaylarını bilmedikleri için, Altay dağlarındaki Türklerin efsanelerini sanki birden bire ortaya çıkmış gibi görürler. Bazıları da bunları, binlerce yıldan beri hiç değişmeden zamanımıza kadar gelmiş eserler olarak kabul ederler. Biz ise, Altay dağlarındaki efsaneleri incelerken bütün çabamızı, eski Türklerden kalan motifler ile bu bölgelere sonradan girmiş yabancı tesirleri birbirinden ayırmağa verdik. Altay dağlarında söylenen yaratılış ve türeyiş destanları, değil yalnız Türklerin bütün Orta asya ile Sibiryanın bile, en gelişmiş ve üzerinde ilgi ile durulan mitoloji verileridir. En eski Türklerin ne düşündüklerini bilmiyoruz. Fakat sonradan, Orta asyadan toplanan bütün yaratılış destanlarına göre, yeryüzü başlangıçta, büyük bir okyanus ile kaplı idi. Bir Altay efsanesi, bunun için şöyle diyordu
Yerin yer olduğunda, sular yeri sarardı,
Ne gök, ne ay, ne güneş, ne de bir dünya vardı.
Tanrı uçar dururdu, insan oğluysa tekti,
Oda uçar, uçardı, sanki Tanrıyla eşti.
Uçar, hep uçarlardı, yer yoktu konmazlardı,
Tanrı idiler çünkü, ondan yorulmazlardı.
Yoktu Tanrının hiçbir, başında düşüncesi,
İnsan oğlunun ise, durmadı hiç hilesi.
Altay Türklerinin bu efsanede adı geçen Tanrıları BayÜlgen , yaratıcı bir Tanrı idi. Kendisi yerle gök arasında, yüce Tanrının bir elçisi olarak bulunuyordu. Bu sebeple dünyayı yaratmadan önce, Büyük Tanrının kutsal bir ilhamı, BayÜlgen in bütün varlığını sarmıştı. Çünkü o, dünyayı yaratmak için, Tanrı tarafından yeryüzüne gönderilmişti. Bu durumu, başka bir Altay yaratılış efsanesi, daha güzel anlatıyordu
Dünya bir deniz idi, ne gök vardı, ne bir yer,
Uçsuz bucaksız, sonsuz, sular içreydi her yer.
Tanrı Ülgen uçuyor, yoktu bir yer konacak,
Uçuyor, arıyordu, bir katı yer, bir bucak.
Kutsal bir ilham ile nasılsa gönlü doldu,
Kayıptan gelen bir ses, ona bir çare buldu.
Bu iki efsane, birbirlerini tamamlıyorlardı. Bu sırada dünya, büyük bir okyanusla kaplı idi. Öyle anlaşılıyor ki bu okyanusun üzeri de, ruhlar âlemi ile doluydu. Tıpkı tasavvuftaki Vücûdu mutlak gibi. Altay efsanesindeki bu hali, bir Bektaşi şairi şu nefesinde, ne kadar güzel anlatmıştır
Ârif sundu, aldı Cihânı biçti,
Cebrail çok vakit deryada uçtu,
Hak bir avuç toprak deryaya saçtı,
Derya süzülüp de, yer olmadı mı?
Bu Bektaşî nefeslerinin çoğu, konularını peygamberlerin tarihlerinden almışlardır. Bununla beraber, İslâmiyetle uyuşmayan pek çok Bektaşi şiirlerine de, rastlamıyor değiliz. Tasavvuf edebiyatında Vahdet, bir okyanusa benzetilmişti. Seyyit Nesimi ise, bu vahdet okyanusuna, Mûhit adını veriyordu. Zaten muhit de tasavvuf da, okyanus anl***** geliyordu. Seyyit Nesimiye göre önceleri bu okyanus çok durgun ve sakin idi. Fakat yaratılış, yani tecelli sırasında okyanus coşmuş, kendi deyimi ile, cûşâ ve hurûşa gelmişti. Varlık âleminin meydana gelişi de, yine bu coşkunluk ve dalgalanma sırasında oluyordu.Eski Altay efsanelerinde, büyük bir okyanusun ve suyun esas olmasına rağmen, onlara göre insanoğlu, sudan yaratılmamıştı İnsanoğlu aslı yine topraktı. Altay efsanelerinde bu olay, şöyle anlatılıyordu
Yine günlerden bir gün, Tanrı Ülgen denize,
Bakarak duruyordu, şaşırdı birdenbire.
Bir toprak parçacığı, sularda yüzüyordu,
Toprağın üzerinde, bir kil görünüyordu
Toprak üzerinde, bir kil görünüyordu.
İnsanoğlu bu olsun, insana olsun baba.
Görünmeye başladı, insan gibi bir şekil,
Birden insan olmuştu, toprak üstündeki kil.
İnsanoğlu bu olsun, insana olsun baba.
Bu iki insanın ise, adı olmuştu Erlik.
Bu Altay yaratılış efsanesinde de açık olarak görülüyor ki insanoğlunun aslı, su değil toprak idi. Bununla beraber tasavvuf edebiyatında, kendilerini sudan getiren şairler de yok değildi. Özellikle İslâmiyetin henüz daha çok iyi anlaşılmadığı çağlarda Bektaşi şairleri, kendilerinin sudan geldiklerini ileri sürüyorlardı.
Kim bilür bizi, nice soydanız,
Ne zerrece oddan, ne de sudanuz,
Bize meftun olan marifet söyler,
Biz Horasan ellerinde, baydanuz!
Bizim zahmumuza merhem bulunmaz!
Biz kudret okından, gizlü yaydanuz!..
En eski Bektaşi şairlerinden birisi sayılan Abdal Musanın söylediği bu nefesi, Altay yaratılış destanları ile bir ilgisi vardır diye, buraya almadık. Böyle bir iddiada bulunmak, elbette ki büyük bir ihtiyatsızlık olur. Ama ne yapalım ki, her iki inanışın temellerinde yatan düşünce düzenleri arasında, büyük benzerlikler bulunuyordu. İran mitolojisinde de ilk insan, kil dediğimiz yapışkan topraktan yapılmıştı. Onun için İranlılar ilk insana Kil Şah adını veriyorlardı. Türkler ise daha çok, balçık üzerinde durmuşlardı. Bektaşi şairi Behlûl Danâ şöyle diyordu
Âdemi balçıktan yoğurdun yaptın!
Yapıp da neylersin, bundan sana ne?
Halkettin insanı, saldın Cihana!
Salıp da neylersin, bundan sana ne?..
Şüphesiz ki, Bektaşi şairinin söylediği bu şiirde, İran mitolojisinin de tesirleri vardı. Artık Şah İsmail devrinde, balçıktan çok, toprağa önem veriliyor ve topraktan geldiğimiz söyleniyordu
Hataî ümidüm kesmezem Haktan,
Bizi var eyledi, o demde yoktan,
Balçığımız yuğurmuştu topraktan,
Türâbiyem, yerden bittüm ezelden!..
Öyle anlaşılıyor ki, toprak ve balçıktan türeme inancı, Türkler arasında çok yayılmıştı. Mısırdaki Türklerin yazdıkları eski Türk efsanelerinde de, bu anlayış ve düşünce, zaman zaman kendi kendini gösteriyordu. Mısırdaki Türkler, İran ve eski Samî mitolojilerinden de bir çok şeyler almışlar ve kendilerine göre, yeni bir efsane yaratmışlardı
Yılları sayılmaz, çok çok eski bir çağmış,
Gökler delinmiş gibi pekçok yağmur yağmış.
Dünya sele boğulmuş, bu şiddetli yağmurla.
Yeryüzü hep kaplanmış, sürüklenen çamurla.
Sellerin önündeki, çamurlar bir yol bulmuş,
KaraDağcı dağında, bir mağaraya dolmuş.
Mağaranın içinde, kayalar yarılmışmış,
Yarıkların bazısı, insanı andırırmış.
Kayaların yarığı, insan kalıbı olmuş,
Kalıpların içine, killer, çamurlar dolmuş.
Aradan zaman geçmiş, yıllar asırlar dolmuş,
Bu yarıklarda toprak, sular ile hâlolmuş.
Bütün bu efsanelerin tam metinleri, Türk mitolojisi adlı büyük eserimizde toplanmıştır. Bu eserde, metinler en orijinal kaynaklardan tercüme edildikten sonra birer birer açıklanmış ve bir aydınlığa kavuşturulmak istenmiştir. Biz burada yalnızca kısa örnekler ile, okuyucularımıza bir fikir vermek istiyoruz.İran ve Sâmî mitolojilerindeki, Dört unsur nazariyesi de Türkler arasına girmiş ve benimsenmişti. Ama zamanla İrandaki eski dört unsur nazariyesi, Türkler arasında orijinal şeklini kaybetmiş ve âdeta Türkleşmişti. Karahanlılar çağında yazılan ünlü KutadguBilig adlı eserde bu dört unsur şöyle sayılıyordu
Üçü ateş, üçü su, üçü oldu yel,
Üçü oldu toprak, dünya oldu il.
Türklerde dört unsur, üçerden 12 bölüm meydana getiriyordu. Bu 12 bölüm de, bir takvim ve zaman biriminden başka bir şey değildi.
Dirse Hanın hatunu çekildi geri döndü. Dayanamadı, kırk ince belli kızı beraberine aldı, büyük cins ata binip oğlancığını aramağa gitti. Kışta yazda karı buzu erimeyen Kazılı Dağına geldi çıktı. Alçaktan yüce yerlere koşturup çıktı. Baktı gördü bir derenin içine karga kuzgun iner çıkar, konar kalkar. Büyük cins atını ökçeledi, o tarafa yürüdü. Meğer sultanım, oğlan orada yıkılmıştı. Karga kuzgun kan görüp oğlanın üstüne konmak isterdi. Oğlanın iki köpekceğizi var idi, kargayı kuzgunu kovalardı, kondurmazdı. Oğlan orada yıkılınca boz atlı Hızır oğlana hazır oldu, üç defa yarasını eli ile sıvazladı, Sana bu yaradan korkma oğlan ölüm yoktur, dağ çiçeği ananın sütü ile senin yarana merhemdir dedi, kayboldu.Oğlanın anası oğlanın üstüne koşturup çıka geldi. Baktı gördü oğlancığı alca kana bulanmış yatıyor. Çağırarak oğlancığına söyler, görelim hânım ne söyler Der
Kara süzme gözlerini uyku bürümüş aç artık
On iki kemikçiğin harap olmuş topla artık
Tanrının verdiği tatlı canın seyranda imiş yakala artık
Öz gövdende canın var ise oğul haber bana
Kara başım kurban olsun oğul sana
Akar senin suların Kazılık Dağı
Akar iken akmaz olsun
Biter senin otların Kazılık Dağı
Biter iken bitmez olsun
Koşar senin geyiklerin Kazılık Dağı
Koşar iken koşmaz olsun taş kesilsin
Ne bileyim oğul arslandan mı oldu
Yoksa kaplandan mı oldu ne bileyim oğul
Bu kazalar sana nereden geldi
O gövdende canın var ise oğul haber bana
Kara başım kurban olsun oğul sana
Ağız dilden bir kaç kelime haber ver bana
dedi. Böyle diyince oğlanın kulağına ses geldi. Başını kaldırdı, ansızın gözünü açtı yüzüne baktı. Söylemiş, görelim hanım ne söylemiş
Der
Beri gel ak sütünü emdiğim kadınım ana
Ak bürçekli izzetli canım ana
Akanlardan sularına beddua etme
Kazılık Dağının günahı yoktur
Bitenlerden otlarına beddua etme
Kazılık Dağının suçu yoktur
Koşan geyiklerine beddua etme
Kazılık Dağının günahı yoktur
Arslan ile kaplanına beddua etme
Kazılık Dağının suçu yoktur
Beddua edersen babama et
Bu suç bu günah babamdandır
dedi. Oğlan yine der Ana ağlama, bana bu yaradan ölüm yoktur korkma, boz atlı Hızır bana geldi, üç kere yaramı sıvazladı, bu yaradan sana ölüm yoktur, dağ çiçeği, ananın sütü sana merhemdir dedi. Böyle diyince kırk ince belli kız yayıldılar, dağ çiçeği topladılar. Oğlanın anası memesini bir sıktı sütü gelmedi, iki sıktı sütü gelmedi, üçüncüde kendisini zorladı, iyice doldu, sıktı süt ile kan karışık geldi. Dağ çiçeği ile sütü oğlanın yarasına sürdüler. Oğlanı ata bindirdiler, alarak yurduna gittiler. Oğlanı hekimlere emanet edip Dirse Handan sakladılar.At ayağı çabuk, ozan dili çevik olur. Hanım, oğlanın kırk günde yarası iyileşti, sapa sağlam oldu. Oğlan ata biner kılıç kuşanır oldu, av avlar kuş kuşlar oldu. Dirse Hanın haberi yok, oğlancığını öldü biliyor.O kırk nâmertler bunu duydular ne eyleyelim diye konuştular. Dirse Han eğer oğlancığını görürse bırakmaz bizi hep öldürür dediler. Gelin Dirse Hanı tutalım, ak ellerini ardına bağlayalım, kıl sicim ak boynuna takalım, alıp kâfir ellerine yönelelim diyerek, Dirse Hanı tuttular. Ak ellerini ardına bağladılar, kıl sicim boynuna taktılar, ak etinden kan çıkıncaya kadar dövdüler. Dirse Han yayan, bunler atlı yürüdüler, alıp kanlı kâfir ellerine yöneldiler. Dirse Han esir oldu gider. Dirse Hanın esir olduğundan Oğuz beylerinin haberi yok. Meğer sultanım, Dirse Hanın hatunu bunu duymuş, Oğlancığına karşı varıp söylemiş, görelim hanım ne söylemiş
Der
Görüyor musun ay oğul neler oldu. Sarp kayalar oynamadı yer oyuldu. Yurtta düşman yok iken senin babanın üstüne düşman geldi, o kırk nâmertler babanın arkadaşları babanı tuttular, ak ellerini ardına bağladılar, kıl sicim ak boynuna taktılar, kendileri atlı babanı yayan yürüttüler, alıp kanlı kâfir ellerine yöneldiler. Hânım oğul kalkarak yerinden doğrul, kırk yiğidini beraberine al, babanı o kırk nâmertten kurtar, yürü oğul, baban sana kıydı ise sen babana kıyma dedi.
Oğlanın sözünü kırmadı. Boğaç Bey yerinden kalktı, kara çelik öz kılıcını beline kuşandı, ak kirişli sert yayını eline aldı, altın mızrağını koluna aldı, büyük cins atını tutturdu sıçrayıp bindi, kırk yiğidini beraberine aldı, babasının ardınca koşturup gitti. O nâmertler de bir yerde konmuşlardı, al şarabın keskininden içiyorlardı. Boğaç Han sürüp yetişti. O kırk nâmert de bunu gördüler. Dediler Gelin varalım şu yiğidi tutup getirelim, ikisini bir arada kâfire yetiştirelim dediler. Dirse Han der
Kırk yoldaşım aman Tanrının birliğine yoktur güman Benim elimi çözün, kolca kopuzumu elime verin, o yiğidi döndüreyim. İster beni öldürün ister diriltin, bırakı verin dedi. Elini çözdüler, kolca kopuzunu eline verdiler. Dirse Han oğlancığı olduğunu bilmedi, karşı geldi. Görelim hânım ne söyler
Der
Boynu uzun büyük cins atlar gider ise benim gider
Senin de içinde bineğin var ise söyle bana
Savaşmadan vuruşmadan alı vereyim dön geri
Ağıllardan on bin koyun gider ise benim gider
Senin de içinde etliğin var ise söyle bana
Savaşmadan vuruşmadan alı vereyim dön geri
Develerden kızıl deve gider ise benim gider
Senin de içinde yük taşıyıcın var ise söyle bana
Savaşmadan vuruşmadan alı vereyim dön geri
Altın başlı otağlar gider ise benim gider
Senin de içinde odan var ise yiğit söyle bana
Savaşmadan vuruşmadan alı vereyim dön geri
Ak yüzlü elâ gözlü gelinler gider ise benim gider
Senin de içinde nişanlın var ise yiğit söyle bana
Savaşmadan vuruşmadan alı vereyim dön geri
Ak sakallı ihtiyarlar gider ise benim gider
Senin de içinde ak sakallı baban var ise yiğit söyle bana
Savaşmadan vuruşmadan kurtarayım dön geri
Benim için geldin ise oğlancığımı öldürmüşüm
Yiğit sana günahı yok dön geri
dedi. Oğlan burada babasına söylemiş, görelim hânım ne söylemiş
Boynu uzun büyük cins atlar senin gider
Benim de içinde bineğim var
Bırakmam yok kırk nâmerde
Develerden kızıl deve senin gider
Benim de içinde yük taşıyıcım var
Bırakmam yok kırk nâmerde
Ağıllarda on bin koyun senin gider
Benim de içinde etliğim var
Bırakmam yok kırk nâmerde
Ak yüzlü ela gözlü gelin senin gider ise
Benim de içinde odam var
Bırakmam yok kırk nâmerde
Ak sakallı ihtiyarlar senin gider ise
Benim de içinde bir aklı şaşmış bilinci yitmiş ihtiyar babam var
Bırakmam yok kırk nâmerde
dedi. Kırk yiğidine tülbent salladı, el eyledi. Kırk yiğit büyük cins atını oynattı, oğlanın etrafına toplandı. Oğlan kırk yiğidini beraberine aldı, at tepti, cenk ve savaş etti. Kiminin boynunu vurdu, kimini, esir eyledi. Babasını kurtardı, çekildi geri döndü. Dirse Han burada oğlancığının sağ olduğunu bildi. Hanlar hanı Bayındır oğlana beylik verdi, taht verdi. Dedem Korkut destan söyledi deyiş dedi, bu Oğuznameyi düzdü koştu, böyle dedi
Onlar da bu dünyaya geldi geçti
Kervan gibi kondu göçtü
Onları da ecel aldı yer gizledi
Fâni dünya yine kaldı
Gelimli gidimli dünya
Son ucu ölümlü dünya
Kara ölüm geldiğinde geçit versin. Sağlıkta, akılla devletini Hak artırsın. O övdüğüm yüce Tanrı dost olarak medet eriştirsin.Dua edeyim hânım Yerli kara dağların yıkılmasın. Gölgeli büyük ağacın kesilmesin Taşkın akan güzel suyun kurumasın. Kanatlarının uçları kırılmasın. Koşar iken ak boz atın sendelemesin. Vuruşunca kara çelik öz kılıcın çentilmesin. Dürtüşürken alaca mızrağın ufanmasın, ak bürçekli ananın yeri cennet olsun. Ak sakallı babanın yeri cennet olsun. Hakkın yandırdığı çıran yana dursun. Kadir Tanrı seni nâmerde muhtaç eylemesin hânım hey! ..
Bir gün Kam Gan oğlu Han Bayındır yerinden kalkmıştı. Büyük otağını yer yüzüne diktirmişti. Alaca gölgeliği gök yüzüne yükselmişti. Bin yerde ipek halıcığı döşenmişti. Hanlar hanı Bayındır yılda bir kere ziyafet verip Oğuz beylerini misafir ederdi. Yine ziyafet tertip edip attan aygır, deveden buğra, koyundan koç kestirmişti. Bir yere ak otağ, bir yere kızıl otağ, bir yere kara otağ kurdurmuştu. Kimin ki oğlu kızı yok, kara otağa kondurun, kara keçe altına döşeyin, kara koyun yahnisinden önüne getirin, yerse yesin, yemezse kalksın gitsin demişti. Oğlu olanı ak otağa, kızı olanı kızıl otağa kondurun, oğlu kızı olmayana Allah Teâla beddua etmiştir, biz de beddua ederiz, böyle bilsin demişti. Oğuz beyleri bir bir gelip toplanmağa başladı. Meğer Dirse Han derlerdi bir beyin oğlu kızı yok idi. Söylemiş, görelim hânım ne söylemiş
Serin serin tan yelleri estiğinde
Sakallı boza çalan çayır kuşu öttüğünde
Sakalı uzun müezzin ezan okuduğunda
Büyük cins atlar sahibini görüp homurdandığında
Aklı karalı seçilen çağda
Göğsü güzel koca dağlara gün vurunca
Bey yiğitlerin kahramanların birbirine koyulduğu çağda
Sabahın ilk aydınlığında Dirse Han kalkarak yerinden doğrulup, kırk yiğidini beraberine alıp Bayındır Hanın sohbetine geliyordu.Bayındır Hanın yiğitleri Dirse Hanı karşıladılar. Getirip kara otağa kondurdular. Kara keçe altına döşediler. Kara koyun yahnisinden önüne getirdiler.Bayındır Handan buyruk böyledir hânım, dediler. Dirse Han Bayındır Han benim ne eksikliğimi gördü, kılıcımdan mı gördü, soframdan mı gördü, benden aşağı kimseleri ak otağa, kızıl otağa kondurdu, benim suçum ne oldu ki kara otağa kondurdu. dedi.Dediler Hanım, bugün Bayındır Handan buyruk şöyledir ki oğlu kızı olmayana Tanrı Teâla beddua etmiştir, biz de beddua ederiz demiştir. Dirse Han yerinden kalktı Kalkarak yiğitlerim yerinizden doğrulun, bu garaip bana ya bendendir ya hatundandır dedi. Dirse Han evine geldi. Çağırıp hatununa söyler, görelim ne söyler
Deyiş
Beri gel başımın bahtı evimin tahtı
Evden çıkıp yürüyünce servi boylum
Topuğunda sarmaşınca kara saçlım
Kurulu yaya benzer çatma kaşlım
Çift badem sığmayan dar ağızlım
Kavunum yemişim düvleğim küçük kavun
Görüyor musun neler oldu
Kalkarak Han Bayındır yerinden doğrulmuş, bir yere ak otağ, bir yere kızıl otağ, bir yere kara otağ diktirmiş. Oğulluyu ak otağa, kızlıyı kızıl otağa, oğlu kızı olmayanı kara otağa kondurun, kara keçe altına döşeyin, kara koyun yahnisinden önüne getirin, yerse yesin, yemezse kalksın gitsin, onun ki oğlu kızı olmaya Tanrı Teala ona beddua etmiştir, biz de beddua ederiz demiş. Ben varınca gelerek karşıladılar kara otağa kondurdular, kara keçe altıma döşediler, kara koyun yahnisinden önüme getirdiler, Oğlu kız olmayana Tanrı Teala beddua etmiştir, biz de beddua ederiz, böyle bil dediler. Senden midir, benden midir, Tanrı Teala bize bir topaç gibi oğul vermez nedendir dedi, söyledi
Han kızı yerimden kalkayım mı
Yakan ile boğazından tutayım mı
Kaba ökçemin altına atayım mı
Kara çelik öz kılıcımı elime alayım mı
Öz gövdenden başını keseyim mi
Can tatlılığını sana bildireyim mi
Alca kanını yer yüzüne dökeyim mi
Han kızı sebebi nedir söyle bana
Müthiş gazap ederim şimdi sana
Dirse Hanın hatunu söylemiş, görelim ne söylemiş. Der Hey Dirse Han, bana gazap etme, incinip acı sözler söyleme. Yerinden kalk, alaca çadırını yer yüzüne diktir, attan aygır, deveden buğra, koyundan koç kes. İç Oğuzun, Dış Oğuzun beylerini başına topla. Aç görsen doyur, çıplak görsen donat, borçluyu borcundan kurtar. Tepe gibi et yığ, göl gibi kımız sağdır, büyük ziyafet ver. Dilek dile, olur ki bir ağzı dualının hayır duası ile Tanrı bize bir topaç gibi çocuk verir. Dirse Han dişi ehlinin sözü ile büyük bir ziyafet verdi, dilek diledi. Attan aygır, deveden buğra koyundan koç kestirdi. İç Oğuz, Dış Oğuz beylerini başına topladı. Aç görse doyurdu.Çıplak görse donattı. Borçluyu borcundan kurtardı. Tepe gibi et yığdı, göl gibi kımız sağdırdı. El kaldırdılar, dilek dilediler. Bir ağzı dualının hayır duası ile Allah Teala bir çocuk verdi. Hatunu hamile oldu. Bir nice müddetten sonra bir oğlan doğurdu. Oğlancığını dadılara verdi, baktırdı.At ayağı çabuk, ozan dili çevik olur. Her kemikli gelişir, kaburgalı büyür. Oğlan on beş yaşına girdi. Oğlanın babası Bayındır Hanın ordusuna karıştı.Meğer hânım, Bayındır Hanın bir boğası var idi, bir de erkek devesi var idi. O boğa sert taşa boynuz vursa un gibi öğütürdü. Bir yazın bir güzün boğa ile erkek deveyi savaştırırlardı. Bayındır Han kudretli Oğuz beyleri ile temaşa ederdi, seyreder eğlenirdi.Meğer sultanım, gene yazın boğayı saraydan çıkardılar.Üçkişi sağ yanından üçkişi sol yanından demir zincir ile boğayıtutmuşlardı. Gelip meydanın ortasında koyu verdiler. Meğer sultanım, Dirse Hanın oğlancığı üç de kabile çocuğu meydanda aşık oynuyorlardı. Boğayı koyu verdiler, oğlancıklara kaç dediler.O üç oğlan kaçtı. Dirse Hanın oğlancığı kaçmadı, ok meydanın ortasında baktı durdu. Boğa da oğlana sürdü geldi. Diledi ki oğlanı helak kılsın. Oğlan yumruğu ile boğanın alnına kıyasıya tutup vurdu. Boğa geri geri gitti. Boğa oğlana sürdü tekrar geldi. Oğlan yine boğanın alnına yumruğu ile sert vurdu. Oğlan bu sefer boğanın alnına yumruğunu dayadı, sürdü meydanın başına çıkardı. Boğa ile oğlan bir hamle çekiştiler. İki kürek kemiğinin üstüne boğanın köpük bağlandı. Ne oğlan yener, ne boğa yener. Oğlan fikreyledi Bir dama direk vururlar, o dama destek olur, ben bunun alnına niye destek oluyorum duruyorum dedi. Oğlan boğanın alnından yumruğunu çekti, yolundan savuldu. Boğa ayak üstünde duramadı, düştü tepesinin üstüne yıkıldı. Oğlan bıçağına el attı, boğanın başını kesti. Oğuz beyleri gelip oğlanın başına toplandılar, aferin dediler. Dedem Korkut gelsin, bu oğlana ad koysun, beraberine alıp babasına varsın, babasından oğlana beylik istesin, taht alı versin dediler.Çağırdılar, Dedem Korkut gelir oldu. Oğlanı alıp babasına vardı. Dede Korkut oğlanın babasına söylemiş, görelim hanım ne söylemiş
Hey Dirse Han beylik ver bu oğlana
Taht ver erdemlidir
Boynu uzun büyük cins at ver bu oğlana
Biner olsun hünerlidir
Ağıllardan on bin koyun ver bu oğlana
Etlik olsun hünerlidir
Develerden kızıl deve ver bu oğlana
Yük taşıyıcı olsun hünerlidir
Altın başlı otağ ver bu oğlana
Gölge olsun erdemlidir
Omuzu kuşlu cübbe elbise ver bu oğlana
Giyer olsun hünerlidir.
Bayındır Hanın ak meydanında bu oğlan cenk etmiştir, bir boğa öldürmüş senin oğlun, adı Boğaç olsun. Adını ben verdim yaşını Allah versin dedi. Dirse Han oğlana beylik verdi, taht verdi.Oğlan tahta çıktı, babasının kırk yiğidini anmaz oldu. O kırk yiğit haset eylediler, birbirine söylediler Gelin oğlanı babasına çekiştirelim, olur ki öldürür, gene bizim izzetimiz hürmetimiz onun babasının yanında hoş olur, ziyade olur dediler. Vardı bu kırk yiğidin yirmisi bir yana, yirmisi de bir yana oldu. Önce yirmisi vardı, Dirse Hana şu haberi getirdi, der Görüyor musun Dirse Han neler oldu, murada maksuda ermesin, senin oğlun kötü çıktı hayırsız çıktı, kırk yiğidini yanına aldı, kudretli Oğuzun üstüne yürüyüş etti. Nerede güzel ortaya çıktı ise çekip aldı. Ak sakallı ihtiyarın ağzına sövdü, ak bürçekli kadının sütünü çekti. Akan duru sulardan haber geçer, çapraz yatan Ala Dağdan haber aşar, hanlar hanı Bayındıra haber varır. Dirse Hanın oğlu böyle görülmemiş şey yapmış derler gezdiğinden öldüğün daha iyi olur. Bayındır Han seni çağırır, sana müthiş gazap eyler, böyle oğul senin nene gerek, böyle oğul olmaktan olmamak daha iyidir, öldürsene dediler. Dirse Han, Varın getirin, öldüreyim dedi. Böyle deyince hânım, o nâmertlerin yirmisi daha çıka geldi ve bir dedikodu da onlar getirdiler. Der Kalkarak Dirse Han senin oğlun yerinden doğruldu, göğsü güzel koca dağa ava çıktı, sen var iken av avladı kuş kuşladı,al şarabın keskininden aldı içti, anası ile sohbet eyledi, babasına kast eyledi, senin oğlun kötü çıktı hayırsız çıktı. Çapraz yatan Ala Dağdan haber geçer, hanlar hanı Bayındıra haber varır. Dirse Hanın oğlu böyle görülmemiş şey yapmış derler, seni çağırtırlar. Bayındır Hanın katında sana gazap olur, böyle oğul nene gerek, öldürsene dediler. Dirse Han der Varın getirin öldüreyim, böyle oğul bana gerekmez dedi. Dirse Hanın hizmetkârları der Biz senin oğlunu nasıl getirelim, senin oğlun bizim sözümüzü dinlemez,bizim sözümüzle gelmez kalkıp yerinden doğrulyiğitlerini okşa beraberine al, oğluna uğra, yanına alıp ava çık, kuş uçurup av avlayıp oğlunu oklayıp öldürmeğe bak. Eğer böyle öldürmezsen bir türlü daha öldüremezsin, böyle bil dediler.
Deyiş
Serin serin tan yelleri estiğinde
Sakallı boza çalan çayır kuşu öttüğünde
Büyük cins atlar sahibini görüp homurdandığında
Sakalı uzun müezzin ezan okuduğunda
Aklı karalı seçilen çağda
Kudretli Oğuzun gelininin kızının bezendiği çağda
Göğsü güzel koca dağlara gün vurunca
Bey yiğitlerin kahramanların birbirine koyulduğu çağda
Sabahın ilk aydınlığında Dirse Han yerinden kalktı. Oğlancığını yanına alıp kırk yiğidi beraberine aldı, ava çıktı.Av avladılar, kuş kuşladılar. O kırk nâmerdin bir kaçı oğlanın yanına geldi, der Baban dedi geyikleri kovalasın getirsin benim önümde tepelesin, oğlumun at koşturuşunu, kılıç çalışını, ok atışını göreyim, sevineyim, kıvanayım güveneyim dedi dediler.Oğlandır nebilsin geyiği kovalıyordu getiriyordu, babasının önünde vuruyordu. Babam at koşturuşuma baksın kıvansın, ok atışıma baksın güvensin, kılıç, çalışıma baksın sevinsin diyordu. O kırk nâmertler derler Dirse Han, görüyor musun oğlanı, kırda bayırda geyiği kovalıyor senin önüne getiriyor, geyiğe atarken ok ile seni vurup öldürecek, oğlun seni öldürmeden senoğlunu öldürmeğe bak dediler.Oğlan geyiğikovalarken babasının önünden gelip gidiyordu. Dirse Han Korkut sinirli sert yayını eline aldı. Üzengiye kalkıp kuvvetle çekti, doğrultup attı, oğlanı iki küreğinin arasından vurup çaktı, yıktı. Ok isabet etti, alca kanı fışkırdı koynu doldu, büyük cins atının boynunu kucakladı yere düştü. Dirse Han istedi ki oğlancığının üstüne gürleyip düşsün. O kırk nâmert bırakmadı. Atının dizginini döndürdü, yurduna gelir oldu.Dirse Hanın hatunu oğlancığımın ilk avıdır diye attan aygır, deveden buğra, koyundan koç kestirdi. Oğuz beylerine ziyafet vereyim dedi. Toparlanıp yerinden kalktı, kırk ince kızı beraberine aldı, Dirse Hana karşı vardı. Başını kaldırdı Dirse Hanın yüzüne baktı. Sağ ile soluna göz gezdirdi, oğlancığını görmedi. Kara bağrı sarsıldı, bütün yüreği oynadı, kara süzme gözleri kan yaş doldu. Çağırıp Dirse Hana söyler, görelim hânım ne söyler
Beri gel başımın bahtı evimin tahtı
Han babamın güveyisi
Kadın anamın sevgisi
Babamın anamın verdiği
Göz açıp da gördüğüm
Gönül verip sevdiğim
A Dirse Han
Kalkarak yerinden doğruldun
Yelesi kara cins atına sıçrayıp bindin
Göğsü güzel koca dağa ava çıktın
İki vardın bir geliyorsun yavrum hani
Karanlık gecede bulduğun oğul hani
Çıksın benim görür gözüm a Dirse Han yaman seğriyor
Kesilsin oğlanın emdiği süt damarım yaman sızlıyor
Sarı yılan sokmadan akça tenim kalkıp şişiyor
Yalnızca oğul görünmüyor bağrım yanıyor
Kuru kuru çaylara su saldım
Kara elbiseli dervişlere adaklar verdim
Aç görsem doyururdum çıplak görsem donattım
Tepe gibi et yığdım göl gibi kımız sağdırdım
Dilek ile bir oğul zorla buldum
Yalnız oğul haberini a Dirse Han söyle bana
Karşı yatan Ala Dağdan bir oğul uçurdunsa söyle bana
Taşkın akan koşan sudan bir oğul akıttınsa söyle bana
Aslan ile kaplana bir oğul yedirdinse söyle bana
Kara giyimli azgın dinli kâfirlere bir oğul aldırdınsa söyle bana
Han babamın katına ben varayım
Ağır hazine bol asker alayım
Azgın dinli kâfire ben varayım
Paralanıp cins atımdan inmeyince
Yenim ile alca kanımı silmeyince
Kol but olup yer üstüne düşmeyince
Yalnız oğul yollarından dönmeyeyim
Yalnız oğul haberini a Dirse Han söyle bana
Kara başım kurban olsun bugün sana
dedi, feryat figan eyledi ağladı. Böyle deyince Dirse Han hatununa cevap vermedi. O kırk nâmert karşı geldi, der Oğlun sağdır esendir, avdadır, bugün yarın nerde ise gelir, korkma kaygılanma, bey sarhoştur cevap veremez dediler.
Her şeyden önce su vardı. Yer, ay, gök, güneş yoktu. Tanrı Kara Han Kuday ile Kişi vardı. İkisi de birer kara kaz gibi su üzerinde uçuyorlardı. Tanrı Kara Han bir şey düşünmüyordu. O sırada Kişi, yeli bulup suyu dalgalandırdı. Kara Hanın yüzüne su sıçrattı. Bunu yapınca da kendisinin Tanrıdan güçlü olduğunu sandı daha yüksekte uçmak istedi. Ama uçamadı suya düşüp dibe battı. Boğulmak üzereydi. Bana yardım et diye bağırıp Kara Handan yardım istedi.Tanrı Kara Han izin verdi, Kişi su yüzüne boğulmadan çıktı. Sonra Tanrı, Sağlam bir taş olsun dedi. Suyun dibinden bir taş yükseldi. Kara Han ile Kişi, bu taşın üzerine oturdular. Kara Han, Kişiye Suya dal, suyun dibinden toprak çıkar diye buyruk verdi. Kişi, Tanrının buyruğunu yerine getirdi. Suyun dibinden çıkardığı toprağı Kara Hana götürdü. Kara Han, Kişinin getirdiği toprağı suyun üzerine serperken Yer olsun diye buyurdu. Buyruk yerine geldi, yeryüzü yaratıldı. Kara Han, yine Kişiye Suya dal, suyun dibindeki topraktan çıkar diye buyruk verdi. Kişi, suya daldığında, bu kez kendim için de toprak alayım diye düşündü. İki avucuna da toprak doldurdu bir avucundakini Kara Handan gizlemek için ağzına attı. Dileği, Kara Handan gizli kendine göre bir yer yaratmaktı. Avucundaki toprağı getirip Kara Hana uzattı. Kara Han, toprağı suyun üzerine serpip genişlemesini buyurdu. Kara Hanın suya serptiği toprak gibi, Kişinin ağzındaki toprak da büyüyüp genişlemeğe başladı. Kişi korktu soluğu kesildi, öleyazdı. Kaçmağa başladı. Ancak, nereye kaçsa yanı başında Tanrı Kara Hanın varlığını hissediyordu. Ondan kaçamıyordu. Çaresiz kaldı, Tanrıya yalvarmağa başladı Tanrı Gerçek Tanrı Bana yardım et. Kara Han, Kişiye Ağzındaki toprağı ne için sakladın dedi. Kişi, Kendime yer yaratmak için saklamıştım diye yanıt verdi. Kara Han da, Öyleyse at ağzından ve kurtul dedi. Kişinin ağzındaki toprak yere dökülürken küçük tepeler oluştu. Kara Han, Artık sen günahlı oldun dedi, Bana karşı geldin. Kötülük düşündün. Bundan sonra sana uyanlar, senin gibi kötülük düşünenler senin gibi kötü kişi olacak bana uyanlar ise iyi ve pak kişiler olacak, güneş ve aydınlık yüzü görecek. Ben, gerçek Kurbustan adını almışımdır bundan sonra senin adın da Erlik olsun. Günahlarını benden saklayanlar senin adamın olsun, günahlarını senden saklayanlar benim adamım olsun.Yeryüzünde, dalsız budaksız bir ağaç yeşerdi. Kara Han, bu dalsız budaksız ağaçtan hoşlanmadı. Dalları, yaprakları olmayan ağaca bakmak güzel değil. Bu ağacın dokuz dalı olsun dedi. Dalsız budaksız ağaç birden dokuz dallı oldu. Kara Han, Dokuz dalın herbirinin kökünden, birerden dokuz kişi türesin bunlar dokuz millet olsun dedi. Erlik, bunlar olurken büyük birgürültü duydu. Nedir acaba diyedüşündü. Kara Hana gürültünün nedenini sordu. Kara Han, Ben bir hakanım, sen de kendince bir hakansın. İşittiğin gürültüyü yapanlar benim insanlarımdır dedi. Erlik, Kara Handan bu insanları kendisine vermesini istedi. Kara Han, Olmaz diye karşıladı Sen git kendi işine bak Erlikin canı sıkıldı. Hele bir gidip şu insanları göreyim diyerek kalabalığın yanına vardı. Orada insanlardan başka yaban hayvanları, kuşlar ve daha nice yaratıklar vardı. Erlik, Kara Han bunları nasıl yarattı acaba, bunlar ne yer, ne içerler diye düşündü. O düşüne dursun, insanlar ağacın yemişlerinden yemeğe başlamışlardı. Erlik baktı ki, insanlar ağacın yalnızca bir yanındaki yemişleri yiyorlaröte yandakilere ellerini sürmüyorlar. İnsanlara bunun nedenini sordu. İnsanlar, şu yanıtı verdiler Tanrı bize o yandaki yemişlerden yemeği yasakladı. Biz yalnızca Tanrının izin verdiği, ağacın gündoğusundaki yemişlerden yiyoruz. Şu gördüğün yılan ile köpek, yasak yandaki yemişleri yemememiz için bekçilik ediyor. Bu yanıt, Erliki sevindirdi. Erlik Körmös, insanlardan Doğanay Törüngey denilen erkeğe yaklaştı. Ona Kara Han size yalan söylemiş. Asıl, yasakladığı yemişlerden yemeniz gerekir. Onlar daha tatlıdır. Bir deneyin göreceksiniz dedi. Erlik, uyumakta olan yılanın ağzına girdi ağaca çıkmasını söyledi. Yılan, ağaca çıkıp yasak yemişlerden yedi. Doğanayın karısı Ece Eje, yanlarına geldi. Erlik, Doğanay ile Eceye de yasak yemişlerden yemelerini söyledi. Doğanay, Kara Hanın sözünü tutarak yasak yemişlerden yemedi. Karısı Ece dayanamadı, yedi. Yemiş çok tatlı idi. Alıp kocasının ağzına sürdü. Doğanay ile Ecenin tüyleri birden döküldü. Utandılar. Kaçıp herbiri bir ağacın ardına saklandılar. Kara Han oraya geldi. İnsanlar, kaçışıp bir köşeye gizlenmişlerdi. Kara Han Doğanay Ece Doğanay Ece diye haykırdı, Neredesiniz ?. Doğanay ile Ece Ağaçların arkasındayız dediler, Karşına çıkamıyoruz, utanıyoruz. Sonra, olanları bir bir anlattılar. Kara Han, bildiği şeyleri duymanın öfkesi içinde herbirine ayrı cezalar verdi. Şimdi sen de Erlikten bir parça oldun diyerek yılana verdi ilk cezayı. İnsanlar sana düşman olsun seni görünce vurup, ezip öldürsünler dedi. Eceye döndü, Sen, Erlikin sözüne uydun. Yasak yemişi yedin. Cezanı çekeceksin. Çocuk doğuracaksın. Doğururken de acı çekeceksin. Sonunda öleceksin, ölümü tadacaksın. Doğanaya da şöyle diyerek cezasını verdi Erlikin gösterdiğini yedin.Benim sözümü dinlemedin, Körmös Erlikin sözüne uydun. Onun adamları onun dünyasında yaşar, karanlıklar dünyasında bulunur. Benim ışığımdan yoksun kalır. Körmös Şeytan, Erlik bana düşman oldu sen de ona düşman olacaksın. Benim sözümü dinleseydin, benim gibi olacaktın. Dinlemediğin için dokuz oğlun, dokuz da kızın olacak. Bundan sonra ben, insan yaratmayacağım. Artık, insanlar senden türeyecek. Kara Han, Erlike de kızdı. Benim adamlarımı niçin aldattın ? diye sordu öfkeyle. Erlik Ben istedim, sen vermedin dedi, Ben de senden çaldım. Artık, hep çalacağım. Atla kaçarlar ise düşürüp çalacağım. İçip içip esrirler sarhoş olurlar ise birbirlerine düşürüp döğüştüreceğim. Suya girseler, ağaçlara çıksalar bile yine çalacağım. Kara Han da, Öyleyse dokuz kat yerin altında ayı, güneşi olmayan karanlık bir dünya vardır. Seni oraya atıyorum diyerek Erliki cezalandırdı. Her şey bitince, bütün insanlara birden ceza verdi. Bundan sonra kendi yemeğinizi kendiniz kazanacak, gücünüzle elde edeceksiniz benim yemeğimden yemek yok dedi, Artık, yüz yüze gelip sizinle konuşmayacağım. Bundan sonra size Gök Oğulu MayTere göndereceğim.Gök Oğul, insanlara birçok şey öğretti. Arabayı da Gök Oğul yaptı. Ot köklerini, yenilebilecek otları insanlara öğretti. Erlik, Gök Oğula yalvardı Ey Gök Oğul, bana yardım et. Kara Handan izin dile. Yanına çıkmak istediğimi söyle. Yardım et bana. Gök Oğul, Erlikin dileğini Kara Hana iletti. Kara Han aldırış etmedi.Gök Oğul altmış yıl yalvardı.
Sonunda Kara Han, Erlike haber gönderdi Düşmanlıktan vazgeçersen, insanlara kötülük etmezsen sana izin veririm, yanıma gelirsin Erlik, söz verdi. Kara Hanın katına çıktı. Baş eğdi. Beni kutsa. Bana izin ver, ben de kendime gökler yapayım diye yalvardı. Kara Han, izin verdi. Erlik, kendisi için gökler yaptı. Adamlarını topladı, yaptığı göklere yerleştirdi kendisi de başlarına geçti. Çok kalabalık oldular. Kara Hanın en sevgili kullarından olan Ulu Kişi MandıŞire, bu duruma çok üzüldü. Üzüntü içinde düşündü Bizim öz kişilerimiz yeryüzünde sıkıntı çekip yoruluyor. Erlikin adamları ise, göklerde keyfedip duruyor. Ulu Kişi, bu üzüntü içinde Erlike savaş açtı. Erlik, daha güçlü çıktı. Ateş ile vurup Ulu Kişiyi kaçırdı. Ulu Kişi, Kara Hanın katına çıktı. Kara Han, Nereden geliyorsun ? dedi. Ulu Kişi, Erlikin adamlarının gökte oturması, bizim adamlarımızın ise yeryüzünde binbir güçlük içinde yaşamaları ağırıma gitti. Erlikin yandaşlarını yere indirmek, göklerini başına yıkmak için Erlikle savaştım. Gücüm yetmedi, o beni kaçırdı diye üzgün ve ağlamaklı yanıt verdi. Kara Han, üzülmemesini söyledi. Erlike benden başka kimsenin gücü yetmez dedi, Erlikin gücü senden çoktur. Ama gün gelecek, senin gücün Erlikin gücünden üstün olacak.UluKişinin yüreği serinledi rahat rahat uyudu.Gün geldi UluKişi güçleneceğini anladı. O gün Kara Han, Ulu Kişiyi yanına çağırdı. Var git. Güçlendin artık. Erlikin göklerini başına yıkacak güce kavuşturdum seni. Dileğine ereceksin dedi, Sana, kendi gücümden güç verdim. Ulu Kişi şaşırdı Yayım yok, okum yok. Kargım yok, kılıcım yok. Kupkuru bir bileğim var. Yalnız bilek gücüyle Erliki nasıl yok edebilirim?. Kara Han, Ulu Kişiye bir kargı verdi. Ulu Kişi, kargıyı alıp Erlikin göklerine gitti. Erliki yendi, kaçırdı göklerini kırdı geçirdi. Erlikin gökleri parça parça oldu, yeryüzüne döküldü. O güne değin dümdüz olan yeryüzü, o günden sonra kayalıklarla, sivri dağlarla doldu. Görklü Tanrının özene bezene yarattığı güzelim yeryüzü eğri büğrü oldu. Erlikin bütün yandaşları yere döküldü suya düşenler boğuldu, ağaca çarpanlar sakatlanıp can verdi, sivri kayaların üstüne düşenler öldü, hayvanlara çarpanlar hayvanların ayakları altında kaldılar.Erlik, varıp Kara Handan kendine yeni bir yer istedi. Benim göklerimin yıkılmasına sen izin verdin barınacak yerim kalmadı dedi. Kara Han, Erliki yerin altındaki karanlıklar ülkesine sürdü. Üzerine yedi kat kilit vurdu. Burada gün ışığı, ay ışığı görmeyesin. Üzerinde sönmez ateşler olsun. İyi olursan yanıma alır, kötü olursan daha derinlere sürerim dedi. Bunun üzerine Erlik, Öyleyse ölmüş kişilerin canlarını bana ver gövdeleri senin olsun, canları benim dedi. Kara Han, Hayır, onları da sana vermeyeceğim dedi, İstiyorsan kendin yarat. Erlik eline çekiç, körük ve örs aldı. Vurmağa başladı. Her vuruşta bir hayvan ortaya çıktı. Kurbağa, yılan, ayı, domuz, deve ve kötü ruhlar yeryüzünü doldurdu. Sonunda Kara Han, Erlikin elinden çekici, örsü, körüğü aldı ateşe attı. Körük bir kadın, çekiç bir erkek oldu. Kara Han, kadını tutup yüzüne tükürdü. Kadın bir kuş olup uçtu. Bu kuş, eti yenmeyen, tüyü işe yaramayan Kurday denilen kuştur. Kara Han, erkeği de tutup yüzüne tükürdü. O da bir kuş olup uçtu adına Yalban kuşu dediler.Bu olanlardan sonra Kara Han, insanlara Ben size mal verdim, aş verdim. Yeryüzünde iyi, güzel, pak olan ne varsa verdim. Yardımcınız oldum. Siz de iyilik yapın. Ben, göklerime çekileceğim, tez dönmeyeceğim dedi. Yardımcı ruhlarına döndü Gün Aşan ŞalYime sen, içki içip aklını yitirenleri, körpe çocukları, tayları, buzağıları koru. Onlara kötülük gelmesin. Sağlığında iyilik yapmış olanların ruhlarını yanına al kendini öldürenlerinkini alma. Zenginlerin malına göz dikenleri, hırsızları, başkalarına kötülük edenleri koruma. Benim için, bir de hakanları için savaşıp ölenlerin ruhlarını da yanına al, benim yanıma getir. İnsanlar Size yardım ettim. Kötü ruhları körmösler sizden uzaklaştırdım. Kötü ruhlar size yaklaşırsa, onlara yiyecek verin, ama onların yiyeceklerinden yemeyin yerseniz, onlardan olursunuz. Şimdi ben aranızdan ayrılıyorum, ama yine geleceğim. Beni unutmayın, geri gelmez sanmayın. Geri döndüğümde iyiliklerinizin, kötülüklerinizin hesabını göreceğim. Şimdilik benim yerimde Ağca Dağ Yapkara, Ulu Kişi ve Gün Aşan kalacaklar size yardımcı olacaklar. Ağca Dağ Gözlerini dört aç. Erlik senin elinden ölenlerin ruhlarını çalmak isterse, Ulu Kişiye söyle o güçlüdür. Gün Aşan Sen de iyi dinle. Kötü ruhlar, yeraltındaki karanlıklar ülkesinden yukarı çıkmasınlar. Çıkarlarsa, hemen Gök Oğula bildir. Ona güç verdim. O, kötü ruhları koğar. Alma Ata BodoSungkü, Ayı ve Güneşi bekleyecek. Ulu Kişi, yeryüzünü ve gökyüzünü koruyacak. Gök Oğul, kötüleri iyilerden uzaklaştıracak. Ulu Kişi, sen de kötü ruhlarla savaş. Güç gelirse benim adımı çağır. İnsanlara iyi şeyleri, iyi işleri öğret. Oltayla balık avlamayı, tiyin sincap vurmayı, hayvan beslemeyi öğret.Sonra, Kara Han uzaklaştı. Ulu Kişi, Kara Hanın sözlerini yerine getirdi. Olta yaptı, balık avladı. Barutu buldu, sincap vurdu. Gün geldi, Ulu Kişi kendi kendine mırıldandı Bugün beni yel uçuracak, alıp götürecek. Bir yel geldi, Ulu Kişiyi uçurup götürdü. Bunun üzerine Ağca Dağ insanlara Ulu Kişiyi Tanrı Kara Han, yanına aldı. Artık, onu bulamazsınız. Gün gelecek, beni de yanına çağıracak. Nereye isterse oraya gideceğim. Öğrendiklerinizi unutmayın. Kara Han böyle istedi dedi. İnsanları kendi haline bırakıp o da gitti.
Yaradılış Destanından sonra bilinen ilk büyük ve millî Türk Destanı Alp Er Tunga Destanıdır. Fakat bu destanın, hattâ özeti hakkında dahi kesin bilgiler edinilmiş değildir çok eski çağlarda ve Türk Boylan arasında böyle bir destanın söylenmiş olduğu, bilinmeyen sebeplerden, belki de bu destanlardan sonra çekirdeklenmeye başlayan ve daha etkili bir şekilde Türk Boylarını coşturan destanlar, özellikle Oğuz Kağan Destanının etkisiyle unutulmağa başlamış olabileceği varsayımını kabul etmek zorundayız. Alp Er Tunga Destanı hakkındaki bilgilerin en önemli kaynağı Divanı Lugatit Türktür. Milâttan sonra on birinci yüzyılda Kâşgarlı Mahmut tarafından yazılan bu eserde, Destanın, büyük bir ihtimâlle son kısımlarına ait bir ağıt sagu yazılı olarak verilmektedir.
Bu Türk Beğlerinde atı belgülük
Tunga Alp Er idi katı belgülük
Bedük bilgi birle öküş erdemi
Biliglig ukuşlug budun ködremi
Tacikler ayur ânı Afrasyab
Bu Afrasyap tutdı iller talab
Bugünkü Türkçemizle Alp Er Tunga, Türk Beyleri içinde adı ve kutsallığı bilinen ve tanınan bir yiğit idi geniş bilgisinin yanında sayılamayacak kadar çok erdemi vardı bilgiliydi, anlayışlıydı, meziyetleri çoktu. İranlılar ona, Afrasyab adını vermişlerdi. Afrasyab dünyaya hükmetti anla mına gelen bu ağıttan,Alp Er Tunganın, İranlılar arasında da çok iyi bilindiği anlaşılmaktadır. Nitekim, İran Destanı olan Şehnâmenin yazan Firdevsî de, destanının büyük bir kısmında Afrasyabın kahramanlıklarından söz etmek zorunda kalmıştır.Başka bir milletin kahramanından, kendi destanlarında söz edilebilmesi için o kahramanların gerçekten çok büyük değer taşımaları gerekmektedir. Alp Er Tungada bu değerler fazlasıyla vardır.Şehnâmeye göre, önce Turan ülkesinin şehzadesi sonra da hakanı olarak adı geçen Alp Er Tunga İranTuran savaşlarının çok ünlü Turan kahramanıdır. Babasının öğüdünü tutmuş ve o zaman güçlü bir ülke olan İrana savaş açmıştır. Selvi gibi uzun boylu, kollan ve göğsü aslana eş güçte ve fil kadar güçlü bir yiğitti, İranlıları yendi. İran hükümdarını esir aldı. İran ülkesinde bir çok padişahlıklar bulunuyordu. Bunlardan biri de Kabil Padişahlığı idi ve başında da Zal adlı biri vardı. Kabil Padişahı Zal, Alp Er Tunganın elinde esir olan İran Hükümdarını kurtarmak için Turan ülkesine yürüdü. Alp Er Tungayı yendi ama hükümdarını kurtaramadı.Zaman geçti. İran ülkesine hükümdar olan Zev de öldü. Bunu fırsat bilen Alp Er Tunga İrana bir daha savaş açtı . O zamana kadar Zal da yaşlanmışta. Kendi yerine, Alp Er Tungaya karşı oğlu Rüstemi yolladı. Halen Anadoluda Zaloğlu Rüstem adıyla meşhur olan halk kitaplarında Zaloğlu Rüstem ile Arap Üzengi cengi diye hikâyeleri anlatılan bu ünlü İran kahramanı ile Alp Er Tunga arasında sayısız savaşlar oldu. Savaşların çoğunu Rüstem kazandı bir kısmını Alp Er Tunga kazandı. Şehnâme İran destanı olduğu için bunu olağan saymak gerekir.Bu savaşlar sürüp giderken, İranın, hükümdarı bulunan Keykâvus, oğlu Siyavuşu ve Zaloğlu Rüstemi gücendirmişti. Gücenmenin sonucu olarak şehzade Siyavüş kaçıp Alp Er Tungaya sığındı. Orada uzun zaman kaldı, hattâ Türk yiğitlerinden birinin kızıyla evlendi, Keyhüsrev adında da bir oğlu oldu.Keyhüsrev büyüyünce, iranlılar onu kaçırıp hükümdar yaptılar. Keyhüsrev Zaloğlu Rüstemi hoş tutup, gönlünü aldı ve Alp Er Tunganın üzerine gönderdi. Yine bir çok savaşlar oldu. Çoğunda Alp Er Tunga yenildi. Ve en sonunda Alp Er Tunga iyice yoruldu, ordusu dağıldı, askeri kalmadı. Tek başına dağlara çekildi. Orada, bir mağarada tek başına yaşadı. Fakat günün birinde izini keşfedip yerini buldular. Alp Er Tunga suya atlayıp kurtulmak istedi fakat daha önce davranan Iran askerleri yetişip saldırdılar. Yiğitçe doğuştu ama ihtiyardı, yorgundu, tek başınaydı. Öldürdüler.Daha önce de belirttiğimiz gibi, çok şuurlu bir Iran milliyetçisi olan Firdevsînin Zal Oğlu Rüstemi ve diğer İran asker ve hükümdarlarını üstün görmesi, savaşların çoğunda Alp Er Tungayı yenik durumlara düşürmesi olağan karşılanmalıdır. Alp Er Tungamn çok büyük bir yiğit, üstün değerlere sahip bir Hakan olduğunu anlamak için bir Iran Destanında ne kadar değerli bir yer kapladığı düşünülmelidir.Firdevsî kendi milletinin kahramanlarını değerlendirebilmek için ancak bir Türk Hakanını ölçü olarak aldıysa bu bile, Alp Er Tungamn nasıl bir destan yiğidi olduğunu gösterir. Gerçi Iran ve Turan savaşlarının önde gelen bir yiğidi olarak Alp Er Tunga gerçek kişiliğe de sahiptir Firdevsînin Alp Er Tungayı seçişinde bu gerçek payı da muhakkak vardır ama aslında Alp Er Tunga, destanlara has kişiliği ile Firdevsîyi etkisi altına almıştır.Prof.Zeki Velidî Togana göre M.Ö. dördüncü yüzyıla kadar yaşamış olan ve M.Ö. yedinci yüzyılda Orta Tiyanşan çevresinin en güçlü devleti olarak gelişmiş bulunan, Hunlardan önceki büyük Türk Devleti Şu veya Saka adını taşımaktadır. Bu Türk imparatorluğu, birçok kavimler üzerinde egemenlik kurmuş olup Güney Rusyayı da içine almak üzere Doğu Avrupaya kadar yayılmıştır. Bir kısım tarihçiler Doğu Avrupa bölümündeki sakalara İskit, Orta Asya ve Azerbaycan çevresindekilere Saka adını vermektedir. M.Ö. yedinci yüzyılda en güçlü ve en parlak devrini yaşamış olan bu Türk İmparatorluğunun Hakanı ise alp Er Tungadır.Divanı Lugatit Türkte, Alp Er Tunga için söylenen ağıtlardan Sagu bazı parçalar kaydedilmiştir.
Bu parçalar bugünkü Türkçe söyleyişiyle şöyledir
Alp Er Tunga öldü mü?
Kötü dünya kaldı mı?
Felek öcünü aldı mı?
Şimdi yürek yırtılır.
Feleğin silahı hazır
Gizli tuzak kurdurur
Beyler beyini vurdurur
Kaçsa nasıl kurtulur?
Beyler atlarını yorup
Kaygıdan çaresiz durup
Beti benzi sararıp
Sarı safrana döndüler.
Erler kurt gibi hıçkırdı
Yaka bağır yırtıp durdu
Acı ağıtlar çığırdı
Yaş akar gözler kurur.
Gönlüm içinden yandı.
Geçmiş zamanı andı.
Geçen günler nerdedir?
* 1. Karca Bey Destanı
* 2. Alp Er Tunga Destanı
* 3. Yaratılış Destanı
* 4.Dirse Han ve Oğlu Boğaç Han Destanı
* 5. Altay Yaratılış Destanı
* 6. Türeyiş Destanı
* 7. Köroğlu Destanı
* 8. Bozkurt Destanı
* 9. Manas Destanı
* 10. Ergenekon
* Karca Bey Destanı - Karca Bey *
Eskilerde, yüzyıllar ötesinde Kafkas denilen büyük hanlıklar yurdunda, yaşardı bir kavim, beyleri başlarında.Birlik beraberlik içinde yaşarlardı. Ağıllarasığmaz koyunları. Her yılda birlikte yaptıkları toyları.Kar, tipi ve boran dolu bir gece, Beyin bir oğlu oldu, toy eterce. Karda doğan o çoçuğa. Karça oğlan adı koydular.Bu isim, kar gibi anla mına geliyordu. Karca Bey, babasının kontrolünde, topluma örnek olacak bir kişi, bir lider olarak yetişmekteydi. Ama, ne yazık ki acı günler gelip çatmış, Moğol sürüleri bütün Kafkasyayı talan etmeye başlamıştı.Ovalara sığmayan Kara Moğol orduları geliyor. Koşuyorlar, saldırıyorlar sağa sola. Doğudan esen bir uğursuzluk fırtınası gibidir Moğol sürüleri. Halk, bu fırtına önünden kaçmaktadır bölük bölük. Karca Oğlanın bey babası güneşin doğduğu yöne dikmiş gözlerini. Halkına buyruk verir Haydi göçelim bu diyardan. Tan yeri ağarmadan kalktılar yataklarından gözlerinde yas. Terk ettiler eski yurdu yürekleri sızlayarak. Önlerinde koyun sürüleri, yılkıları. Yol yürümekten takatsiz düştü kadınları, çocukları. Ne zorluklar, ne sıkıntılar çektiler o bitmez tükenmez yolculukta. Çok zayiat vermişlerdi, bitmiş tükenmişlerdi, Gün gelip de Kırım eline vardıklarında Bey dedi ki Artık burada durak verelim.
* Bitmeyen Göç Silsilesi
Haftalarca, belki aylarca süren çileli yolculuk noktalanmış, Moğolların zulmünden kaçan Karaçaylılar, Kırımda yerleşmeye, yaşamaya karar vermişlerdi. Kendilerine evler, ağıllar yaptılar. Ne var ki, burada da aradıkları huzuru bulamadılar. Onlar dağlardan gelmişti, yine yüksek dağların karlı tepelerine yollanmalıydılar.Derken, bir gün bilge kişiler toplandı. Karar verdiler Yine yol göründü bize.O güzelim evler, büyük ağıllar geride bırakıldı. Beyleri başlarında, dağların göründüğü yerlere doğru göçe başladılar. Ne kadar sürdü bu yolculuk, kimse bilmez. Sonunda ulaştılar hayallerini süsleyen Kafkas Dağlarına. Karca Oğlan büyümüş, Karca Bey olmuştu. Onunla birlikte Tram, Navruz ve Adurhay adlı üç yiğit de Karaçayın beyleri idi. Burada ömür boyu rahat yaşarız diyorlardı. Ama, ovalardan gelen Kabartaylar, rahat bırakmadı onları. Sayıları azdı, güçleri yetmezdi Kabartaylara karşı koymaya. Köle gibi yaşamak da yakışmazdı onlara.Karar verdiler Yine göç kalkacak. Karaçay halkı için daha emin bir yer bulunacak.Çaresiz, halk yine düştü yollara. Ulaştı yolları Kafkaslar`da Arhız denilen bir ovaya. İşte şimdi bulduk! Burada gelişir, büyük millet oluruz dediler. Hemen yeniden evler yapmaya, ağıllar kurmaya başladılar. Lakin, yine geldi Kabartay beylerinden dört elçi. Dediler Beylerimizin emridir, vereceksiniz bütün mallarınızı. Esir olarak götüreceğiz çocuklarınızı.Karca Bey öfkeli. Beylerini topladı, danıştı. Sonra, Çare yok, gideceğiz dedi. Ama bir gün güçlenecek ve bize bu sıkıntıları verenlerden hesap soracağız.Ve bir gün yine göç kalkar Karaçay obasından. Lakin öyle bir yere konarlar ki, veba hastalığı kol gezmekte. Nice binler bu hastalıktan öldü. Kalanlar, kendilerine emin bir yer bulmak için yollara düştü.
* Mingi Tav Vatanımızı
Derken, uzaktan Elbruz Dağları gözükür. Karaçaylıları büyüler Mingi Tav adını verdikleri Elbruz Dağları. Yalçın kayalıklar, karlı zirveler, geyikler ve binbir çesit hayvanı ile dağların eteklerinde halı gibi serilen zümrüt ovalar.Karca Bey, beylerle toplantı yapar. Halk bıkmış, usanmıştır göç kaldırmaktan. Karar çıkar oybirliği ile Karaçay halkı, artık hiçbir yere göç etmeyecek. Mingi Tav etrafında yerleşecek. Yerleştiler. Herkes istediği yere evlerini yaptı, yurt tuttular. Bir zaman mutlu yaşadılar. Tasa yok, düşman korkusu yok, hastalık yok buralarda. Derken Kabartay beylerinden Kazıybek çıktı geldi ordusuyla. Talan etti ortalığı, yaktı yıktı Karaçayı. Gençleri esir aldı. Mallarının hepsini önüne katıp götürdü. Karca Beyde artık sabır kalmamıştı. Dağları aşarak ulaştı Gürcü beylerine. Anlattı başlarından geçeni. Asker ve silah istedi. Dedi ki Gün bugün... Yardım edin bize... Gürcü beyleri yardım etmeye karar verdi Karca Beye. Bir zaman sonra Karca Bey, güçlenen ordusuyla Kabartaya girerek Kazıybekin ordusunu büyük bir yenilgiye uğrattı. Karaçaydan aldıkları bütün malları ve esirleri geri aldı. Sonra Kazıybek ile bir daha birbirleriyle şavaşmamak, ömür boyu dost geçinmek için bir anlaşma yaptı.
ADLİ
Adil. II. Bayezid, III. Mehmed ve II. Mahmuda verilmiştir.
AĞA
Komutan. Ordudaki kıdemli görevlilere, Yeniçeri ağası ve Kızlar ağası gibi saray korumalarına verilmiştir.
AHRETLİK
Manevi evlat. Dürrüşehvara verilmiştir.
AK BAŞLI
Ak başlıklı. Aktimura verilmiştir.
ALP
Kahraman asker. Daha çok ilk dönemde kullanılmakla beraber kabilevi yapılanma sona erdiği dönemde de kullanılmaya devam edilmiştir.
AMCAZADE
Amca çocuğu.
ARSLAN
Arslan veya Arslan yürekli.
AVCI
IV. Mehmede verilmiştir.Hayatındaki en önde gelen uğraşısı idi. Edirne civarında kendisini bu iptilaya kaptırmıştı.
BAHİR
Denizci
BAHTİ
Talihli. I. Ahmede verilmiş ve onun tarafından şiirlerinde maslah olarak kullanılmıştır.
BAŞ
Lider, Başkan. BaşÇuhadar veya Kapıcı-başı gibi genellikle diğer ünvanlarla beraber kullanılmıştır.
BEDROS
Kurnaz. Genel bir Ermeni adıdır ve güya II. Abdülhamidin yüz hatları itibariyle Ermenilere benzediğini ima için ona verilmiştir. Wittlinin anlattığı bir hikayeye göre, Abdülhamidin babası I. Abdülmecid değil, Abdülhamidin annesiyle gizli aşk hayatı yaşamayı başaran bir Ermenidir. Abdülhamidin annesi Trimüjganın muhtemelen Ermeni olması daha kolay anlaşılır bir açıklamadır.
BEY
Efendi, Şehzade. Zamanla bu ünvan değerini kaybetti ve daha ziyade İngilizcedeki esquire gibi nezaket ünvanı haline geldi.
BEYCEĞİZ
Küçük Şehzade
BEYLERBEYİ
Bölge Valisi. Büyük eyaletlerin idarecisine verilmiştir.
BEYZADE
Şehzade oğlu.Padişahların kızlarının oğullarına verilen ünvandır. İlk dönemlerdeki Sultanzade ünvanının yerini almıştır.
CEDDÜL OSMAN
Osmanlıların Babası.Süleyman Şaha verilmiştir.
CEMCA
Cemşid gibi güçlü. Sultan için Doğu dillerinde kullanılan bir ünvan.
CİHANDAR
Dünyanın Efendisi. III. Selime verilmiştir.
CİVAN
Genç. 2138/ Mehmede verilmiştir.
ÇAVUŞ
Rütbeli Er, Haberci
ÇELEBİ
Beyefendi. Kibar Efendi, Genç Efendi. II. Mehmed dönemine kadar padişah oğullarına verilen ünvandır. Ayrıca I. Mehmede de özellikle verilmiştir.
ÇELEBİ SULTAN
Kibar Şehzade. 1594 yılına kadar sancak valisi olan padişah oğullarına verilmiş olan ünvandır.
DAMADI ŞEHRİYARI
Padişah Damadı. Padişahların kızlarıyla evlenenlere verilen ünvandır. Ancak bu sadece babasının saltanatı döneminde evlenen kızların kocalarına uygulanmıştır. Ayrıca aynı isimlerdeki birkaç veziri seçmek için de bu ünvan kullanılmıştır.
DAYE
Süt Anne
DELİ
I. Mustafa ve İbrahime verilmiştir.
DÜZMECE
Sahte. Kendi adına çıkan isyan döneminde ve aslı konusundaki şüpheye ifade etmek üzere Mustafaya verilmiş ünvandır.
EBUL FETH
Fethin babası. II. Mehmede verilmiştir.
EFENDİ
I. Abdülmecid döneminden itibaren padişah oğullarına verilen ünvandır. Ayrıca tarikat üyeleri arasında da bir dereceyi gösteren tabirdir.
EĞRİ FATİHİ
III. Mehmede verilmiştir.
EMİR
İdareci, Şehzade. Yarı bağımsız idareciler için kullanılmıştır. Ayrıca Selçıklulara bağımlı olduğu süre zarfında I. Osman için kullanılmıştır. 1402-1413 arasındaki Fetret Devri esnasında I. Bayezidin oğullarından birinin açık şekilde üstün idareci olmadığını göstermek için yeniden kullanılmıştır.
EMİRÜL MÜMİNİN
Müslümanların İdarecisi. Halifeye verilen isimlerden biri olup I. Selimin Mısır seferinden sonra Osmanlı padişahlarına da verilmiştir.
FAHREDDİN
Dinin öğüncü. I. Osmana verilmiştir.
FATİH
İstanbulu fethinden dolayı II. Mehmede verilmiştir.
FATİHİ BAĞDAT
Bağdatı fetheden IV. Murada verilmiştir.
FRENK
Frank. Başlangıçta Fransadan gelenler için kullanılmışken oldukça genişletilerek herhangi bir Avrupa ülkesi için de kullanılmıştır.
GAZİ
Darul Harbde savaşan kişilere ve Hristiyanlara karşı alınmış zaferlerdeki askerlere verilen ünvandır. Özellikle de O. Osman, Orhan, I. Murad, I. Bayezid, II. Mehmet ve IV. Murad için kullanılmıştır.
GENÇ
II. Osmana verilen isimdir.
GÖZDE
Padişahın cariyeleri için kullanılmıştır.
GÜREŞÇİ
Güçlü olduğu için I. Mehmede verilmiştir. Güreşçi mi Kürüşçü mü olduğu şeklinde bir şüphe var ise de, doğru şekli Güreşçi şeklindeki Padişah için kullanımıdır.
HACE, HACİ
Hacı. Hace kadınlar için, Hacı erkekler için kullanılna formudur. Mekkede Hac görevini tamamlayan kişiye verilen ünvandır.
HADİMUL HARAMEYNİŞ ŞERİFEYN
İki mübarek şehir olan Mekke ve Medinenin koruyucusu. I. Selime 1517de Mekke Şerifi tarafından bu şehirlerin anahtarı gönderilmek suretiyle verilmiş bir ünvandır.
HAFIZ
Koruyucu. Genişletilmek suretiyle Kuranı ezbere bilen kişiye denilmiştir.
HAKANÜL BERREYN
VEL BAHREYN
Karaların ve Denizlerin Hakanı. Padişahın gücünün ihtişamını ifade eden ünvanlardan biridir.
HALİFE
Son Abbasi Halifesinin 1538de ölümüne kadar halifeliği elinde tuttuğu şeklindeki birtakım düşüncelere rağmen, 1517 yılında Halifeliğin I. Selime ve onun mirasçılarına geçmesi, İslamda önemli ölçüde sert tartışmalara neden olmamıştır. Cam. Mod. Hist., 91de Hilafet İslamın temel prensiplerinden biridir ve bütün Müslümanlar tek bir imam tarafından idare edileceklerdir. Ayrıca İmamda Hz. Peygamberin kabilesi olan Kureyşten olacaktır. 1517 yılında İmamlık, Haşimoğullarından Mehmed Ebu Caferin güçsüz ellerindeydi ve halifeliği Kahire Sarayında sembolik olarak devam ettiriyordu. Abbasilerin en son halifesi olarak Sultan Selim lehine halifelikten feragat etti. Bu biçimsel geçiş, Kureyş kabilesine mensup olmamakla birlikte Türk sultanlarının Müslümanların idarecisi veya İmamı olmalarının temeli oldu. Halifeliğin Osmanlılara geçişi, Mekke Şerifinin Kabenin anahtarlarını Selime göndermesi, böylece Selimin Mukaddes Beldelerin koruyucusu olmasıyla halifeliğin tanınması onaylanmış oldu der. S. Lane Po
HAN
Kırım idarecileri için kullanılmıştır. II. Selim tarafından torunu İbrahime verilmiştir.
HANIM SULTAN
Prenses Hanım. Padişahların kadın tarafından kız torunlarına verilen ünvan.
HASEKİ SULTAN
Gözde Prenses. Erkek evlat doğurmuş olan padişah gözdelerine verilen ünvan. Genellikle ilk dört veya altı anne ile sınırlanmıştır.
HASEKİ KADIN
Gözde Kadın. Padişah kızlarının annelerine verilmiştir.
HATUN
Hanım. İlk dönemlerde, son dönemlerdeki Valide Sultan yerine padişahın nikahlı eşlerine verilen ünvandır.
HEZARPARE
Bin parça. Ölümünden sonra kendisine yapılan suikasde işaret etmek için Ahmede verilen ünvandır.
HÜMAYUN
Padişaha ait. -Devlet kuşu, saadet manasına gelen Hümaydan alınmıştır.
HÜNKAR
Hükümdar I. Murad ve II. Mehmede verilen ünvan.
HÜDAVENDİGAR
Hükümdar, Bey. I. Murada verilmiş ve daha sonra da Bursa Sancağı içinde kullanılmıştır. Yine Orhan ve II. Murad için de kullanılmıştır.
İLHAMİ
İlham alan. III. Selime verilen ünvandır.
KANBUR
I. Mahmuda verilmiştir.
KANLI
Politikasını ima için II. Abdülhamide verilmiştir.
KANUNUİ
Adil. II. Mehmede ve özellikle de I. Süleymana verilmiştir.
KAPUDAN PAŞA
Amiral. Osmanlı donanmasının başındaki kimseye verilmiştir.
KARA
I. Osman ve birçok kişiye verilmiştir.
KETHÜDA
Kahya.
KÖSE
Sakalsız
KRAL
Sırp ünvanı.
KUL
Köle.
KULOĞLU
Köleoğlu
KÜRÜŞÇÜ
Yay gerdiren. Bir sanatta pir kabul edildiği için I. Mehmede verilmiştir.
LALA
Terbiyeci. Özellikle hem sarayda, hem de tayin edildikleri sancak valiliklerinde genç şehzadeleri yetiştirenlere verilen ünvandır.
Lİ/LI/LU
den,dan Yer isimlerine bağlanır. Kişinin doğum yerini işaret için kullanılmıştır.
MAKBUL
Gözde
MAKTUL
Öldürülmüş
MEHDİ ULYAYI
SALTANAT
Büyük saltanat beşiği. Diğer bir ismi de Valide Sultandır.
MEKRİ
Kurnaz
MEST
Sarhoş. II. Selime verilmiştir.
MEYVEİ
Meyve satan
MIRAHOR
Ahırların muhafızı. Emiri Ahurdan gelmedir.
MİRZA
Şehzade. İran ünvanıdır.
MUHASSIL
Vergi tahsildarı
MUHSİN
Bağışlayıcı
MUHTEŞEM
Avrupalılar tarafından I. Süleymana verilen ünvandır. Türkler kullanmazlar.
MUID
Okulda düzeni sağlayan
MUSAHİP
Padişaha hususi işlerinde Yardım eden ve daha geniş ifadesiyle Gözde.
MÜVERRİH
Tarihçi
NEBİL / NEBİLE
Prens/Prenses. Mısır ünvanıdır.
NAİB
Vekil.
NAKKAŞ
Dekoratör
NAMZET
Aday. Henüz tam olarak evlenmemiş, nişanlı olan padişah kızlarına verilen ünvandır.
NİŞANCI
Saltanat mührünün muhafızı.
NİŞANCI OĞLU
Saltanat mührü muhafızının oğlu.
OĞUZ
Temiz veya Genç erkek
OSMANCIK
Küçük Osman. I. Osman için kullanılmıştır.
PADİŞAH
Hükümdar. İran kaynaklı bir ünvandır. Sultanların çok fazla arzu ettikleri en yüksek makamdır. Herhangi bir kimse tarafından sultanla eş anlamlı olarak da kullanılabilir. Son döenmlerde Fransız Kralları için de kullanılmıştır.
PALABIYIK
Kavisli uzun bıyıklı.
PARE
Parça. Hezarpare ve Şekerparede olduğı gibi.
PEHLİVAN
Şampiyon, Güreşçi. I. Mehmede verilmiştir.
REİSÜL KÜTTAB
Katiplerin Reisi.
RUM
Rumeli. Temelde Roma ve Roma İmparatorluğu içinde kalan yerleri ifade eder. Böylece Anadolu Selçukluları, İran Selçuklularından ayrılmışlardır. Ayrıca Rum Beylerbeyi altında Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa eyaletlerini de temsil eder.
SAHİB KIRAN
Her zaman başarılı Hükümdar. I. Süleyman ve IV. Murada verilen ünvandır.
SAİBÜL AŞERETİL KAMİLET
On numarayı tamamlayan. Onuncu sultan olduğu için I. Süleymana verilmiştir.
SANCAK
Büyük Bayrak. Eyalet.
SANCAK BEYİ
Eyalet İdarecisi.
SARHOŞ
II. Selime verilmiştir.
SARI
Sarı, Soluk. II. Selime verilmiştir.
SARIKÇI
Sarık yapan
SEDEFİ DÜRRİ HİLAFET
Hilafet incisinin sedefi. Bir diğer ünvanı da Valide Sultandır.
SEMEN/SEMİZ
Şişman
SERASKER
Ordu komutanı.
SEYYİD
Peygamber soyundan gelen
SİLAHDAR
Silahları muhafaza eden memur. Sultanın hususi görevlilerinden biri.
SİPAHİ
Atlı asker
SIĞIR
II. Selime verilmiştir.
SOFU
II. Bayezide verilen ünvandır.
SULTAN
Prens. En az üç farklı kullanımı vardır. En geçerlisi, devletin başı olarak kullanımıdır. Sultan Han Muradda olduğu gibi Han ile birlikte Şehzadelik ifadesi anlamında da kullanılmıştır. Bu şekli genellikle padişah oğulları içindir ve özellikle de II. Mehmed döneminden sonradır. bununla beraber eğer isimden sonra kullnaılmışsa o ismin Prenses olduğunu ifade eder Fatma Sultanda olduğu gibi. Yine Haseki ve Valide kelimleri ile de birleştirilerek kullanılmıştır.
SULTANÜL GUZAT
Gaziler sultanı. İlk dönem ünvanıdır. I. Murad ve diğerlerine verilmiştir.
SULTANZADE
Prenses oğlu. Padişah kızlarının oğullarına veya erkek torunlarına verilen ünvandır.
ŞAHI ALEM PENAH
İmparator, Dünyanın barınağı. Padişahın üstünlük ünvanlarından biridir. İran menşelidir.
ŞAHİN
Sokullu Mehmed Paşaya verilmiştir.
ŞAHZADE/ŞEHZADE
Padişahın oğlu. I. Mehmed ile başlayarak padişahların oğullarına verilmiştir.
ŞEHİD
Savaşta dini uğruna ölen kişi. I. Murad ve II. Osmana verilmiştir.
ŞEHRİ
Şehirli
ŞEYH
Edebaliye verilmiştir.
ŞEYHÜLİSLAM
Müfti. Halifenin altında olup İslamın başkanıdır.
ŞÜCAEDDİN
Dinin kahramanı. Orhana verilen ünvandır.
TAVAŞİ
Hadım
TAVİL
Uzun. Sokullu Mehmed Paşaya verilmiştir.
TİRYAKİ
Genellikle uyuşturucu veya sigara tiryakiliği için kullanılır.
UĞURLU
Şanslı
VALİDE
Anne.
VALİDE SULTAN
Prenses Anne. Saltanatları döneminde padişahların annelerine verilen ünvandır. XVI. yüzyılda girmiştir.
VELİ
II. Bayezide verilen ünvandır.
VELİAHT
Tahta geçecek şehzade. Tahta geçecek kişi için son dönemde kullanılmıştır. Ancak 1876 Anayasası tahta çıkacak şehzadenin en yaşlı erkek evlat olmasını belirleyinceye ve diğer şehzadeleri reddedinceye dek uygulanamamıştır. Hatta VI. Mehmede Veliahdı Sani Tahtın ikinci varisi ünvanı verilmişti. Benzer bir makam, Kırım Hanlarından Nureddine de verilmiştir.
VEZİR
Bakan. Ağır sorumluluk yüklenen.
VEZİRİ AZAM
Başbakan, Baş vezir. Bir diğer formu da Sadr-ı Azamdır.
VOYNUK
Bulgar savaşçısı
VOYVODA
İdareci. Moldavya ve Lehistan prensliklerinden birinin yöneticisine verilen ünvandır.
YAĞLIKÇI
Yağlık satan
YAVUZ
Yiğit. I. Selime verilmiştir.
YENİÇERİ
Yeni askerler. Meşhur Yeniçeri Ocağı mensupları.
YILDIRIM
I. Bayezide verilmiştir.
ZADE
Oğlu. Genellikle ın soyu anlamında genişletilmiştir.
Tek başına başlayıp, dünyanın en büyük imparatorluğunu kuran Moğol Hükümdarı Onan Irmağı kenarında Dülünboldak kasabasında dünyaya geldi. Güçlü bir rivayet olarak söylenir ki, doğduğu zaman, sağ avucunda kan vardı. Babası, bu haberi duyunca, Oğlum cihangir olacak... Büyük bir devlet kuracak... Budunları birleştirecek...Bu uğurda çok kan akıtılacak... Kabileme müjdeler olsun!... demişti.
12 yaşında iken, babasını kaybetti. Bazı kaynaklar, annesinin gayreti ile kabilenin dağılmasını önlendiğini yazıyorlarsa da, daha inanılır kaynaklar, Cengiz Hanın, annesi ile başbaşa kaldığını ve bütün kabilenin dağıldığını kaydederler.
TÜM MOĞOLLARI ETRAFINA TOPLAMAYI BAŞARDI
Asıl adı Timuçindir. Fırsatları kullanarak ve onları iyi değerlendirerek bazı kimseleri başına topladı. Kabilesinin yeniden başına geçti. Komşu kabilelerle bazan güç kullanarak, bazan dostluk göstererek birleşe birleşe büyüdü. Moğol milletini tek sancak etrafında toplamak yolundaki çalışmaların çok uzun sürmesi, Timuçinin her şeye tek başına başladığına işarettir. Ancak 38 yıl, sürekli çalışmalar sonundadır ki, Timuçin, bütün Moğolları kendi etrafında toplayabilmiş ve 50 yaşını bulmuştu.
Çinliler, ünlü Çin şeddini, bu göçebe akınlarını durdurmak için yapmışlardır. Moğollar üzerinde bir türlü hâkimiyet kuramadıkları için, Çinliler, bazan Moğolları birbirine, bazan, Moğollarla Türkleri birbirine düşman ediyorlar ve bu oynak politika sayesinde rahata kavuşabiliyorlardı. 12. yüzyılın ikinci yarısında, Çinliler Moğol prenslerini yok ettikleri BuyirNor Tatarlarının büyük tehlikesi ile karşı karşıya kaldılar. İmparatorlukları devrilebilir, Asyanın güney doğusu altüst olabilirdi. Timuçinle, Hıristiyan Karayitleri dost olmaya muvaffak oldular ve Timoçin Karayitlerle birlikte Çin Imparatorluğu'nu koruyarak bu tehlikeyi savuşturdu. Fakat bu dönemde Çinlilerden çok şey öğrenmiştir.
Timuçini en çok uğraştıran, kan kardeşi Camuka olmuştur. Camuka, bir çok kabileyi kendi etrafına toplayarak Gürhan adı ile hükümdar olmuştu. Fakat Timuçin, onun da hakkından gelmesini bilmiş, bir savaşta öldürerek bütün Moğolların başbuğu olmuştur.
TARİHİN ALTIN SAYFALARINA CENGİZ İSMİ İLE GEÇTİ
Moğol prensleri toplanarak Timuçine bağlı kalacaklarına sadakat yemini ettiler ve kendisine CENGiZ adını verdiler. Ne anlama geldiği kesin olarak belli değildir. Moğol dilinde, güçlü manasına geldiği söylenir. Ancak, manası ne olursa olsun, Timuçin artık Cengiz olmuş ve tarihin altın sayfalarına bu isimle geçmiştir. Moğol birliğini sağlayınca, Çin üstüne yürüdü. Pekin önlerinde Çinliler barış istediler. Kabul etti. Fakat Çinliler, durmadan düşmanlarını güçlendirmeye çalışıyorlardı, ikinci defa Çin üstüne yürüdü, Pekini aldı ve bir Çin prensesi ile evlendi. Fakat savaş uzun sürdü. 1216.
UYGUR DEVLETİ MOĞOLLARIN ELİNE GEÇTİ
Moğolistan ve Çinin hemen batısında Kara-Hitay Gurhanlıların ülkesi vardı. Uygur sınırından, Aral Gölüne kadar uzanan bu geniş alanda uygar bir devlet olarak yaşayan KaraHitaylılar, önce Moğollardan kaçan kabilelerin, daha sonra da Moğolların istilâsına uğradı 1209. Aynı yıl Uygur Hükümdarı İdikutun ordusu yenilerek bu devlet Moğollar'ın eline geçti. YediSu kuzeyinde bulunan Karluk Hükümdarı Aslan Han da bütün direnmesine rağmen aynı akıbete uğramaktan, kendisini ve memleketini kurtaramadı 1211. Bunu, İli vadisindeki Alamalık Hükümdarının yenilgisi izledi 1216.
Cengiz Han, Batıya kaçan düşmanlarını takibe, oğlu Cuciyi memur etti.Cuci, Merkitlerin üzerine yürüdü ve Merkit ordusunu kırıp geçirdi.Bu sırada Cuci, Harzemşahların kalabalık ordusu ile karşılaştı. Çatıştılar, fakat yenişemediler. Cuci, bir savaş oyunu ile çekildi.
Cengiz Han, birkaç yıl sonra, Harzemşaha kendi yönetimindeki ordusu ile yüklendi. Bu ordunun 600.000 kişilik bir ordu olduğu söylenir. Dört oğlu ile birlikte kendisi de ordunun başında gidiyordu. Harzemşah ordusu yenildi ve bütün ülkesi Moğol atlılarının ayakları altında kaldı. Cengiz Han, yoluna devam etti. İiran'ı ele geçirdi..
En büyük oğlu Cuci, sefere devam ederek Kafkasları geçti, Rusya içlerine daldı. Oralarda serpil! Türk boylarını bir bayrak altında topladı. Hazer Denizi çevresindeki Türk asıllı ve Yahudi dinine girmiş Hazer devletini de ele geçirdi. Böylece, bütün Asya, Çin Denizinden Ballık Denizine kadar uzanan uçsuz bucaksız topraklar imparatorluğunun sınırlan içine girmiş oluyordu.
SAĞLIĞINDA İMPARATORLUĞU OĞULLARINA PAY ETTİ
Cengiz Han sağlığında imparatorluğu oğulları arasında taksim etmiştir. Bununla
beraber, imparatorluk, onun ölümünden sonra da devam etmiş ve kardeşler, kendi bölgelerinde başlarına buyruk hareket etmelerine rağmen, imparatorluğu güçten düşürmemeye dikkat etmişlerdir.
Cengiz Han orduda ve ülkesinde disiplin kurmuş ve disipline her şeyin üstünde titizlik göstermiştir. Buyruğa karşı gelenler, hemen yok ediliyorlardı. Toplumda ne yaptığını Cengiz Han şöyle anlatmıştır:
Benden önce, oğul babaya, küçük kardeş ağabeysine, gelin kaynanasına, memurlar amirlerine itaat etmiyorlar, amirler de, emirleri altında bulunanlara karşı görevlerini yapmıyorlardı. Ben her yerde düzeni kurdum, herkese vazifesini bellettim, mevkiini tayin ettim, işte yaptığım budur.
Tarihin bu en büyük cihangiri. 1227 yılında hayata gözlerini yumdu.
Abdülaziz Han
Abdülhamid Han I
Abdülhamid Han II
Abdülkerim Satuk Buğra Han
Abdülmecid Han
Ahmed Han I
Ahmed Han II
Ahmed Han III
Alâeddin Keykubad I
Alp Tigin
Alparslan
Attila
B
Babür Şah
Bahadır Şah I
Bahadır Şah II
Bayezid Han II
Belek Bey
Berkyaruk
Bilge Kağan
Bumin Bumın Kağan
C
Celaleddin Harezmşah
Cihangir Şah
Cihanşah Mirza Muzafferüddin
Çaka Bey
Çelebi Mehmed
D
Devlet Giray Han I
Devlet Giray Han II
Devlet Giray Han IV
E-F
Ebülgazi Bahadır Han
Ekber Şah Ebül Feth Celâleddîn
Ertuğrul Gazi
Evrengzib Birinci Âlemgîr Şah
Fatih Sultan Mehmed
G-H
Gazi Giray Han I
Gazi Giray Han II
Gazneli Mahmud
Keyhüsrev I Gıyaseddin Birinci Keyhüsrev
Gıyâseddîn Keyhüsrev II
Hacı Giray I
Hacı Giray II
Hümayun Şah
Hüseyin Baykara
İ
İbrahim Han
İlteriş Kutlug Kağan
İltutmuş
İmadeddin Zengî
İstemi Kağan
K
Kalavun
Kanunî Sultan Süleyman
Kapagan Han Kağan
Karamanoğlu Mehmed Bey
Kara Yusuf Bey
Kılıç Arslan I
Kılıç Arslan II
Kılıç Arslan III
Kılıç Arslan IV
Kutalmışoğlu Süleyman Şah
Kök Böri
M
Mahmud Han I
Mahmud Han II
Mehmed Han III
Mehmed Han IV Avcı
Melikşah
Mesud Gazneli
Mete
Muhammed Tapar
Murad Han I Hüdavendigâr
Murad Han II
Murad Han III
Murad Han IV
Murad Han V
Mustafa Han I
Mustafa Han II
Mustafa Han III
Mustafa Han IV
N
Nadir Şah
Nureddin Mahmud Zengî
O-R
Orhan Gazi
Osman Gazi
Osman Han II Genç Osman
Osman Han III
Raziye Begüm Sultan
Reşad Han Mehmed V, Sultan Reşat
S-Ş
Selahaddin Eyyubî
Selim Han II
Selim Han III
Selçuk Bey
Sultan Sencer
Sökmen Bey II
Süleyman Han II
Şah Abbas Safevî I. Abbas
Şah Cihan
Şah İsmail I
Şah İsmail II
Şahruh Mirza
T-U-V-Y
Vahideddin Han Mehmed VI
Yakup Han Bâdevlet
Yavuz Sultan Selim Selim Han I
Yıldırım Bayezid Beyazıt I
Timur Han
Toktamış Han
Tuğrul Bey
Uluğ Bey
Umur Bey
Uzun Hasan
ANZAKLAR Çanakkaleye çıkan sömürge askerleridir. Avustralya ve Yeni Zelanda İngiliz sömürgesiydi ve halen de öyledir. Sömürgeci İngilterenin bu iki sömürgesinden getirdiği askerlere Anzak denmiştir. Nitekim, İngiltere Hindistandan Gurkaları, Sihleri, Fransa da Senegalden baltalı Senegallileri getirmişti Çanakkaleye.Asıl İngiliz ve Fransız birlikleri ki bunların başında Hamiltonun Lüks Birlik dediği 29. İngiliz Tümeni gelir, Seddülbahir bölgesine çıkartılmıştır. Bu bölge, müttefiklerin en çok önem verdikleri ve ilk ve son hedef gördükleri Alçıtepeye en yakın kıyı şeridiydi ve 24 saatte o hedefe varmak istiyorlardı. Eğer 9. Tümenin 26. Alayı ve 26. Alayın 3. Taburu olmasaydı, varacaklardı da. Yâni Seddülbahirin Ertuğrul Koyu, İngiliz çıkarma Planının ve hareketinin odak noktasıydı. 9. Tümenin 26. Alayının 3. Taburu susuz arslanlar gibi çarpışarak bu odak noktasını parçalamış, tıkamış ve düşmana plan değiştirtmiştir. Anzakları, yâni sömürge askerlerini ise ikinci öncelikli bölge diye kabul ettikleri Arıburnu ile Kabatepe arasındaki kısıma çıkardılar. Böylece Hamilton, Geliboluyu iki yakasından kavramak istiyordu. Seddülbahirde Fransız birlikleriyle, Arıburnunda Anzaklarla kapışıldı. Çünkü Anzaklar, disiplinsiz, sert, vahşi insanlar olarak bilindiklerinden ve Arıburnu bölgesi de sarp ve yalçın kayalıklarla dolu olduğundan, buraya çıkıp tırmansınlar diye düşünülerek o bölge Anzaklara verilmişti. Bu konuyu Çanakkalede Kumandanlar Savaşı isimli ve şimdi mevcudu kalmamış kitabımda yabancı kaynaklara dayanarak açıklamıştım.
* Eğitimsiz Anzak
ANZAKLAR derleme, toplama sömürge askerleriydi. Nitekim Anzaklara karşı çarpışmış bir Alman subayı olan Carl Mühlman da onlar hakkında şunları söylemektedir
* Birkaç ay içinde meydana getirilen bu birlik az bir askeri eğitim ve tecrübeye sahipti. Güçlü bir düşman karşısında ve bilinmeyen bir arazide kolayca başarısızlığa uğrayabilirlerdi *
Ralph Wilkinson ise şunları belirtmektedir
* Avustralyalılar, Avustralyalılar orada olacaktır marşını söyleyerek küreklere asılıyorlardı. Pek çoğu filikalarından atlama heyecanı içinde tüfenklerini kaybetmişlerdi, onların kılıçlarını sallayarak yamaçlara saldırdıklarını gördüm. Ama ne yazık ki çok disiplinsizdiler ve üçlü dörtlü gruplar halinde Türkleri içerilere doğru kovalarken düşmanın ihtiyat kuvvetleri tarafından öldürüldüler *
Alan Morehad ise Anzakların küfürbaz ve disiplinsiz olduklarını Kahirede kaldıkları müddetçe her gece kahvelere ve uygunsuz yerlere gittiklerini söyler.KAHİREden öğrendikleri bir kelimeyi bozarak İmşiyallah diye bağırarak, Türk lokumu yiyeceğiz, Hareme diye pankartlar açarak Türk topraklarına, İngilizlerin paralı askeri olarak çıkan ve yüzbinlerce insanımızın öldürülmesi işine yardıma gelenler bugün, elbette o topraklarda bıraktıkları cenazelerine gerekli saygının gösterilmesini isteyeceklerdir. Bu tabiidir. Ama her 25 Nisan aynı çıkış noktasından, sanki yeniden bir çıkarma yapılıyormuş gibi Avustralya Genel Valisi Devlet Başkanı huzurunda papazlı, kordiplomatikli binlerce kişiyle âyin yapılması acaba Mehmetçiğin ruhunu incitmiyor mu sanıyorlar?
Arkadaş yurduma düşmanları uğratma sakın
Siper et gövdeni dursun bu hayasızca akın
Mısralarındaki kahramanlık ruhuyla, en yüksek teknolojiye karşı süngüsüyle direnen Mehmetçik acaba muazzep olmaz mı?
* II. Mahmut Fiyaskosu *
II. Mahmuttan Yunan İsyanına Destek Nisan 1821, Fener Patrikhanesi
Alemdar Mustafa Paşa Rumeli askeriyle Topkapı Sarayının kapısına dayandığında padişah IV. Mustafa hem III. Selimin, hem de II. Mahmutun öldürülmesi emrini vermişti. Selim öldürüldü ama Mahmut haremdeki kadınların yardımıyla kurtuldu ve ardından tahta geçti. Napolyonun çağdaşı olan II. Mahmut, Fransız imparatorunun Rusyanın üzerine yürümesinden memnundu.Napolyonun başarıları yüzyıllardır Ruslarla savaşmakta olan Osmanlıların işine geliyordu. Dolayısıyla Fransızlarla Osmanlıların ilişkileri bu dönemde hayli gelişecekti. Avrupa ve Rusya Napolyonla uğraşırken II. Mahmut da Osmanlı İmparatorluğunda bazı reformlar yapma olanağını bulacaktı. Ancak Fransa sadece Avrupa ve Rusyanın başına bela olacak bir Napolyonu çıkarmakla kalmamıştı, aynı zamanda 1789 devrimini de gerçekleştirmiş ve bu devrimin rüzgarı Osmanlının egemenliği altındaki topraklara kadar ulaşmıştı. Fransız devriminin yaydığı fikirler, başta Balkanlar olmak üzere, Osmanlıların da canının sıkılmasına neden olan milliyetçi akımları birçok yerde güçlendirecekti. Bunlardan biri de Yunanistandı. Ortodoks dininin egemen olduğu Balkanları kendi hegemonya alanı olarak gören Rusların, Sırbistan ve Yunanistanın bağımsızlığı için uğraşmaları anlaşılır bir şeydi.Nitekim 1814de, Rusyadaki Yunan tüccarları tarafından Odesada kurulan Philiki Hetairia örgütü Yunan bağımsızlığı için önemli bir adım olacaktı. Bir süre sonra Osmanlılardan bağımsızlık kazanmak için Balkanlarda başlatılmak istenen savaş hemen sonuçlarını vermeyecekti ama artık fitil de tutuşturulmuş oluyordu.Aslında kendilerini Bizans İmparatorluğunun varisi olarak gören Rumların Osmanlı egemenliği altında hayli ayrıcalıklı bir statüsü vardı. Başkent İstanbulun nüfusunun önemli bir kesimini oluşturan Rumlar dış ilişkiler başta olmak üzere Osmanlı devletinin birçok önemli mevkisini işgal ediyordu.Osmanlı devletinin Avrupa ülkeleriyle diplomatik ilişkilerinde kullandığı dil esas olarak Yunancaydı. Tabii en önemlisi de Fener Patrikhanesinin İstanbulda bulunmasıydı. Ortodoks kilisesinin merkezinin İstanbulda olması ve varlıklı Fener aristokrasisinin Osmanlı sultanlarıyla iyi geçinmeyi temel alan ilişkileri Osmanlının Yunan/Rum tebaasıyla olan ilişkileri açısından da belirleyici bir öneme sahipti. Ama ne olursa olsun, sonuçta Yunanistan yüzlerce yıldır Osmanlının egemenliği altındaydı ve artık çağ ulusal esaslara göre yeni devletlerin mantar gibi fışkırdığı, ulus-devlet modelinin evrenselleşmeye başladığı bir çağdı. Dolayısıyla Yunanistanın da kendi bağımsızlığı için ayaklanması ve savaşmaya başlaması doğaldı. Uzunca bir zamandan beri Yunanistan ve Arnavutlukun bir bölümünde fiilen hükümranlık kurmuş Tepedelenli Ali Paşanın II. Mahmutun orduları tarafından tepelenmeye çalışılmasını fırsat bilen Yunan milliyetçileri Mart 1821de ayaklandılar.Asıl destek adalardaki tüccarlardan, orta sınıftan ve köylülerden geliyordu. Özellikle deniz ticaretiyle uğraşan Yunan adaları hem zenginleşmiş, hem de başta Marsilya olmak üzere Fransa ile olan yoğun ilişkileri çerçevesinde milliyetçi fikirlere açık hale gelmişti. Bir yandan Tepedelenli Ali Paşa, diğer yandan da İranla savaş halinde olan Osmanlı orduları ilk aşamada isyanı bastırmakta güçlük çektiler. Böyle bir ayaklanmayı pek beklemeyen II. Mahmut büyük bir öfkeye ve paniğe kapıldı. Paniklemişti, çünkü Rumlar hep birlikte ayaklandıklarında İstanbulu, en azından Galata ve Beyoğlunu ele geçirirler diye korkuyordu. Nitekim gizli bir emir vererek İstanbuldaki Müslüman ahalinin böyle bir Rum ayaklanmasına karşı koymak üzere silahlanmasını istedi. Yeniçeri kışlalarına da gerektiğinde sivil halka dağıtılmak üzere yeteri kadar silah bulundurmalarını emretti. Öfkesini ise Fener Patrikhanesinden çıkaracaktı. Evet, yüzlerce yıldır ataları da her türlü başkaldırıyı kan dökerek, şiddetle bastırmıştı ve atalarından bildiği yolu izlemesi şaşırtıcı değildi. Ayrıca o sıralarda aşınmış olan merkezi otoriteyi, yani kendi otoritesini güçlendirmek için yerel otoritelerin ve ayaklanmaların üzerine şiddetle giderek despotlukta bir hayli ün de kazanmıştı. Ama yine de öyle akılsızca hareket edecekti ki, karşısındaki güçleri birleştirmekle kalmayacak, durduk yerde bir din şehidi yaratacak ve kendisine karşı mücadele edenlere etkili bir bayrak armağan edecekti. Dönemine göre bir aydın olduğu söylenebilecek padişahın aydın despotluğunu annesi Fransız Sultandan aldığı ileri sürülmüştü. Ve kan dökmeye alışık bu aydın Sultan, Yunan ayaklanmasının arkasında Ortodoks kilisesinin olduğuna inanıyordu. Öyleyse önce kilisenin önde gelenlerini cezalandırarak işe başlamak gerekir, diye düşünüyordu. Oysa Fener Patrikhanesinin patlak veren ayaklanmanın arkasında olduğu kanıtlanamazdı. Evet, kimi yoksul papazlar ve din görevlileri isyancılarla beraber olabilirdi, ama Fener yöneticileri, patrik ve piskoposlar bu hareketten rahatsızdılar ve kendi konumlarını da tehlikeye attığının bilincindeydiler.Nitekim Morada ayaklanma başladıktan sonra Fener Patrikhanesi Ortodoks Kilisesi adına resmi bir açıklama yapacak ve ayaklanmayı kınarken Sultana bağlılığını bir kez daha vurgulayacaktı. Ancak II. Mahmut açısından bunların hepsi oyundu. Fener Patrikhanesi hem ayaklanmayı gizlice destekliyor, hem de kendisini kurtarmak için bu tür açıklamalar yapıyordu. Oysa durum böyle olsa bile, bu açıklamanın ayaklanan güçleri bölmek için bir silah olarak kullanılması mümkünken öfkesinin esiri olan padişah budalaca hareket edecekti. İşte böylece, Moradaki ayaklanmanın başlamasından birkaç hafta sonra, 22 Nisan 1821de yaklaşan Paskalya için ayin yapılırken silahlı askerler Halicin kıyısındaki Fener Patrikhanesine daldılar. Ayinin bitmesini sabırsızca beklemeyi nasıl akıl ettiler Allah bilir, ama ayin biter bitmez tören cüppeleri içindeki Patrik Gregorius ve beraberindeki piskoposlarla papazları yakaladılar.Bir anda ortaya çıkan cellatlar kementlerini Patrikle diğerlerinin boynuna dolayıverdiler. Sürüklenerek Patrikhanenin kapısına getirilen Gregorius buradaki bir çengele asılıverdi. Tüm Rumlara gözdağı vermek için Patriğin cesedi üç gün boyunca orada asılı kalırken, diğer piskoposlar da İstanbulun çeşitli semtlerinde aynı şekilde asılarak günlerce teşhir edildi. Sultan Mahmut bu katliamın ardından Rumların tepki gösterebileceğini de düşünmüş ve İstanbula dışarıdan askeri birlikler getirtmeyi ihmal etmemişti.Ayrıca Müslüman halk da Rumlara ve Hıristiyanlara karşı silahlandırılıp, kışkırtıldı. Gözü dönmüş topluluklar günlerce İstanbulun altını üstüne getirerek terör estirdiler insanları öldürdüler, kiliseleri yağmaladılar, hatta Patriğin tahtını bile parçaladılar. Bu arada Sultan Mahmutun da öfkesi dinmek bilmiyordu. İyice çileden çıkmış olan Padişah, Ortodoks Hıristiyanları daha da aşağılamak ve küçük düşürmek için Patriğin cesedinin Yahudilere verilmesini ve bir pazar yerinde Yahudiler tarafından ayağından sürüklendikten sonra bir taşa bağlanıp Halice atılmasını emredecekti. Böylece Osmanlı Sultanı İstanbuldaki Rumların herhangi bir harekete kalkışmasını belki önlemişti ama bir anda imparatorluk topraklarında yaşayanların dörtte birini, sadece Rumları değil bütün Ortodoks Hıristiyanları kendisine düşman etmeyi başarmıştı. Olanlara kayıtsız kalmayan Avrupa devletleri Osmanlı devleti üzerinde ağır bir baskı kurdu. Bu arada zaten geleneksel olarak eski Yunan uygarlığından gelen hayranlık ve bağlılık duygulan artık tüm Avrupada Yunanistanın bağımsızlık savaşının daha büyük ölçüde desteklenmesini getirecekti. Barbar Türkler Uygar Yunanlıları böylesine vahşice katlederken Avrupanın hareketsiz kalması mümkün değildi. Ve sonuçta çok geçmeden Yunanistan tam da bu destek sayesinde, Avrupanın Hıristiyan devletlerinin eliyle bağımsızlığını kazanacaktı.Yunanistandaki ayaklanmalar Mısır Valisi Mehmet Ali Paşanın oğlu İbrahim Paşanın ordusuyla bastırılacaktı ama Rusya ve diğer büyük devletler yapılanları unutmayacak ve Yunan davasının zafere ulaşmasını sağlayacaklardı. 1827de Navarinde Osmanlı-Mısır donanması ağır bir yenilgiye uğratıldıktan ve Ruslar yine Balkanlara indikten sonra Eylül 1827de Edirnede yapılan anlaşma ile Yunanistanın bağımsızlığı resmen tanınacaktı. Öte yandan cesedi Halicin sularına atılan Gregoriusun hikayesi orada bitmedi. Bağlandığı taştan kurtularak suyun yüzeyine çıkan ceset Rusyaya tahıl götüren bir Rum gemisi tarafından bulundu. Bunun din şehidi Patrik için ilahi bir mesaj olarak algılanması kadar doğal bir şey olamazdı. Gemi Odesaya ulaştığında Gregorius dini ve vatanı uğruna şehit olmuş kutsal bir kişi, bir aziz olarak büyük bir törenle toprağa verildi. Aslında Osmanlıya bağlı olan ve ayaklanmacılara karşı çıkan talih siz adam artık bağımsızlık mücadelesi verenlerin elinde bir meşale olacak ve hep öyle kalacaktı.Yarım yüzyıl sonra Ruslar Ortodoks kiliseleri arasındaki ilişkileri geliştirmek için Patriğin kemiklerini anavatanı Yunanistana gönderdiler. Atinadaki Metropol katedralinin girişine defnedilen Patriğin mezarı o gün bugündür dindar Yunanlılarca bir türbe gibi ziyaret ediliyor.
Osmanlı Türklerinde okçuluk, eski Türklerdeki okçuluk anlayış ve uygulayışının bir uzantısıdır. Ancak Osmanlı Türklerinde okçuluk daha büyük önem kazanmış, amaç ve uygulayışa yenilik ve genişlik kazandırmıştır.Eski Türklerde olduğu gibi Osmanlılarda da okçuluk, ordunun etkinliğini ortaya koyan bir araçtı. Bu nedenle bu aracı en iyi biçimde kullanabilmek için eğitim ön planda tutulmuştur. Eğitim, doğal olarak yarışmayı da bünyesinde barındırıyordu. Okçuların birbirlerinden üstün olduklarını gösterme amaçları onları günümüzün insanını şaşkınlık içerisinde bırakan başarılara itmiştir.İncelenen Türk oklarının ortaları kalın, baş ve sonlara doğru incelen, çok düz, esnek ve kozalaklı ağaçlardan yapıldığı saptanmıştır. Batılı araştırmacıların yaptıkları saptamalara göre Türklerde okun uzunluğu, öncelikle oku atacak kişinin boyuna ve yayın niteliklerine bağlı idi.Evliya Çelebi Seyahatnamesine göre yaycıların piri, ilk halife Ebubekirin oğlu, Mehmet kabul edilir.Ok yapımcıları Istanbuldaki 200 dükkanda 300 kişi idiler. Ok yapımcılarının piri olarak Kavvasoğlu, Ömerinoğlu Ebumuhammed gösterilir. Okçuların piri olarak bazı kaynaklarda II. Halife Hz. Ömerîn adı da geçmektedir.Türklere Anadolunun kapılarını açmış olan Osmanoğulları, ok ve okçuluğa çok büyük önem ve değer verdiler. Orhan Bey Bursada yaptırdığı Atıcılar Alanı ile bu konuda ilk girişimi yapan hükümdar oldu. Yıldırım Beyazıt da Gelibolu'daki Okmeydanını yaptırdı. Daha sonraki dönemlerde ülkedeki önemli ok meydanlarının sayısı 34ü buldu. Bu arada şunu da belirtmek gerekir; Geçici hatta devamlı ok atılan her yere Okmeydanı denilmemiştir. Düzenlenen alanların bu adı alabilmesi için, sınırları taşlarla çevrili, gerekli tesisleri olan, usta kemankeşlerin menzil taşlarının yer aldığı yönetici ve eğitici kadroları bulunması zorunluydu.Bölgelerdeki okçuluk çalışmasının topluca yapılması amacıyla okçuluk tekkeleri kurulmuştur. Bu kuruluşlara Kemankeş Tekkesi, Tirendazlar Zaviyesi ve Atıcılar Dergahı gibi adlar verilmiştir. Okçular tekkesi, günümüzün değerlendirilişi ile bir kulüp idi. Bu tekkenin başında bulunan kişiye, Şeyh denirdi. Bu kişi devlet tarafından görevlendirilmiş bir kulüp başkanı durumundaydı. Şeyhe aynı zamanda Binyüzcü Şeyh adı da verilirdi. Şeyhler usta kemankeşlerin en olgun ve en akıllılarından seçilirdi.Kemankeşler usta atıcılar tarafından hazırlanan program doğrultusunda çalışmalarını sürdürürlerdi. Usta atıcılar arasında İdmanı bir gün bırakanı, kemankeşlik on gün bırakır denilirdi.
Okçular tekkelerinin her birinde bir sicil defteri tutulur, kemankeşler ve sağladıkları dereceler günü gününe bu deftere yazılırdı. Bu defterde yer alabilmek için en az 900 gez 594 m. uzaklığa ok atabilmek şarttı. Bu barajı aşan okçu günümüzde lisans olarak kabul edilen, Kabza alma onuruna erişirdi. Okçular kanunnamesinde ençok özen gösterilen konulardan biri bu kanunname ile biçimlendirilmişti.Okçular tekkesinin bünyesinde, disiplin dışı hareketlerde bulunan kemankeşleri yargılayan ve cezalandıran bir Divan ile bu meydanın güvenliğini sağlayan bir güvenlik örgütübulunurdu. Kemankeş Mustafa, Kavisname adlı yapıtında ok atışlarıyla ilgili çalışmaları yöneten ve günümüzde antrenör denilen kişilere duyulan sınırsız saygıyı şu cümle ile nakleder: Üstadsız bir nesne kemal ile idrak olunmak muhaldir. Kemankeşlikle ilgili tüm çalışmalar da bir programa bağlanmıştır. Hatta büyük yarışlardan önce kemankeşlerin hazırlanması için birkaç hafta önce kampa alındıkları ve bu kamplarda gıda, çalışma ve dinlenme yanı sıra uykularına da özen gösterildiği, uyku sırasında sol kolları ve kalp üzerine yatmalarını önlemek için nöbette bekleyen kişilerin görevlendirildiği kaydedilmektedir.Okçulara, Tirendaz, Tirzen, Kemankeş, Kavvas, Tirkeş denilirdi. Kemankeşler hergün Alalade idman yaparlardı. Önemli yarışmalardan önce Muhkem İdman ağır ve zorlu çalışma dönemine girerlerdi. Okçuluk yapmak isteyen kişiler önce tekke şeyhinden izin alırlar ve namaz kılarak çalışmalara başlarlardı. Şakirt denilen acemi okçular önce tekkede yapılan ilk bölüm çalışmalarına katılırlardı. Bu acemi okçulara önce yayla idman yaptırılırdı. Bu idmanda ustasından Kepaze kabzasının nasıl tutulacağını öğrenen okçu adayı, bu çalışmada vücüdun kepaze ile uyum kazanmasını sağlardı.İlk dönemlerde 66 kez kepaze çekilirdi. Bu çalışma ustaların yönetiminde günde bine kadar çıkarılabilirdi. Bu arada Şakirtler her sabah on kezden başlayarak her defasında arttırmak üzere avuçlarını bir mermere vurulardı. Okçuluk hem kuvvet hem de yetenek gerektiren bir beden sporu olduğu için uzun bir hazırlık dönemini zorunlu kılardı. Bu çalışmalar toplam dört ya da beş ay sürerdi.Okçulukta meydan çalışmaları, uzun süreli olurdu. Ustasının yönetiminde gerekli düzeye erişen okçu, Kemankeş sıfatını kazanabilmek için en az 900 geze ok atabilmesi zorunluydu. Bu gelişimi gerçekleştiren okçu, Kabza, yani izin alabilmek için tekke şeyhinin, bazı durumlarda da padişahın onayını alması gerekirdi.Ok atışlarında başlıca iki tür atış vardı: Menzil (mesafe) ve puta hedef atışları. Bu iki atış türüne de katılabilmek için okçunun kabza almış olması gerekirdi.Okmeydanlarında Menzil atmak ya da, Menzil dikmek rekor kırmak için yarışılan günlere, Meydan günü denirdi. Okun düştüğü uzaklık Gez ile ölçülürdü. Orta boylu bir kişinin normal olarak attığı bir adım boyubir gez olarak kabul edilirdi, bunun uzaklığı yaklaşık 66 cmdir.Hedefe ok atışları ise kuvvet, teknik, beceri ve görüşün birleşiminde noktalanıyordu. Hedefe atışlara, Nişan atışları Puta atışı ya da Puta koşulları denilirdi.Evliya Çelebi Seyahatnamesinde, Fatih Sultan Mehmet'in fetihten sonra putların, Ayasofya Camii içinde ve İstanbulun diğer yerlerinden toplattırarak Okmeydanında Nişangah hedef olarak kullanılmasını emrettiği anlatılır. Bu nedenle bu atışlara Puta atış denmiştir. Hedefe atış yerlerinde nişangah olarak kullanılan put ya da sepetler 300 gez uzaklığa konurdu. Ayrıca nişangahların üzerinde bir de çıngırak vardı. Bu çıngırak, atışlarda hedefe isabeti haber veriyordu.Hedefe atış yarışlarının değişik türleri vardı: İp altından yapılan atışlarda kemankeşin boyunun altında ip gerilirdi. Zarp atışlarında kalın demir ya da tunç levhaları okla delmek gerekirdi. Makbul İbrahim Paşa, Atmeydanındaki sarayını yaptırması nedeniyle Kanuni Sultan Süleyman'a bir ziyafet vermiştir. Bu ziyafet eğlenceleri sırasında, Türk Okçuluk Tarihinin önemli kişilerinden biri olan Tozkoparan İskender, at üstünden attığı okla birbirinin içine yerleşmiş 5 kalkanı delmiştir. Bu usta kemankeşin başarıları efsanelere konu olacak kadar büyüktür. Osmanlı İmparatorluğu sınırlarında Tozkoparan İskender'in Gündoğusundaki 1281,5 gez menzilinden daha uzağa ok atışı hiçbir dönemde gerçekleşememiştir. Tozkoparan başarılı okçuluk yaşamında sadece Lodos menzilinde Bursalı Şücayı geçememiş ve Ah! Lodos menzili... diyerek ölmüştür.Oka Tir ya da Sehem de denilirdi. En iyi ok çam ağacından yapılırdı. Bir metre uzunluğunda, üç parmak kalınlığında ve budaksız olan dallar bir takım işlemlerden geçirildikten sonra 3 yıl dinlenmeye bırakılırdı. En iyi ok yapımı için 20 yıl, Timarlı denilen daha dayanıklı oklar için 50 yıl beklenirdi. Okların maden ya da kemikten sivri ucun geçirildiği yere Temren, Demren, ya da Soya denirdi. Oku hedefe dik götüren tüye Yele adı verilirdi. Bu yeleler kuğu, kerkenez, kartal, tavşancıl gibi kuşların kanat tüylerinden yapılırdı.
Güçlü kolların çektiği yaylardan fırlayan oklar mermi gibi giderek hedefi adeta sabun kalıbı gibi delerlerdi. Yarım metre kalınlığındaki kütükleri delip geçen oklar bulunduğu gibi, deve çanları, su bardakları ve demir kahve havanlarını delen oklar da görülmüştür.Ok uçları da farklı olabilirdi; Düdüklü oklar, havada ıslık çalarak giderdi. Uçları testere gibi olan saplandıkları yerleri paramparça etmeden çıkmazlardı. Geniş uçlu temrenler av ve savaşta, uçları meşinli oklar eğitimde kullanılırdı. Parlayıcı fitilli Dum Dumlu oklar tüm okların en önemlisiydi. Bunlar deniz savaşlarında düşman yelkenlilerini ateşe vermek için kullanılırdı. Ayrıca uçları zehirli oklar da vardı.Okların kondukları torbalara Kandil, kubur, tirkeş, sadak, ok kesesi, okluk denirdi. Bunlar en güzel şekilde işlenirdi.Yaya Kavs ya da Keman denirdi. En iyi yaylar akağaçtan yapılırdı. Yay yapımında kullanılan sinirler öküzlerin bileklerinin üst tarafından diz kapaklarına kadar olan bölümden sağlanırdı. Yaydan çıkan okun düzgün gitmesini sağlayan tüy üzerindeki yere Siper ya da Ok yatağı denirdi. Yayların sürekli olarak rüzgara karşı gölgede asılması gerekirdi.Türk yayları geniş ve ortası içeriye doğru basık, İran yayları bir daire biçiminde, Tatar yayları ise, her iki yaydan daha geniş görünümdedir. Bunların içinde etkili olanı Türk yaylarıdır.
Büyük Hun İmparatorluğu M.Ö. 4. asır - M.S. 48
Avrupa Batı Hun İmparatorluğu 374-496
Ak Hun Eftalit İmparatorluğu 4. asır sonları - 577
Birinci Göktrük İmpararorluğu 552-582
Doğu Göktürk İmparatorluğu 582-630
Batı Göktürk İmparatorluğu 582-630
İkinci Göktürk İmparatorluğu 681-744
Uygur İmparatorluğu 744-840
Avrupa Avar İmparatorluğu 6. asır - 805
Hazar İmparatorluğu 7. asır - 965
Karahanlılar Devleti 840-1042
Gazneliler Devleti 962-1187
Büyük Selçuklu Devleti 1038-1194
Harezmşahlar Devleti 1097-1231
Osmanlı Devleti 1299-1922
Timurlular Devleti 1370-1506
Bâbürlüler Gürgâniyye Devleti/1526-1858
* Devletler *
Kuzey Hun Devleti 48-156
Güney Hun Devleti 48-216
Birinci Chao Hun Devleti 304-329
İkinci Chao Hun Devleti 328-352
Hsia Hun Devleti 407-431
Kuzey Liang Hun Devleti 401-439
Lov-lan Hun Devleti 442-460
Tabgaç Devleti 386-557
Doğu Tabgaç Devleti 534-557
Batı Tabgaç Devleti 534-557
Doğu Türkistan Uygur Devleti 911-1368
Liang Şato Türk Devleti 907-923
Tana Şato Türk Devleti 923-936
Tsin Şato Türk Devleti 937-946
Kançou Uygur Devleti 905-1226
Türgiş Devleti 717-766
Karluk Devleti 766-1215
Kırgız Devleti 840-1207
Sabar Devleti 5. asır - 7. asır arası
Dokuz Oğuz Devleti 5. asır sonu - 6. asır sonu
Otuz Oğuz Devleti 5. asır sonu - 6. asır sonu
Basar-Alan Türk Devleti 1380-?
Doğu Karahanlı Devleti 1042-1211
Batı Karahanlı Devleti 1042-1212
Fergana Karahanlı Devleti 1042-1212
Oğuz-Yabgu Devleti 10. asrın ilk yarısı - 1000
Suriye Selçuklu Devleti 1092-1117
Kirman Selçuklu Devleti 1092-1307
Türkiye Selçuklu Devleti 1092-1307
Irak Selçuklu Devleti 1157-1194
Eyyubîler Devleti 1171-1348
Delhi Türk Sultanlığı 1206-1413
Mısır Memlûk Devleti 1250-1517
Karakoyunlu Devleti 1380-1469
Akkoyunlu Devleti 1350-1502
Büyük Bulgarya Hanlığı 630-665
İtil Volga Bulgar Hanlığı 665-1391
Tuna Bulgar Hanlığı 981-864
Peçenek Hanlığı 860-1091
Uz Hanlığı 860-1068
Kuman-Kıpçak Hanlığı 9. asır - 13. asır
Özbek Hanlığı 1428-1599
Kazan Hanlığı 1437-1552
Kırım Hanlığı 1440-1475
Kasım Hanlığı 1445-1552
Astrahan Hanlığı 1466-1554
Hive Hanlığı 1512-1920
Sibir Hanlığı 1556-1600
Buhara Hanlığı 1599-1785
Kaşgar-Tufan Hanlığı 15. asır başları - 1877
Hokand Hanlığı 1710-1876
Türkmenistan Hanlığı 1860-1885
* Cumhuriyetler *
Âzebaycan Cumhuriyeti 1918-1920
Batı Trakya Türk Cumhuriyeti-I 31 Ağustos 1913
Batı Trakya Türk Cumhuriyeti-II 1915-1917
Batı Trakya Türk Cumhuriyeti-III 1920-1923
Türkiye Cumhuriyeti 1923-...
Hatay Cumhuriyeti 1938-1939
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 1983-...
Âzerbaycan Cumhuriyeti 1991-...
Kazakistan Cumhuriyeti 1991-...
Kırgızistan Cumhuriyeti 1991-...
Tacikistan Cumhuriyeti 1991-...
Özbekistan Cumhuriyeti 1991-...
Türkmenistan Cumhuriyeti 1991-...