bak simdi yazdiklarina sen bir alevisin kesinlikle dislamiyorum alevilerde bizim kardesimiz bizde onlarin kardesiyiz
simdi demissinki bir admin tarafsiz olmali
iyide sonucta o da bir senin benim gibi birisi neden inanci geregi olan duygularini paylasmasin
hem Allah c.c yüce kitabimiz kuran-i kerimde buyuruyorki elinle dilinle cihat et diye
cihat sadece savasmakla olmuyor günümüz tarihinde maalesef susanlar hep eziliyor bunu sizlerde görüyorsunuz hele hele müslümansan dinini tam yerine getirmeye calisiyorsan saldiranlar cok oluyor bu bakimdan dilinle cihat edeceksin islami savunacaksin müslümanlara dil uzatanlarin cevabini vereceksin
senin sünniler hakkinda yazdiklarin yoktur demiyorum gercekten böyle insanlarda var ama burasi bir toplum iletisim yeri burada ahlaka aykiri yazilari yazmani cok yadirgadim dogrusu
gercek bir müslüman bu tip yazilar yazmaz
Sunu belirtmeden gecemeyecegim burada alevilere karsi bir cephe alinmis degil dedigim gibi alevilerde bizim kardesimiz hepimiz biriz lakin ayrimi yapan sünniler degil tam aksine alevilerdir diyorum artik uyanin bizi bu tip sacmaliklarla ayirmaya calisiyorlar biz benligimizi bulmamiz gerek alevi sünni birdir Allah c.c birdir Hz. Muhammmed s.a.v efendimiz onun elcisidir Kitabimiz Kuran dir
Arkadas ne demek yani admin deyince bir insanin görüsü olamazmi? Robotmudur bu adminler. Ben adminim hakem degil!!! Ben inandigim degerleri kimseden cekinmeden yazarim arkadas. Ben ehl-i sünnet i'tikadindayim eger bunu söylemekten korkuyorsam bu dedigimin disinda birseyim demektir.
ama bence alevilerin bazilarinin namazi orucu vesayre ibadetleri yerine niye getirmedikleri belli tembelliye kactiklarindan bizim kilerdede var cok tembeliye kacan...
Ama bis kendimise bakalim Allah Bizi, Milletimizi cahillikden korusun dogru yolda Hak yolda kalmamisi nasib etsin... AMIN...
İnsanoğlu ne zaman araşdırmaya başlar , o zaman düşmanlıklar azalmaya başlar. İnsanoğlu ne zaman menfaatlerini düşünmez o zaman gerçek sevgiyi bulur. Böyle bir kültür var ve bu bizim kültürümüz değerlerimize sahip çıkalım. Dediğim gibi sadece araşdıralım ve doğru kaynaklardan o zaman gerçekler ortaya çıkar. Sadece saygı herşeyi halleder
kitabi kuran peygamberi H.Z. Muhammed dini Islam olan toplum veya topluluklarin ne adi altinda anildigi onemli deil.Yalniz kimin,neyin oncelikli oldugunu karistirmadiklari surece.Hepimiz muslimaniz insallah.Yogurt yiyisimiz farkli olabilir.edep kurallari icerisinde oldugu surece yogurdu nasil yedigin onemli deil.Anlatabilmisimdir insallah.
* ALEVİLİK *
Dördüncü halife Hz. Alinin soyundan gelen, onu diğer sahâbeden ve diğer üç halîfeden üstün tutan mezhebe mensup kimse.Alevîlik düşüncesi, ister açıkça, ister gizlice, Aliye uyup onun Kurandaki nâs ve Resulullahın vasiyetiyle imamlığa tayin edildiğini ileri süren imametin onun soyundan dışarı çıkmayacağına inanan ve onu diğer sahâbeden üstün gören zümrelerin başlattığı fikir ve siyasî kavgalarla ortaya çıkan hareketin genel adıdır.Bu fikir ve harekete katılanlar, Aliye uydukları ve onu, öteki sahâbîlerin önüne geçirdikleri için Alevî; buna taraftar olanlara da tarafını tutan anlamında Şia denilmiştir.Şia, Alevîliğin ifade ettiği katılıktan daha mûtedîl bir kelimedir ve İslâm âlimleri Alevîlik için Şiadan farklı olarak Râfıza Ravâfız tabirlerini kullanırlar.İslâm tarihinde Hz. Peygamberden sonra halîfe olarak Hz. Aliyi tanıyanlara, Aliye mensup, inancı bakımından, Ali taraflısı anlamında Alevî tabiri kullanıldı.Alevîlik, halifelikte Hz. Alinin hakkının yendiğini, sahâbenin Hz. Peygamberden sonra Ebû Bekre beyat etmekle, İslâma aykırı hareket ettiği iddiasını yansıtır.Alevîler Hz. Alinin hilâfette hak sahibi olduğunu şu sebeplere dayandırırlar: Ali, Hz. Peygamberin tabii olarak varisiydi.O, İslamı ilk kabul eden kimsedir.Hz. Muhammed[s.a.v]in amcasının oğlu ve damadıdır.İslâm savaşlarının kahramanıydı.Yaşadığı sürece Hz. Muhammedin en yakın yardımcısıydı.Onun bütün işlerine bakardı.Hz. Muhammed[s.a.v] Aliye olan sevgisini ve güvenini bildirerek, onun kendisinden sonra halîfe olacağına işaret etmiştir.Bu yüzden onlar, Ebû Bekir, Ömer ve Osmanın işbaşına getirilişini batıl saydılar.Yani bunu şerîat kurallarına ve Hz. Peygamberin sünnetine aykırı görerek bununla savaşmayı dinî bir görev kabul ettiler.Ancak, Hz. Peygamberin, Hz. Ali hakkında söyledikleri ve Alinin üstünlükleri doğru olmakla birlikte, Allah Resulü benzer sözleri Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi diğer büyük Sahâbîler hakkında da söylemiştir.Üstelik, hastalandığında imamlığa Hz. Ebû Bekri geçirmiştir.Diğer yandan Hz. Peygamber, kendisinden sonra müslümanların başına kimin geçeceğini isim vererek belirtmeden bu dünyadan ayrılmıştır.Böyle bir hadîs olsaydı, Hz. Ebû Bekrin halife seçildiği sırada yapılan konuşma ve müzâkerelerde bu hadîsin sözkonusu edilmesi gerekirdi.Çünkü ashâb-ı kîrâm, kendi aleyhine bile olsa, Hz. Peygamberden işittiğini nakletmekten çekinmeyecek derecede üstün mezîyetlere sahiptir. Ancak, Allah Resulünün cenaze işleriyle uğraşması yüzünden, halîfe seçimi sırasında hazır bulunamayan Hz. Ali ile bu kadar önemli bir konunun istişare edilmemiş olması bir eksiklik sayılabilir.Fakat, Ensârın hilâfet konusunu müzâkere etmekte olduğu topluluğa Hz. Ömerle Hz. Ebû Bekr bile sonradan katılmıştı.Bu çok önemli meselede yanlış bir adımın atılması endişesi ve işin kısa sürede çözülmesi zarûreti, seçimin Hz. Ebû Bekir lehine yapılmasını gerekli kılmıştır.Nitekim daha sonra Hz. Ali de Ebû Bekre beyat etmiştir.
Müslümanlar, Ehl-i Beyt denen Ali ve ailesini öteki Ashâb-ı Kîramdan ve Allah Resulünün öteki halîfelerinden ayırmadan severler.Onun ailesine yapılan haksızlığa ve zulme karşıdırlar ve tarih içinde de karşı olmuşlardır.Meselâ, Ahmed b. Hanbel,Ehlüs-Sünne ve-l Hadîs taraftarlarının Hz. Muhammed[s.a.v] in ailesine hak ettikleri muhabbeti gösterdikleri ve Ali İbn Ebî Tâlibin haklarını tanıdıkları için Ali'nin şiası, taraftarı olduğunu ifade etmektedir.Aynı tavrı İmam-ı Âzam da takınarak Abbasîlere karşı İmam Zeydi desteklemiştir.Bu anlamda Şia, îtikâdî ve siyasî bir mezhep olarak kabul edilirken, Alevîlik, Hz. Ebû Bekr es-Sıddıka,Ömer el-Faruka ve Osman Zünnureyne ve daha pek çok ashâb-ı kirâma buğz ve düşmanlık taşıyan fikirlerle dolu bir tarîkat görünümündedir.Bu ifrata sebep olan Emevilerdi.Emeviler devrinde, Ömer İbn-i Abdulazizin hilâfetine kadar cuma hutbelerinde Ali İbn Ebî Tâlibe ve ehl-i beytine hakaret edilir ve lânetler okunurdu.Onların bu yanlış hareketleri öteki müslümanları bağlamazdı.Çünkü onlar, bütün müslümanları temsil edemezlerdi.Hele hilâfet konusundaki olayları göze alarak öteki, müslümanları zalim görmek ve göstermek haksızlıktır ve hakdan sapmadır.Ne Resulullahın üç halifesi ne de Ashâb-ı Kirâm, Ali İbn Ebi Talib hakkında düşmanlık eseri bırakmamışlardır.Alevîlik, zaman içinde parçalanmış ve sayısı yüze varan tarîkatlara ve yollara ayrılmıştır.Ancak bunları İmam Ebu Câfer es-Sâdıkın içtihatlarıyla amel eden ve müslümanlarla aralarında bir fark görmediklerini söyleyen, yeryüzünde Allahın hâkimiyetini istediklerini haykıran Caferiyye ve Zeydiye kollarına bağlı müslümanlarla karıştırmamak gerekir.Câferî müslümanları Şia içerisinde incelerken, dünü, bugünü ve îman-amel ilişkisiyle gözönüne almak ve ona göre değerlendirme yapmak faydalı olacaktır. Câferîlerle, Zeydîleri Alevîliğin diğer kolları olan Batînîler,Karmatîler,hatta kuzey Afrika ve Mısırda uzun yıllar hüküm süren Fâtımîlerden, bugün Anadoluda yaşayan Alevîlerden, Lübnan ve Suriyedeki Dürzî ve Nusayrîlerden ayırt etmek gerekir.Alevîlerden Gulât olanlar yani aşırı gidenler Hz. Alide, diğer halifelerde bulunmayan ilâhî nitelikler ve özellikler olduğuna inanıyorlar.İslâm tarihinde bu görüşü ve inancı daha da ileri götürerek, Allahın Alinin varlığında, insan suretinde görünüş alanına çıktığını, onun bir ilâh-insan olduğunu söyleyenler bile çıktı.Alinin mehdi olduğunu, ölmediğini ve kıyamet gününden önce çıkarak dünyada adaleti sağlayacağını öne sürdüler.Bunlar sebeîlerdir. İslâmda ilk dînî ayrılık hareketini teşkil eden ilk Alevîlik, Hz. Ali daha hayatta iken Sanalı bir Yahudi olan İbn Sebenin telkini ile başlamıştır.Bundan sonra Alinin ve soyunun, hatta İbn Seman, Ebû Mansur el-İclî, Ebul-Hattâb, Horasanlı Ebû Müslim gibi Ali ile aile bağı bulunmayan ve sadece taraftarlık yapan birtakım yabancıların öncülük ettiği tenâsüha, ibâhaya, farzları terketmenin caiz olduğuna ve imanın, imamı bilmekten ibaret bulunduğuna inanan birçok Alevî kolları meydana çıkmıştır.Dağınık Alevî kollarını birleştiren Câfer es-Sâdıka bir aralık gidip gelen ve inanışlarında İslâma aykırı şeyler bulunduğu için kovulan, İmam Câferin lânetlemesine uğrayan Ebî Mansur el-İclî ile Ebûl-Hattâbın ekolü,İsmâiliye veya Yedi İmam mezhebini oluşturmuştur. Batınîlik adı verilen bu mezhep Yemende kökleşmiş, Irak, İran, Horasan ve Türkistana kol atmış ve batıda Endülüse kadar yayılmıştır.Bu mezhepten olanlar Bahreynde ve Ahsâda Karmatiyye mezhep ve hükümetini, Kûfede ve Basrada birçok ihtilâlleri, Mağripte önce Alevî Hükûmetini, sonra Mısırda Fâtımî halifeliğini vücûda getirmişlerdir.Cebel-i Dürûzda Lübnanda yaşamakta olan Dürzîlikle daha birçok fırka ve mezhepler Batınîlikten doğmuştur.Muhammed b. Nusayr de bu arada bugün Suriye, Lübnan ve Adana yöresinde sâlikleri bulunan Nusayrîliki kurmuştur.Hz. Alinin ölümünden sonraki gelişmeler, özellikle Kerbelâ olayı Hz. Hüseyinin şehid edilmesi, Alevî topluluğun siyasî bir görüş çevresinde toplanmasına yol açtı.Sonraları Şia Şiîlik adını alan ve daha çok İranda gelişen Alevî mezhebinin özünü besleyen bu olaylar zinciri oldu. İslâm ordusunun doğuya doğru ilerlediğini gören İran, bağımsızlığını kaybedeceğini anlayınca, İslâmın içinde doğan ve gelişen Hz. Ali taraftarlığını eski dîn ve siyasetleriyle kaynaştırarak benimsedi.Bundan Alevîliğin, bir başka kolu doğdu.Alevî inancı bu yeni ad altında hızla gelişti.Bu inanca, ruhun bedenden bedene geçişini tenâsüh kabul eden Hind inançları da yine İran etkisiyle karıştı.Anadolu Alevîliği ise, sadece Batınîlikin devamı değildir.Yesevî, Kalenderî, Hayderî gibi Türk tarikatlarının, Hurûfiliğin, Vücûdiyye ve Dehriyye inançlarının karıştığı, bazı Türk gelenek ve göreneklerinin ve halk şiirinin yaşadığı bir dünyadır.Onda tenâsüh, hulûl, ibâha ve bir çeşit iştirak ilkeleriyle birlikte, Türk şölenlerini andıran âyinler de görülür.XIII. yüzyılda Anadolunun fikir hayatında Orta Asyadan ve Horasandan göçen bilgin ve mutasavvıfların derin etkileri olmuştur.Bu arada Harezmli göçmenler, köylere varıncaya kadar Anadolunun dînî havasının değişmesine yol açmışlardır.Bu tarihi kökenlere dayanan Alevîlik günümüzde varlığını sürdürmektedir.Şiîlik, Bektâşîlik ve Kızılbaşlık gibi Alevî kollarının özel törenleri, toplantıları bulunmaktadır.Bu kolların hepsinde Hz. Hüseyinin Kerbelâda şehid edildiği 10. Muharrem günü kutsal olup, matem günü kabul edilir.Şiîler o gün, özel anma törenleri düzenler, dövünür, ağlar, yakınırlar.Kızılbaş ve Bektâşîler bu günün acısını çeker, fakat dövünmezler.Alevî törenlerinin en büyüğü kadınların da katıldığı cem âyinidir.Bu tören cuma günleri düzenlenir.Cem âyininin küçüğüne dernek denir.Bu toplantılar sazlısözlü, içkili olur.Özel zikirler yapılır.Töreni yöneten dede tarafından bir sure veya ayet okunur.Ayrıca cemâyininden başka görgü âyini, canlardan birinin diğerini şikâyeti hâlinde sorgu âyini düzenlenir.Nevrûz, hem bahar bayramı, hem de Hz. Alinin doğum günü sayıldığı için, genellikle kutsal kabul edilir ve törenler düzenlenir .Alevîlik İranda olduğu gibi Anadoluda da daha çok şiir ve edebiyatla yayılmıştır.Alevîlerin büyük tanıdığı yedi şair Nesimî, Fuzûlî, Hatâî, Pîr Sultan Abdal, Kul Himmet, Yeminî ve Virânîdir.Bunlardan Nesimî ve Fuzûlî dışındakiler tam batinîdirler.Yollarını müstakil bir dîn ekolü ve İslâmiyetin esası kabul eden Alevîler, Hz. Peygamber, Hz. Ali, Oniki İmam ve Hacı Bektaş Velîyi kendi yorumcu ve düşünürleri sayarlar.
Arapça kökenli Alevi terimi sözlük anlamına göre, "Ali'ye" ya da "Ali'ye ait" anlamındadır. Alevilik genel olarak Hz. Ali'yi sevmek ve onun soyunun yani Ehl-i Beyt'in yolundan gitmek olarak tanımlanabilir. Yolun kurucusu olarak Hz. Ali (598-661) kabul edilir. İslam peygamberi Hz. Muhammed'in soyu kızı Fatıma ile evlenen Hz. Ali'den devam etmiştir. Peygamberin vefatından sonra dördüncü halife olan Hz. Ali birinci imamdır. Zaman içinde "Alevi" kavramının farklı şekillerde kullanıldığı ve "Alevi" kavramının kültürel, siyasal ve tasavvufi bakımlardan farklı tanımlara sahip olduğu bilinmektedir. Günümüzde de Suudi Arabistan, Mısır, Yemen ve İran gibi ülkelerde "Alevi" kavramı, Hz. Ali soyundan gelenler için kullanılır. Günümüz Türkiye'sinde ise "Alevi" kavramı, Hz. Ali soyundan gelenleri nitelemek anlamını da kapsayacak şekilde, daha geniş bir çerçevede kullanılmaktadır. Özgür Savaşçı, "Alevi" kavramının "Hazreti Ali'nin mevkiini yüksek tutan bir mezhebe mensup (kimse)" şeklinde genişlemiş anlamının Türkçe'de 16. yüzyıldan itibaren kullanılageldiğini bildirir (2004: 20). Orta Asya ülkeleri, Pakistan, Hindistan, İran, Irak, Yemen, Anadolu ve Balkanlar'da "Alevi" gruplar bulunmaktadır. "Alevi" kavramı Pakistan'da İsmaili, İran'da Caferi, Mısır ve Yemen'de Zeydi, Suriye'de Nusayri, Lübnan'da Dürzi mezhebi anlamına gelebildiği gibi, Sovyet kaynaklarında "Alevi" kavramı "Ali İlahi" anlamında kullanılmıştır. Anadolu'da yer alan "Kızılbaşlar", "Tahtacılar", "Abdallar", "Yörükler", "Zazalar", "Baraklar", "Avşarlar", "Nalcılar", "Çepniler", "Sıraçlar", "Amucalılar", "Bedreddiniler", "Terekemeler", "Nusayriler" ve "Bektaşiler" gibi isimlerle anılan gruplar bugün genel olarak "Alevi" kavramı ile adlandırılırlar. Arap Alevileri olarak da adlandırılan Nusayriler'deki dini yapı Anadolu'daki diğer Alevi gruplarla benzeşen yanlarına rağmen, farklı özellikleri de barındırmaktadır. Tarihsel ve sosyal koşullardan kaynaklanan yöresel ve uygulama farklılıklarına karşın Alevilik de, Bektaşilik de kendine özgü İslami yorumlar içeren halk İslamı olgusuna bağlıdır. Anadolu'da ve Balkanlar'da Alevilik tarihsel ve sosyal koşulların doğal bir sonucu olarak, kitabi olmaktan çok sözlü bir geleneğe dayalı eski inanç ve geleneklerin İslami şekiller altında yaşamaya devam ettiği bir halk İslamı'dır. Alevi toplumu yüzyıllardır siyasal nedenlerle kırsal alanda kapalı bir sosyal yaşam sürmeye mecbur edilmiş ve bu durumun doğal bir sonucu olarak daha sonra kısaca değineceğimiz kendine özgü toplumsal kurumlarıyla, daha çok sözlü gelenek yoluyla günümüze ulaşmıştır. Her ne kadar yazılı Alevi kaynaklarının pek çoğu çeşitli baskı ve imha kampanyaları sonucunda yok edilmişse de günümüze değin varlığını korumayı başarabilen eserler yavaş yavaş da olsa araştırmacılar tarafından ortaya çıkarılmaktadır.
Bugün "Alevi" ve "Bektaşi" kavramları ile adlandırılan Anadolu ve Balkanlar'daki kitlelerin ataları Osmanlı İmparatorluğu devrinde daha çok "Kızılbaş" adı ile anılmaktaydılar. Kızılbaş adının kökeni ise Hz. Ali ve Şah İsmail ile soyuna dayandırılmaktadır. Ülkemizde bugün yaygın şekilde Alevi olarak adlandırılan kitleler için kaynaklarda "Kızılbaş, Rafızi, mülhid, ışık ve torlak" gibi birçok ismin kullanıldığını söyleyebiliriz. Bunlardan en çok kullanılanı Kızılbaş adı olmuştur. Anadolu'daki Aleviler kendileri için çok anlamlı olan Kızılbaş adını, Osmanlı yönetiminin ahlakdışı anlamlar yükleyerek, Sünni kitlelere de aşılayarak bir psikolojik savaş aracı olarak kullanması sonucunda bırakmak zorunda kalmışlardır.
Bektaşi sözcüğü de yukarıda değindiğimiz kitleler için kullanılmıştır. Bektaşilik, Hacı Bektaş Veli'ye dayanılarak kurulmuş olan ve Yesevilik'le de bağlantılı olan tarikatın adıdır. Alevilik ve Bektaşiliği birbirinden bağımsız olarak ele almak bugün gelinen noktada tarihsel ve sosyolojik açıdan mümkün görünmemektedir. Her iki terimde zaman zaman birbirinin yerine kullanılabilmektedir. Melikoff'un da belirttiği gibi "Alevilik, Bektaşilik'ten ayrılamaz. Çünkü her iki deyim de aynı olguya, Türk halk İslamlığı olgusuna bağlıdır." Alevilik ve Bektaşilik, inanç ve ahlak esasları ve edebiyatları bakımından temel olmayan farklılıklar dışında ortaktırlar. En temel farklılık, Bektaşi kitlelerin daha çok şehirde yaşamalarına karşın, Aleviler'in göçebe/yarı göçebe çevrelerde yaşamaları şeklinde ortaya çıkmış sosyal bir farklılıktır. Ayrıca dinsel ayin ve uygulamalarda da öz aynı olmakla birlikte, bazı şekilsel farklılıklar bulunmaktadır.
Ancak bu tarihsel farklılıklar günümüzde anlamını yitirmeye başlamış, "Alevi" adı daha yaygın olarak kullanılır olmuştur. Bu çalışmada Bektaşi ve Alevi topluluklar, genel olarak Alevi terimi ile adlandırılacaklardır. Anadolu ve Balkanlar'daki Alevi topluluklar zaman zaman "Şiiler" ve "Caferiler" olarak da değerlendirilmektedirler. Bu yanlış yoruma bu iki grupta da varolan "Ehl-i Beyt sevgisi" yol açmaktadır.
Bunun dışında inanç ve ibadet bakımından benzerliklerden değil de farklılıklardan söz edilebilir. Çünkü Şii ve Caferi gruplar ile Anadolu ve Balkanlar'daki Aleviler'in tarihsel ve sosyal süreç bakımından da farklı deneyimler yaşadıkları ve farklı şekilde evrildikleri açıktır.
1.2. SÖZLÜ VE GELENEKSEL KAYNAKLARA GÖRE ALEVİLİK
Anadolu'da Alevilik, tarihsel ve sosyal koşulların doğal bir sonucu olarak, yazılı olmaktan çok sözlü geleneğe dayalı eski inançların İslami şekiller altında yaşamaya devam ettiği bir halk İslamıdır.
Aleviler yüzyıllarca sosyal ve siyasal nedenlerle kırsal alanda kapalı bir toplumsal yaşam sürmek zorunda kalmışlar ve bu durumun doğal bir sonucu olarak kendine özgü toplumsal kurumlarıyla temelde sözlü anlatım geleneğine dayanmaktadırlar. Bu sözlü geleneğin etkisi her ne kadar kentleşme/modernleşme süreci sonrasında zayıflamaya başladıysa da, halk katında bir dereceye kadar hala işlev görmektedir.
Yine Aleviler arasında yaptığımız alan araştırmalarında, yayınlanan kitaplarda yer alan Alevilik'in kökenine ilişkin gelenek dışı açıklamalardan da rahatsızlık duyduğu görülmektedir. Aleviler "Alevilik'i yaşamayan onu anlayamaz" diyerek bunu ifade etmekte ve özellikle de çeşitli araştırmacılarca Aleviler'in önceki inançları olarak öne sürülen "Şamanizm, Maniheizm, Zerdüştlük, Budizm, Hristiyanlık vb." şeklindeki açıklamalara duyulan rahatsızlık yer yer dile getirilmektedir. Sözlü geleneğe ilişkin verilerin sağlanması da pek kolay değildir. Hele Aleviler gibi tarihsel ve sosyal koşullar nedeniyle içine kapanık bir toplumsal yapılanmaya sahip ve kendilerinin dışındaki kimi egemen inanç gruplarınca horlanmış toplulukların inançları söz konusu olduğunda bilgi elde edebilmek daha da zor olmaktadır. Yüzyıllardır kapalı bir toplumsal yaşam sürmüş olan Alevi kitleler, inançlarına ve tarihsel geçmişlerine ilişkin bilgileri de kutsal kabul etmiş ve bunların kendilerinden olmayan kişilere açıklanması tabu olarak görülmüştür. Sözlü geleneğin ağırlığından ve toplumsal yapı nedeniyle olsa gerek, Aleviler arasında varolan sınırlı sayıda yazılı eser de adeta kutsal bir niteliğe bürünmüştür. Alevilerce "Buyruklar, alelade kitaplar olmayıp, Erenlerin Buyruğu'durlar" ve onlardan çekinilmiştir. Kaldı ki bunlar genellikle Alevilerin dinsel seçkinleri olan Dedeler'de bulunurlardı. Sözlü geleneğin ve içine kapalı toplumsal yapının bir sonucu da sır konusudur. Sırrı açıklamamak, Aleviler'in kentleşmeden önceki en önemli özelliğiydi. Kentleşme sonrası bu durum değişmekle birlikte, hala bu geleneği yaşatan insanlar da bulunmaktadır.
Bu sır saklama, gizlenme eğilimi, içinde yaşanılan ortamın olası tehlikelerine karşı geliştirilmiş bir savunma mekanizması olarak da görülebilir. Ancak genel olarak ifade etmek gerekirse bugün artık Alevilik'e ilişkin sır denebilecek bilinmeyen yönler bulunmamaktadır. Yapılan yayınlar ve kentleşme olgusu çerçevesinde ortaya çıkan yeni sosyal yapılanma Alevilik'in de bu yeni ortama adaptasyonuyla sonuçlanmıştır.
Bu hızlı değişim ortamında hala sözlü geleneğin aktarıcısı konumunda olan yaşlı kuşaklar, ozanlar/âşıklar ve Dedeler'in zihinlerinde varolan bilgiler, büyük önem taşımaktadır. Sözlü gelenek doğası gereği Alevi tarihini menkıbelerle örüntülü bir şekilde anlatmaktadır. Bilimsel çerçeveden olaya bakıldığında halk zihninde sözlü aktarımın, mitoloji ve tarihsel bilginin değişmiş birlikteliğiyle oluştuğu söylenebilir.
Anlatan kişiler zaman zaman yine sözlü gelenek yoluyla edindikleri bilgilere eklemeler/çıkarmalar yapabilirler. Aynı olay farklı kişilerden çok farklı şekillerde dinlenilebilir. Kişilerin mensup oldukları çevreye göre bile farklı değerlendirmelerin yapıldığı dikkatlerden kaçmayacaktır. Sözlü bilgiyi aktaran kişinin yaşadığı çevre, mensup olduğu ailenin o topluluk içindeki konumu gibi birçok etken bilgi edinme yollarını ve edinilen bilgiyi farklılaştırır. Buna Alevilerde her yerde geçerli ortak eğitim mekanizmalarının yokluğu ve Dede'nin geniş yetkileri de eklenince, sosyal yapı oldukça karmaşık ve anlaşılması zor bir hale bürünmektedir. Bu nedenle Anadolu'da Alevilik konusunda genellemeler yapabilmek için çok dikkatli olmak ve sözlü geleneğin içsel anlamlarını iyi anlayabilmek zorunludur. Ne, nasıl anlamlandırılıyor; bunu bilmedikten sonra yapılacak yorumlar da yanlış olacaktır. Aleviler'de sözlü gelenek, saz ve söz birlikteliğiyle dile gelen deyişlerle ve menkıbelerle halk katındaki yerini alır. Bu iki unsur da büyük ölçüde topluluğun iç yapısından gelen özel deyimler ve anlamlar içerir.
Her ne kadar bugün tarihsel veriler ışığında Alevilik'in önce siyasal bir oluşum olarak ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı biliniyorsa da, sözlü gelenek bu olayları da zaman zaman menkıbevi olarak dikkate almakla birlikte, bu meseleyi çok daha geriye götürür ve daha mistik bir açıklama tarzı benimser. Bu mistik yolun, yani "Alevilik"in bir diğer adı da "Hak-Muhammed-Ali Yolu"dur. Dedelerin anlattığı Hz. Muhammed ve Hz. Ali'nin bir nurdan geldiği, ikisinin bir olduğu, musahip oluşları konusu geleneksel Alevi kaynaklarında da yer almaktadır.
Aleviler'e göre gerçek İslam/Müslüman kendileridir. Sünniler, Hz. Muhammed ve Hz. Ali zamanındaki İslam'ı değil de ilk üç halife ve Emevilerin uygulamaya koyduğu İslam'ı uygulamaktadırlar. Ayrıca yine bu dönemde Kur'an-ı Kerim de değiştirilerek yorumlanmış ve Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'le ilgili ayetler farklı şekillerde açıklanmıştır. Oysa Aleviler kendilerine göre, Hz. Muhammed'in esaslarını koyduğu gerçek İslam'ı ve onun emrettiği ibadetleri uygulamaktadırlar. Bu da Hz. Muhammed ve Hz. Ali zamanında uygulanmış olan "Kırklar Cemi"ne dayanmaktadır.
Alevilik'in doğuşunu Kırklar Cemi'ne dayandıran sözlü gelenek, Hz. Muhammed ve Hz. Ali'nin yaratılışını çok daha önceye götürür.
Onlar bir "nur"dan yaratılmışlardır. Bu nedenle olsa gerek ikisi çoğu zaman birlikte "Muhammed-Ali" deyimiyle anılırlar. Alevi Yolu'nun kurum ve kuralları yine bu iki ulu şahsiyetin yani Hz. Muhammed ve Hz. Ali'nin katılımıyla gerçekleşen ve sözlü anlatımlarda büyük yer tutan "Kırklar Cemi"ne dayandırılır. Kırklar Cemi anlatısı ayrıntılarda küçük değişiklikler olmakla birlikte yüzyıllardır Dedeler ve Taliplerce aktarılagelir ve bu şekilde Alevilik'in nasıl doğduğu temellendirilir.
Toplum içerisinde gerçekleştirilecek dinsel hizmetlerin bölüşümü de burada gerçekleştirilmiştir. Mürşid-Pir-Rehber üçlüsünün görevleri buraya dayandırılır, buradan başlar ve yüzyıllardır bu sistem sürer gelir. Kırklar Cemi'nde Alevilik'in temel kurumlarının "Dedelik Kurumu, Musahiplik Kurumu gibi" temelleri de atılmıştır. Bu bilgiler Aleviler'in kutsal kitaplarından Buyruklar'da vardır. Bütün Alevilik tarihi boyunca Hz. Ali soyu ve yandaşları haksızlığa uğramışlar, baskılara maruz kalmışlardır. Aleviler bunu sık sık "1400 yıldır baskı görüyoruz" diyerek dile getirirler. Alevilik'in sözlü tarihinde ana tema, bu sürekli acılarla dolu sürecin farklı zaman ve mekânlardaki olaylarla yinelenmesinden ibarettir. Hz. Ali ve soyuna bir başka deyişle Ehl-i Beyt'e yapılan haksızlıklar, Hz. Muhammed'in hemen vefatından önce vasiyetini yazdırmak istemesiyle başlamış, buna engel olunması ile Peygamber'in Hz. Ali'yi yerine İmam olarak atamasının önüne geçilmiştir. Çünkü daha önce Hz. Muhammed Veda Haccı sırasında Gadir-i Hum denilen yerde konakladığında halka hitaben Hz. Ali'nin kendisinin vefatından sonra vasisi olduğunu ifade etmişti. Bu şekilde Hz. Muhammed vasiyetini yazamamış/yazdıramamış ve daha sonra halife olan ilk üç halife de peygamberin vasiyetine karşı gelmişler ve halife olmakla da Hz. Ali'nin hakkını gasbetmişlerdir.
Ayrıca Hz. Ali'nin eşi olan Hz. Fatıma'ya "ki o Hz. Muhammed'in kızıdır" babasının bıraktığı Fedek Hurmalığı da kendisinin elinden alınmak istenmiş, bu olay sırasında hamile olan Hz. Fatıma çocuğunu kaybetmiştir. Ayrıca bu acılara dayanamayıp kısa süre sonra da vefat etmiştir. Ayrıca sözlü gelenek Hz. Muhammed'in hanımlarından Hz. Hatice'yi saygıyla anarken, aynı zamanda ilk halife Ebu Bekir'in de kızı olan Ayşe ile ilgili olumsuz bir kanaate sahiptir. Aleviler'e göre Hz. Ali'nin halifeliği sırasında Şam valisi olan Muaviye ve yandaşları kılıç zoruyla Müslüman olmuş İslam düşmanlarıydılar. Hz. Ali ile Muaviye mücadelesinde (M. 657) Muaviye ordusunun bozulduğu bir sırada Kur'an yapraklarını mızraklarının ucuna takarak hileyle Hz. Ali ordusunun durdurulması ve sonrasında yaşanan gelişmeler sonucunda İslam dünyası, Hz. Ali yandaşları, Muaviye yandaşları ve Hariciler olmak üzere üçe bölünmüştü. Hz. Ali'nin bir suikast sonucunda katledilmesiyle, Hz. Ali ailesi yani Ehl-i Beyt için daha acı dolu günler başlamaktaydı. Emevi hükümdarı Muaviye, Hz. Ali'nin vefatı sonrasında iktidar için tehlikeli gördüğü Hz. Hasan'ı zehirletti. Ardından ölmeden önce yerine oğlu Yezid'i atadı. Yezid'in iktidarı sırasında yaşanan ve Hz. Hüseyin'in ailesinden ve yandaşlarından bir bölümünün katledilmesi ile sonuçlanan Kerbela Olayı, Aleviler'in sözlü geleneği bakımından en önemli olayların başında gelir. Emeviler'den sonra iktidara gelen Abbasiler döneminde de Hz. Ali soyu ve yandaşlarına yönelik zulümler sürmüştür.
Böylece Ehl-i Beyt'e mensup kişiler eskiden Türkler'in yaşadıkları bölgelere, özellikle de Horasan ve çevresine göç etmişler ve orada Türkler'le kaynaşmışlardır.
Alevi Dedeleri işte bu ailelerden gelmektedir.
Sözlü gelenekçe daha sonra yaşanan olaylar da Hz. Muhammed'in vefatı sonrasında yaşanan Hz. Ali'nin halifeliğinin gasbedilmesi, Hz. Hasan'ın zehirletilmesi, Hz. Hüseyin'in Kerbela'da şehit edilmesi, Hz. Ali soyuna Emeviler ve Abbasiler döneminde yapılan haksızlıklar, büyük Alevi ozanı Pir Sultan Abdal'ın asılarak recmedilmesi, Dersim olayları, Maraş, Çorum ve Sivas Olayları, hep bu zincirin halkaları olarak görülmektedir. Alevi geleneğine göre Hallac-ı Mansur'un katledilmesi ve Seyyid Nesimi'nin derisinin yüzülmesi de onların Alevi olmasından kaynaklanıyordu. Aleviler'in zihninde "dışlanmış olmak" şeklinde özetlenebilecek bir fikrin zaman içerisinde yerleştiği ve yer yer bugünde çeşitli olaylarla anımsandığı söylenebilir. Sözlü anlatımların yoğunlaştığı ana temalar ağırlıklı olarak inanç ve geçmişte yaşanmış olaylar üzerinde odaklanmıştır. Aleviler'e has inanç ve ibadet pratikleri, özellikle Cemler'deki işleyiş anlatılır. Bu anlatılırken başka inançlarda olmayan özelliklere de atıfda bulunulur. Cemler'de yaşanan görgü ve halk mahkemesi olgusu ve toplulukça uygun görülmeyen düşkün kişilerin Cemler'e alınmaması gibi olgular bu bağlamda vurgulanan unsurlardandır. Yüzlerce yıl önce yaşanmış olaylar insanların zihninde bugün olmuş gibi hala canlılığını korumaktadır. Öyle ki bu olaylar anlatılırken duygulanan bu insanlar özellikle Kerbela Olayı gibi acılı olayların anlatılması sırasında gözyaşlarına boğulmaktadırlar. Sözlü geleneğe göre Alevilik'in en belirgin niteliklerini bu şekilde özetlemek olanaklıdır. Bugün sözlü gelenek özellikle yaşlı kuşaklar ve daha çok Ozan/Âşık ve Dede ailelerince yaşatılmakla birlikte, yazılı kültürün ağırlığı giderek artmaktadır. Yaşanan toplumsal dönüşüm çerçevesinde bu insanlar Alevi inancına yönelik ilginin bugün zayıfladığını sürekli vurgulayarak, eski günleri özlemle anmaktadırlar. Son yıllarda Alevi inanç ve kültürüne olan ilgi giderek artarken, Cemevleri bu ilginin odağında bulunmaktadır.
1.3. YAZILI KAYNAKLARA GÖRE ALEVİLİK
Geçmişten bugüne, Anadolu Aleviliği'nin oluşumu ve kökenleri üzerine Oryantalistlerce, yabancı misyonerlerce, gezginlerce ve yerli-yabancı araştırmacılarca birçok yazılar yazılmış, pek çok tezler öne sürülmüştür. Yine konu Türkiye'de 1980'li yıllara kadar yaşanan ideolojik kamplaşmalara malzeme yapılmış, sağ-sol, Türk-Kürt, Alevi-Sünni tartışmaları bağlamında anlamlandırılmaya ve açıklanmaya çalışılmıştır. Sonuç olarak herkes konuyu kendi bakış açısına göre yorumlamıştır.
Özellikle 1980'lerin sonlarından itibaren Alevilik konusunun kamuoyunda eskiye oranla daha rahat tartışılabilmesi ve ifadelendirilebilmesi çerçevesinde Alevilik'le ilgili yayınlarda adeta bir patlama yaşandı.
Ancak bilimsel yöntem konusuna gerekli özeni göstermeyen birçok araştırmacı, o güne kadar yapılmış literatürü tarama ihtiyacı bile duymaksızın konunun daha da karmaşık hale gelmesine katkıda bulundu. Değişik yazarlar yetiştikleri ve/veya şuan yaşadıkları çevre ve almış oldukları eğitim doğrultusunda konuya yaklaşmaktadırlar. Böylece farklı farklı Alevilik tanımları ortaya çıkmıştır: "mezheptir, meşreptir, dindir, tarikattır, yoldur, yaşam biçimidir, kültürdür, felsefedir vb." Üniversitelerin ve diğer devlet kurumlarının da konuya sağlıklı bir şekilde yaklaşmamasının doğal bir sonucu olarak Alevilik konusu istismara açık bir alan halini almıştır. Bu istismar bugün çeşitli çevrelerde hala sürmektedir. Toplumsal koşulların doğal bir sonucu olarak Alevilik'e ilişkin yazılı kaynakların sınırlı olduğu bilinmektedir. Ancak bütün bu sınırlılığa karşın Alevilik hakkında önemli verilerin sağlanabileceği birçok kaynak bulunmaktadır. Ancak bu kaynakların sağlanmasına yönelik önemli engellerin olduğu da konuyla ilgilenen araştırmacıların çok iyi bildiği bir gerçektir. İlk engel Aleviler'in kendilerinden kaynaklanmaktadır. Anadolu'nun bir çok yöresinde hala araştırmalar açısından önemli birçok belge kutsal olarak görülerek gizlenmekte ve bu belgeler zaman içerisinde hasar görmekte veya bunların değerini bilmeyen kişilerce bilinçsizce yok edilebilmektedir.
Tüm bu olumsuz yokolma sürecine karşın Aleviler'in evlerinde hala birçok el yazması veya Osmanlı Devleti'nin son döneminde yayınlanmış basılı eserler ve belgelerin olduğu bilinmektedir. Ancak bu belgelere ulaşmak araştırmacılar açısından oldukça zordur. Çünkü bu belgelere sahip olanlar bunları en yakın akrabalarından bile gizlemekte, onlara bile vermemektedirler. Ayrıca çeşitli nedenlerle bu tarihi belgelerin kişiler veya sahaflar aracılığıyla geçmişte olduğu gibi bugünde yurtdışına satıldıkları bilinmektedir. Bir diğer sorun devlet arşivlerinden ve kütüphanelerden yararlanabilmek çeşitli bürokratik izinlerin alınmasını gerektirmekte, bazılarından ise hiç yararlanılamamaktadır. Bu zorlukların yanısıra bir başka engel de bu belgelerden yararlanabilecek düzeyde uzmanlığa sahip kişi sayısının oldukça az sayıda olmasından kaynaklanmaktadır. Zaman geçirmeden varolan bu kaynaklar sistematik ve düzenli olarak toplanmalı ve bu şekilde bu kaynaklardan oldukça yararlı bilgiler bilimsel yöntem doğrultusunda elde edilmelidir.
Alevilik'le ilgili geleneksel yazılı kaynaklar şu şekilde özetlenebilir:
1. Alevi ozanlarına ait nefeslerin yer aldığı "Cönk ve "Divan" kitapları,
2. İmam Cafer ve Şeyh Safi'ye atfedilen Alevilik'in inanç esaslarının yer aldığı "Buyruk" kitapları,
3. Hacı Bektaş Veli'ye atfedilen "Vilayetname", "Makalat" ve "Fevaid" kitapları,
4. Seyyid Ali Sultan, Hacım Sultan, Şücaettin Veli, Demir Baba, Otman Baba gibi erenlerin menkıbelerini anlatan risale, menakıbname ve vilayetname kitapları,
5. Yemini'nin Faziletname-i İmam adlı kitabı; Risale-i Hüsniye adlı kitap; Cabbar Kulu ve Cavidan adlı el yazması kitaplar,
6. Kerbela Olayı'nı konu edinen Maktel-i Hüseyin; Kumru Kenz-il Mesaib ve Gülzar-ı Hasaneyn; Fuzuli'nin Saadete Ermişlerin Bahçesi (Hadikat-üs-Suada) adlı kitapları.
Alevilik'e ilişkin geleneksel kaynaklara değindikten sonra bu yüzyılın başından bugüne kadar konuya yönelik yayınlara genel olarak değinmek istiyoruz. Burada öncelikle eski harflerle basılmış bazı eserleri de belirtmek gerekir: Rıfkı'nın Bektaşi Sırrı (1909-1912), Bektaşi Sırrı Müdafaasına Mukabele (1912); Ahmet Cemaleddin'in Bektaşi Sırrı Nam Risaleye Müdafaa (1912); M. Süreyya Şeyh Baba'nın Bektaşilik ve Bektaşiler (1914); Ruhullah'ın Bektaşi Nefesleri (1924); M. Seyfeddin bin Zülfikar'ın Bektaşi İlmihali (1925); Ali Ulvi Baba'nın Bektaşi Makalatı (1925); Besim Atalay'ın Bektaşilik ve Edebiyatı (1924) gibi çalışmalar bu konuda cumhuriyetin kurulması öncesinde yayınlanmış en bilinen eserlerdir.
Türkiye'de Alevilik'le ilgili araştırmaların 1920'lerin başlarında Babinger ve Köprülü'nün Darülfünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası'nda peşpeşe kaleme aldıkları "Anadolu'da İslamiyet" adlı makaleler ile başladığı söylenebilir (Babinger, 1996). Daha sonra ise doğrudan Alevilik konusuna yönelik olarak, Türk Yurdu Dergisi bünyesinde Baha Said, Hamid Sadi, Süleyman Fikri (Erten) gibi araştırmacıların makalelerini görüyoruz. Bu araştırma faaliyetleri, İstanbul Darülfünun İlahiyat Fakültesi Mecmuası'nda yayınlanan Yusuf Ziya (Yörükan)'ın makaleleriyle sürmüştür.
Ayrıca 1928'de yayınlanan ve İngiliz araştırmacı F.W. Hasluck'un makalelerini içeren Bektaşilik Tetkikleri (Hasluck, 1928) adlı kitaba yazdığı sunuşta Fuad Köprülü, bilimsel ve ulusal ihtiyaçların dikkate alınarak Türkiyat Enstitüsü'nde, Anadolu'da Türkler'in yerleşmesinden bu yana ve Anadolu ile ilgili diğer sahalardaki dinsel akımları tarihsel açıdan incelemek ve buralardaki Türk gruplarının dinsel etnografyası hakkında bilgiler toplamak amacıyla özel bir araştırma merkezi kurduklarını ifade ediyordu.
Bu dönemde yapılan çalışmalar daha çok Aleviler'in İslam öncesi geleneklerini İslam'dan sonra da yaşatmayı sürdüren Türkler oldukları ve inançlarının da Türkler'in İslam'dan önce benimsedikleri inançlardan olan "Şamanizm" ile açıklandığı vurguları üzerinde yoğunlaşmaktaydı. Ancak bu ilk heyecan yerini daha sonra özellikle üniversitelerde Alevilik'le ilgili araştırmalar açısından bir duraklama dönemine bırakmıştır. Uzun yıllar Alevilik konusu adeta dokunulmayan konular arasında yerini almıştır. Bunda Alevilik konusuna pek ilgi göstermeyen Türkiye'de din işlerinden sorumlu Diyanet İşleri Başkanlığı ve kurulan Yüksek İslam Enstitüleri'nde (daha sonra İlahiyat Fakülteleri) Aleviler'in inançsal ve kültürel istek ve taleplerini anlamaktan çok, önyargıların hâkim olmasının da önemli rolü olmuştur. Devletin ve üniversitelerin yeterince ilgilenmediği Alevilik konusu adeta kendi haline bırakılmış, böylece 1980'li yıllara kadar daha çok popüler nitelikli yayınlar yapılmıştır. Bunlar özellikle deyişler ve nefeslerin yer aldığı Divanlar, tarihi romanlar, Buyruk, Hüsniye, Vilayetname gibi kitapların bilimsel olmaktan öte popüler yayınları üzerinde yoğunlaştı ve özellikle halk katında bu tür çalışmalar rağbet gördü.
Konuyla özel olarak ilgilenen az sayıda akademisyen dışında üniversitelerde konuya pek ilgi gösterilmedi. Bununla ilgili üniversite tez kataloglarında yapılacak kısa bir tarama bunu açıkça gösterecektir. Milyonlarca Alevi'nin yaşadığı bir ülkenin üniversitelerinde çok az sayıda bilimsel çalışma yapılması dikkat çekiciydi. Alevilik konusundaki popüler yayınların esas olarak 1990'lı yıllardan itibaren adeta bir patlama yaptığını söyleyebiliriz. Bu durum da Türkiye'deki konjonktürel değişmeyle doğrudan ilgili görünmektedir. Reel sosyalizmin çıkmazı ve Güneydoğu sorununa ek olarak Alevi-Sünni meselesinin de büyük bir istikrarsızlık kaynağı olma olasılığı ve siyasal İslam'ın hem ekonomik hem de politik anlamda güç kazanması devletin o dönemde Alevilik'le ilgili politikasına yeniden çekidüzen verme ihtiyacını doğurmuştur. 1993 Sivas ve 1995 Gazi Mahallesi olayları da politikacılara Alevilik konusunun hassasiyeti konusunda bir ölçüde fikir vermiş olabilir. Bu gelişmeler sonrasında din işlerini düzenlemekle sorumlu olan Diyanet İşleri Başkanlığı dahi siyasilerin zorlamasıyla çeşitli faaliyetlere başlamak zorunda kalmıştır. Yine Gazi Üniversitesi içerisinde Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi adı altında Alevilik araştırmaları yapmak üzere bir merkez kuruldu. Yerli ve yabancı akademisyenlerin konuya olan ilgisinin arttığı gözlendi. Bu yapılan yayınlar gözönüne alındığında da görülebilir. Ayrıca çok sayıda bilimsel toplantı da gerçekleştirildi. Bu toplantıların hepsinin 1990 sonrasında yapılması rastlantı olmasa gerek.
Genel olarak ifade etmek gerekirse Alevilik konusunun bilimsel araştırma kuruluşlarının ilgisinden mahrum kalmasının doğal bir sonucu olarak, meydan siyasi ve spekülatif nitelikli çalışmalara kalmış, bu tür çalışmalar rahatça meşrulaşmıştır. Ve aslında bu konuya ışık tutması gereken araştırmalar, Alevilik konusunu asıl mecrasından saptıran işlevler görür hale gelmişlerdir. Bu çalışmalarda Alevilik, araştırmacıların dünya görüşleri doğrultusunda ele alınmıştır. Bu durum özellikle popüler eserlerin tüketicisi kitleler üzerinde oldukça olumsuz etkilerde bulunmuştur.
Burada yazılı kaynaklara ilişkin belirtmek istediğimiz son önemli nokta, bu çalışmalarda varolan içeriğin analizine yönelik genel bir değerlendirme yapmak olacak.
Burada tek tek yazılan eserlerde Alevilik'le ilgili hangi görüşlerin savunulduğunu sunmaktan çok bu çalışmalarda savunulan genel tezleri vermekle yetineceğiz: Ahmet Yaşar Ocak, Alevi-Bektaşi inançlarının kökenleri hakkındaki tezleri "1. Şiilik tezi, 2. Şamanizm tezi, 3. Eski Ortadoğu ve Anadolu kültürleri tezi, 4. Senkretist (Syncretiste) tez" olarak dört ana grup altında ele almaktadır (Ocak, 1991b:51). Yani genel olarak yazılı kaynaklarda Anadolu'da yaşayan Alevi kitlelerin inançlarının ya Sünni-Şii ayrılığına dayandığı; veya eski Türkler'in inançlarına yani Şamanizm'e dayandığı; veya eski Ortadoğu ve Anadolu inançlarına dayandığı ifade edilmektedir. Bazı çalışmalarda ise bunların hepsinin etkili olduğunu düşünen karma bir tez savunulmaktadır. Anadolu'da Alevilik konusunun açıklanmasında bu tezin daha geçerli olduğu görülmektedir. Bize göre de Anadolu'da Alevilik konusu ancak, Türkmen kitlelerin anayurtlarındaki inançları, İslam'ı benimsemeleri, göç etmeleri sırasında ve son olarak geldikleri Küçük Asya'da yani Anadolu'da karşılaşmış bulundukları, dinsel ve kültürel akımlar anlaşılmak suretiyle ele alınabilir. Demek ki Anadolu'da Alevilik'in kökenini, sadece Sünni-Şii bölünmesine kaynaklık eden olaylarda aramak yeterli olmamakta, daha sonra yaşanan tarihsel süreci de dikkate almak gerekmektedir. Kısaca ifade etmek gerekirse, Anadolu Aleviliği işte yüzyıllara dayanan bu süreç sonucunda oluşmuş bir İslam anlayışıdır.
Bu İslam anlayışı, tarihsel ve sosyal koşulların doğal bir sonucu olarak, kitabi olmaktan çok sözlü geleneğe dayalı, eski inançların ve mitolojinin İslami şekiller altında yaşamaya devam ettiği bir halk İslamlığıdır.
1.4. KİMLİK
Alevilik bir inançtır ve kendini Alevi olarak tanımlayan kişilerin ortak özelliği bu inancı benimsemiş olmalarıdır. Pek çok diğer inanç sisteminde olduğu gibi Alevilik yalnızca tek bir dili konuşan ve kendini tek bir "etnik" grubun mensubu gören kişilerle sınırlı değildir.
Günümüzde anadili Türkçe, Kurmançi, Zazaca, Arapça, Arnavutça ve az da olsa diğer diller olan Aleviler mevcuttur. Bu kişiler kendilerini anadillerinden bağımsız da olabilecek şekillerde Türk, Kürt, Zaza, Arap, Arnavut, Türkiyeli vb. olarak tanımlayabilmekte, hatta zaman içerisinde bir ya da birkaç kimliği benimseyebilmekte ya da reddedebilmektedirler. Bu da zaten kimlik kavramının değişkenliğinin ve inşa edilmiş niteliğinin doğal bir sonucudur. Türkiye'de hatırı sayılır sayıda Alevi'nin birden fazla dili konuştuğu ya da bu dilleri konuşan akrabaları olduğu göz önüne alınırsa kimlik konusunun ne kadar karmaşık olduğu takdir edilebilir.
Avrupa'ya göç süreci sonrasında kendini hem Türk hem Alman, ya da hem Türkiye'li hem İngiliz olarak tanımlayan Aleviler'in de mevcut olduğu düşünülürse, kimliğe ilişkin genellemelerden kaçınmanın önemi daha da iyi anlaşılabilir. Tüm bunlara rağmen Türkiye ve Avrupa'daki Alevilik çalışmaları gittikçe artan bir oranda "etnik kimlik" üzerinden inançsal olguları anlamlandırmaya çalışan Batı-merkezci bir yaklaşımı benimsemektedirler. Bu çalışmalar Alevilik'i bir "etnik" grupla sınırlandırmaktadır. Dolayısıyla gerek bilimsel olarak temelsiz gerekse de Türkiye'nin kültürel ve sosyal yapısının gerçeklerinden uzak bir temele dayanmaktadırlar. Hacı Bektaş Veli'nin "Dili, dini, ırkı ne olursa olsun iyiler iyidir" sözünü ve "72 millete bir nazarla bak" düsturunu benimseyen Alevi inanç sisteminin bugün "etnik kimlik" gibi kökleri ırkçı anlayışlara giden bir kavramla açıklanıyor olmasını büyük bir talihsizlik olarak görüyoruz. Şüphesiz ki tüm bu gelişmeler dünyada kimlik merkezli politikaların ve "etnik mobilizasyonun" hız kazandığı 1990'lar ortamının bir yansımasıdır. Bu noktada gözden kaçırılmaması gereken nokta şudur:
Alevi topluluklar yüzyıllardır coğrafi mekân olarak Orta Asya'dan Orta Doğu ve Balkanlar'a kadar uzanan çeşitli bölgelerde yaşamışlar, başka inanç ve kültürlerle de etkileşim halinde bulunmuşlar, bu süreçte Alevilik söz konusu bölgelerde yaşayan farklı gruplar arasında da benimsenmiştir. Türkiye'de Alevi topluluklar ağırlıklı olarak kendilerini Türk olarak tanımlayan kişilerden oluşmakla birlikte, kendilerini Kürt veya Zaza olarak tanımlayan topluluklarca da benimsenmiştir. Yine büyük ölçüde Hatay ve çevresindeki bölgelerde yoğunlaşan ve Arap Alevileri ya da Nusayriler gibi adlarla tanımlanan Alevi topluluklar da bulunmaktadır. Bunun yanısıra Balkanlar'da başka topluluklar da Alevilik'i benimsemişlerdir. Balkanlar'da bugün pek çoğu eski işlevlerini kaybetmiş Bektaşi tekkeleri ve Bektaşilik'i benimseyen topluluklar bulunmakta olup, özellikle Arnavutluk tarihte Bektaşilik'in önemli merkezlerinden ve yayılım alanlarından olmuştur. İran, Irak ve Azerbaycan'da da Alevilik ile büyük benzerlikler gösteren inançlar varsa da bu konuda yeterli bilimsel çalışmalar mevcut değildir.
1.5. NÜFUS
Türkiye'de yaşayan Aleviler'in sayısına ilişkin istatistiksel veriler olmadığından birbirinden farklı veriler ileri sürülmektedir. Türkiye'de mezhep konularında varolan tabular nedeniyle, yapılan resmi sayımlarda bu konu bilinçli olarak ihmal edilmekte ve dolayısıyla Aleviler'in sayısı konusunu herkes işine geldiği şekilde yazmaktadır. Değişik çevrelere mensup araştırmacılar Türkiye'deki Aleviler'in sayısının 10 ile 30 milyon arasında olduğuna dair görüşler vardır. Eskiye oranla iyileşmeler sağlanmakla birlikte, günümüzde de çeşitli ortamlarda Alevi kimliğini gizleme gereği duyan Aleviler bulunmaktadır. Çünkü Türkiye'de inanç özgürlüğü ve farklı inanç ve yorumlara karşı hoşgörü konusunda hala çok büyük sorunlar bulunmaktadır. Aleviler'in nüfuslarından kaynaklanan potansiyeli onları zaman zaman Türkiye siyasetinin de merkezine yerleştirmektedir.
Yüzyıllardır içerisinde bulunulan dağınık ve örgütsüz yapılanmanın yarattığı sıkıntılar özellikle son yıllarda Türkiye ve dünyanın her yanında kurulan dernek, vakıf ve federasyonlarca giderilmeye çalışılmaktadır. Zaman zaman siyasal partilerin ve değişik çıkar gruplarının Aleviler'i kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya çalıştıkları da görülmektedir.
Cumhuriyet döneminde işe alımlarda, eğitim kurumlarında, Diyanet İşleri Başkanlığı'nda ve camilerde zaman zaman ayrımcı uygulamalarla karşılaşabilen Aleviler artık özellikle inanç gereksinimlerine yönelik çalışmalara başlamışlar ve bu bağlamda kentlerde cemevleri kurmuşlardır. Bugün büyük ölçüde kentlerde yaşayan Aleviler inanç hizmetlerini cemevlerinde yürütmekte ve devletin henüz resmen tanımadığı bu merkezler giderek daha da yaygınlaşmakta ve kurumsallaşmaktadır. Bugün Türkiye'de kentlerde ve Avrupa'daki Alevi nüfus inançsal ve kültürel gereksinimleri için büyük ölçüde cemevlerinde bir araya gelmektedirler.
1.6. COĞRAFİ DAĞILIM
Tarihsel olarak geleneksel Alevi yerleşim alanlarının merkeze uzak bölgelerde yoğunlaştığı bilinmektedir. Bu da Anadolu'nun kolonizasyonu sırasındaki gelişmeler ve bu kolonizasyonu gerçekleştiren kitlelerin sosyo-ekonomik yapılarıyla ilgilidir. Aleviler genellikle merkezi iktidarın uzağında Sünni kitlelerin yerleştikleri genellikle düzlük alanların aksine ulaşılması güç ve dağlık alanlarda yerleşmişlerdir. Sosyal organizasyonları da doğal olarak içinde bulundukları coğrafi ve sosyo-ekonomik ortamın ortaya çıkardığı bir yapılanmadır. Geleneksel olarak Aleviler'in ağırlıklı olarak 1960'lar öncesinde bir kır toplumu oldukları söylenebilir.
Bu toplumun sosyal organizasyonu da bu yapı doğrultusunda şekillenmiş ve yüzyıllarca bu yapı köyden kente göç sonrasında çözülene kadar da bu şekilde sürmüştür. Geleneksel Alevi yörelerine bakıldığında Alevi kitlelerin daha çok tarım ve hayvancılığa dayalı bir sosyo-ekonomik yapılanmaya sahip olduklarından söz edilebilir.
Tarım ve hayvancılığa dayalı bu genel özelliğin yanısıra, topluluğun göçebe, yarı-göçebe veya yerleşik olup olmaması da sosyo-ekonomik yapılanmada belirleyici bir rol oynamaktadır. Geleneksel Alevi yörelerinde ev ekonomisi olarak nitelenebilecek bir yapılanma egemendir. Bu ekonomik yapı ailelerin belli oranda toprağa sahip olduğu ve o toprakta ürettiğini de ya kendi tükettiği veya küçük ve yakın pazarlarda satabildiği bir ekonomik yapıdır. Özellikle 1960'lardan itibaren ev ekonomisine dayalı bu yapılanma ortadan kalkmaya başlamıştır. Çünkü nüfusun kırdan kente yöneldiği görülmüştür. Hem coğrafi bir değişim yaşanmış ve hem de yüzyıllardır oturmuş bu coğrafi çevreye dayalı ekonomik yapılanma da çözülmek zorunda kalmıştır. Artık Türkiye nüfusu bugün kentsel alanlarda bulunmaktadır. Aynı şekilde Aleviler de bu göç hareketinin sonucunda kentlere yerleşmişlerdir. Göç ve modernleşme süreci olarak ifade edilen bu dönüşüm bugün hala devam eden bir olgu olarak karşımızdadır. Geleneksel olarak Karadeniz ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri'ndeki illerde sayıca daha az olmakla birlikte Türkiye'nin her yerinde Aleviler bulunmaktadırlar. Erzincan, Sivas, Tunceli, Tokat, Kahramanmaraş, Malatya, Amasya, İstanbul, Ankara, İzmir, Adıyaman, Hatay en yoğun Alevi nüfusun bulunduğu illerdir. Yurtdışında ise en fazla Alevi Almanya'da yaşamaktadır. Almanya'nın dışında Avusturya, Hollanda, İngiltere, İsviçre, Fransa, Belçika, Danimarka, İsveç gibi Avrupa ülkelerinde de Aleviler bulunmaktadır. Avustralya ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Aleviler ise Avrupa'dakilere oranla daha az gündeme gelmektedirler.
Genel olarak Alevilik'in (Şia Hareketi) kökeni Hz. Muhammed'in vefatı sonrasında yaşanan gelişmelere dayanmaktadır. Ancak Anadolu ve Balkanlar'daki Alevi topluluklar ele alınırken pek çok farklı dinsel ve kültürel unsuru da gözden kaçırmamak gerekmektedir. Biz burada konuyu ele alırken önce Alevilik'in doğuşuna yol açan gelişmeleri göreceğiz, ardından Anadolu'da Alevilik'in gelişimini göreceğiz. Peygamberin vefatı sonrasında ortaya çıkan kimin halife olacağı sorunu, Alevi-Sünni meselesinin ilk tohumlarını atmıştır. Hz. Muhammed daha sağlığında birçok kez damadı ve amcasının oğlu Hz. Ali'nin yerine geçeceğini vurgulamıştı.
Hz. Muhammed'in soyu, kızı Hz. Fatıma'yı eş olarak verdiği Hz. Ali'den devam etmişti. Hz. Muhammed Mekke'ye Hicret ettiği zaman da ailesine ve işlerine bakmak üzere Hz. Ali'yi yerine bırakmıştı.
Üstelik Peygamber Hz. Ali'nin katıldığı hemen hemen bütün savaşlarda onu komutan olarak atamıştı.
Bilindiği üzere Hz. Muhammed Veda Haccı dönüşünde (632) Gadir-i Hum adlı yerde beraberindeki Müslümanlar'la konaklayarak bir konuşma yapmış ve bu konuşmasında kendisinden sonra amcasıoğlu ve damadı Hz. Ali'nin Müslümanlar'a önder yani halife tayin olduğunu ifade etmişti. Orada aralarında sonradan ikinci halife olacak Ömer'in de bulunduğu Müslümanlar bundan dolayı Hz. Ali'yi kutlamışlardı. Bu olaya dayanan Aleviler, Hz. Muhammed'den sonra Hz. Ali'yi ilk halife ve imam olarak görmektedirler. Ölmeden önce Hz. Muhammed "Bana bir kalem ve kâğıt getirin size bir vasiyet yazdırayım ki, benden sonra ihtilafa düşmeyesiniz" demiş ancak bu isteği yerine getirilmemiş ve Peygamber vasiyetini yazamadan vefat etmişti.
Daha sonra Hz. Ali ve diğer aile üyeleri Peygamber'in defin işleriyle uğraşırken, ilk halife Ebu Bekir ve ikinci halife Ömer'in de aralarında bulunduğu ensar ve muhacirin ileri gelenleri iktidar kavgasına başlamışlardı bile. Bu iktidar mücadelesi Ebu Bekir'in halife olması ile sonuçlanmış, daha sonra sırasıyla Ömer ve Osman halife olmuşlardır. Sonuç olarak bu üç kişinin halifelikleri, deyim yerindeyse Peygamber'in Ehl-i Beyt'ine rağmen gerçekleşmiş, bu nedenle yüzyıllardır tartışıla gelmiştir. Hz. Ali ve Hz. Fatıma bu halifelikleri onaylamamakla birlikte, iktidar uğruna gerginlik yaratmaktan kaçınmışlar, bu haksızlığı sineye çekmeyi uygun görmüşlerdir. Peygamber'in kızı Hz. Fatıma, birinci halife Ebubekir ve ikinci halife Ömer'e dargın olarak Hakk'a yürümüştür.
Alevilik'in doğuşu özetlemeye çalıştığımız bu halifelik meselesine dayanır. Tarihsel süreç içinde Ehl-i Beyt'in başına gelenler ve bunlardan en önemlisi Kerbela Olayı ise Alevilik'in siyasal ve düşünsel bakımlardan daha da olgunlaşmasına ve Araplar dışındaki diğer uluslar arasında da yayılmasına neden olmuştur. Şimdi bu gelişmeleri görelim:
Üçüncü halife Osman'ın halifelik dönemi (644-656), akrabalarına, yani Emevi ailesine gösterdiği aşırı yakınlık ve valiliklere onları tayin etmesi ve diğer gelişmelerin sonucunda Mısır, Basra ve Kufe'den yola çıkan gruplar halife Osman'ın evini kuşatarak onu öldürmüşlerdir (656). Üçüncü halife Osman'ın öldürülmesi sonrası Hz. Ali, iç karışıklıkların çok yoğun olduğu bir dönemde ve bu karışıklıkları sonlandırmak amacıyla sahabenin ısrarları üzerine halifelik görevini kabul etmiştir.
Daha önce Osman'ın karşısında bulunmuş olan Hz. Muhammed'in eşlerinden Ayşe, Talha ve Zübeyr, Hz. Ali'nin halife olmasının sonrasında onu Osman'ın ölümünden sorumlu tutarak Cemel savaşına yol açmışlardır. Cemel savaşı Hz. Ali'nin galibiyetiyle sonuçlanmıştır. Hz. Ali bu olaydan sonra Şam'da hüküm sürmekte olan ve kendisine biat etmeyi reddeden Şam Valisi Muaviye sorununun çözümüne girişmiştir. Hz. Ali'nin uyarıları sonuçsuz kalınca Hz. Ali ve Muaviye Orduları arasında Sıffin (657) başlamış oldu. Hz. Ali'nin ordusu savaşı kazanmak üzereyken, Muaviye'nin yakın adamı Amr İbn-ül As'ın, askerlerin mızraklarının ucuna Kur'an sayfalarını bağlatarak "Allahın kitabı sizinle bizim aramızda hakem olsun" diye bağırtması sonucu Hz. Ali'nin ordusu saldırıyı durdurdu. Bu şekilde Amr'ın hilesi işe yaramış ve iki taraftan hakemler seçilmiş, bir sonuca ulaşılamamıştır. Burada Hz. Ali'nin ordusundan ayrılan bir grup da Hariciler adını almışlardır. Böylece Müslümanlar Hz. Ali yandaşları, Muaviye yandaşları ve Hariciler olmak üzere üçe bölünmüş oluyorlardı. Hz. Ali vefatından önce Hariciler'e yönelik askeri bir harekât düzenlemiş, önemli bir bölümünü yok etmişti. 24 Ocak 661'de ise Hz. Ali, İbn Mülcem adlı bir Harici tarafından uğradığı saldırı sonucunda Hakk'a yürümüştür. Emevi hükümdarı Muaviye, iktidara yönelik siyasal amaçlarını ne pahasına olursa olsun elde etmeye çalışmış, Sıffin'de Hz. Ali'ye yenileceğini anlayınca hileye başvurmuş ve Hz. Ali'nin vefatı ile Emevi saltanatını kurma amacına ulaşmıştır. Hz. Ali'nin vefatı sonrası Şam ve Mısır dışında bütün eyaletler oğlu Hz. Hasan'a biat etmişlerdi. Ancak daha sonra Muaviye kendi iktidarı için tehlikeli saydığı Hz. Hasan'ı zehirletmekten de çekinmedi. Muaviye, Ehl-i Beyt'e Hz. Ali yandaşlarına karşıtlığı esas almış, camilerde Hz. Ali'ye lanet okutmuş ve kendisinden sonra oğlu Yezid'in halife olmasını sağlamak yoluna gitmişti. Yezid'in önünde en büyük engel olarak Hz. Hüseyin bulunmaktaydı. Hz. Hüseyin'in kendisine biatını sağlayamayan Yezid'in iktidar hırsı sonucunda Kerbela Olayı meydana geldi. 10 Ekim 680 (Hicri 10 Muharrem 61) günü Irak'ta Kerbela Çölü'nde Hz. Hüseyin ve ailesi Yezid'in ordusu tarafından kuşatılarak, Hz. Hüseyin de dahil pek çok yakını şehit edildi. Yüzyıllar sonra bile ozanlar, dedeler Kerbela olayını anlatan binlerce nefes söylediler. Özet olarak, camilerde Hz. Ali'ye küfür ettirilmesi, önce Hz. Hasan'ın daha sonra da Hz. Hüseyin ve ailesinin ki Peygamber'in soyu onlardan devam ediyordu, acımasızca öldürülmeleri, Emevi Hanedanı'na karşı muhalif bir düşünsel ve siyasal temeli olan bir harekete yolaçtı. Bu harekete Hz. Ali yandaşlığı veya Alevilik (Şiilik) demek mümkündür.
2.2. ALEVİLİK'İN OLUŞUMU
Daha önce özetlenen Hz. Muhammed'in vefatı sonrası gelişmelerle temellenen Alevilik, İslam dininin yayılmasıyla birlikte Araplar'ın dışındaki topluluklara da ulaştı. Abbasiler döneminde Türkler ve İranlılar özellikle orduda yoğun olarak yer almaktaydılar. Örneğin daha Hicri 4. yüzyılda Maveraünnehir'in oldukça uzağında yaşayan Buğraç Türkleri eski inançlarındaki Gök Tanrı'nın yerine Hz. Ali'yi geçirmişlerdi. Zaten Emevi döneminden (661-750) bu yana Hz. Ali ve soyunun başlarına gelenler ve özellikle de Kerbela Olayı Aleviler'ce her tarafa yayılmaktaydı. Sosyal ve siyasal ortam da bu düşüncelerin yaygınlaşmasına elverişliydi. Hz. Ali'ye ve Ehl-i Beyt'e muhabbet, o dönemde gittikçe fazlalaşan tarikatlerde oldukça yaygındı. Hz. Ali'nin kahramanlıkları ve Kerbela Olayı'na ilişkin menkıbeler Anadolu, İran, Irak ve Horasan bölgelerinin sözlü ve yazılı edebiyatında en eski zamanlardan itibaren, çok sevilen ve yaygın bir konudur ki bunun etkilerini bugün bile gözlemlemek olanaklıdır. Demek ki İslam dünyasındaki siyasal ve dinsel bölünmelere kaynaklık eden bu olaylardan Araplar'ın yanısıra, Türkler, İranlılar ve diğer uluslar da doğal olarak etkileniyorlardı. Yeni Müslüman olan topluluklar arasında Hz. Ali bir sembol halini alıyor ve onun savaşçılık, yiğitlik ve velilik yönleriyle bezenmiş menkıbeleri her yere yayılıyordu. Hz. Ali'nin sembolleşmesinin yanısıra, Kerbela Olayı da aynı şekilde, hatta daha derin izler bırakıyordu... İşte bu etkilerin bir sonucu olarak Alevilik, İslam dünyasının her yanına yayılan tasavvuf akımına nüfuz etmiş ve Alevi eğilimli birçok tarikat ortaya çıkmıştır. Anadolu ve İran bölgelerinde de ortaya çıkan bu tarikatlerden konumuz bakımından en önemlileri Yesevilik, Kalenderilik, Vefailik, Hurufilik, Hayderilik adlı tarikatlerdir. Daha çok göçebe ve köylü topluluklar arasında etkili olan bu resmi din anlayışına aykırı tarikatler, doğaldır ki, yaygın oldukları çevrelerdeki koşullara uygun olarak şekillenmiş bir İslam anlayışını yaymaktaydılar. Sünni çevrelerde yoğun tepki gösterilen ve eski kaynaklarda da yer alan, bu tarikatlere mensup şeyh ve babalara yönelik suçlamaların en bilinenleri şu şekildedir: Bu dervişlerin, dinsel yükümlülüklere/yasaklara uymamaları ve kadınların da dinsel törenlere katılmaları. Basit halk kitleleri, işte bu adetleri nedeniyle yoğun tepkiler alan ve hiç şüphesiz telkinleri kendilerine daha uygun gelen bu tür babaların ve şeyhlerin etkileri altındaydılar. Bu şeyh ve dervişler adeta Alevi düşüncelerin yayıcılarıydılar. Ehl-i Beyt sevgisi onların propagandalarında önemli yer tutmaktaydı. Hz. Ali soyunun uğradıkları haksızlıklar ve onların kahramanlıkları onlar aracılığıyla dilden dile yayılmaktaydı. Ayrıca siyasal mücadeleler nedeniyle Orta Asya'ya göç etmiş bulunan Peygamber soyu Türkler arasında kendilerine uygun bir ortam bulmuş ve zamanla akrabalık ilişkileri de kurulmuştu.
Daha sonra Anadolu'da görülen ve kendilerini Peygamber soyuna bağlayan ocak soyları da muhtemelen bu altyapıya dayanmaktadır. Türkmen kitleler İslam dinini benimserken, büyük ölçüde eski inançlarını ve geleneklerini de muhafaza etmekteydiler.
Yine bu kitlelerin çoğunluğu, karmaşık ve sıkıcı din kurallarını yayan din adamlarına, şeyhlere itibar etmemekte, onlar daha çok İslamiyet öncesindeki dinsel önderleri olan şamanları/kamları hatırlatan ve eski inançlarla yeni din arasında paralellikler kurdukları daha yüzeysel, dinsel bilgileri yayan atalara/babalara bağlanmakta ve onların nüfuzları altında bulunmaktaydılar. Bu kitlelerin Müslümanlığı, dinsel yükümlülükleri yerine getirmekten uzak, eski inanç ve geleneklerin ön planda olduğu bir halk Müslümanlığıydı. Orta Asya'da şekillenen halk İslam'ında eski ozanlar gibi halk arasında dolaşan ata, baba ünvanlı ve zamanla efsanevi nitelik kazanmış şahsiyetlerin büyük rolü vardır. Bunların en bilineni eski adıyla Yesi (bugünkü Türkistan) kentinde yaşamış olan Ahmet Yesevi'dir (öl. 1166). Göçebe, yarı göçebe Türkmenler arasında İslamlaşmanın temel şahsiyeti olan Ahmet Yesevi, içinden çıktığı toplumun duygu, düşünce ve eğilimlerini de içine alan yeni bir İslam yorumu geliştirmiştir. Bu yorumda toplumun eski inanç sisteminin pek çok unsuru yaşatılmış ve onunla uyumlu bir İslam anlayışının temelleri bu dönemlerde atılmıştır. Bu yorumda göçebe Türkmen'lerin eski inançlarına da uygun gelen "müzik", "raks" ve "sema"nın da bulunduğu kadınlı erkekli zikir törenlerine dayalı bir ritüel yer almaktadır. Alevi-Bektaşi inançlarının esasları büyük ölçüde Ahmet Yesevi tarafından geliştirilmiş bu ritüelin devamı niteliğinde unsurları içermektedir.
Önce Anadolu'ya ve ardından Balkanlar'a uzanan İslam anlayışının iki farklı şekilde oluştuğunu belirtmek gerekir. Merkezde yaşayan kitleler daha biçimci bir İslami anlayışı (Sünnilik) benimserken, çevreyi oluşturan göçebe/yarı göçebe kitleler daha esnek ve geleneği ön planda tutan bir İslam anlayışını yani Alevilik-Bektaşilik'i benimsediler. Bu ikili durum Selçuklular ve Osmanlılar döneminde de bu şekilde devam etti. 1240'ta Baba İshak'ın ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanan Babai Ayaklanması da büyük ölçüde bu ön-Aleviler de denilebilecek, biçimci İslam'a ilgisiz halk kitleleri ile ortodoks İslamı yani Sünnilik'i resmi din olarak kabul etmiş merkezi idare arasında yaşanmıştır. Bu ayaklanma Anadolu'da derin izler bırakmış ve hareketin bastırılmasından sonra düşünsel planda yaşamaya devam etmiştir. Bu hareket daha sonra, Vefailer'den başka, Anadolu'daki Kalenderi, Haydari ve Yesevi gruplarınca da benimsenerek 14. yüzyıl başlarından itibaren varlığını Rum Abdalları adı altında sürdürmüştür.
Osmanlı Devleti'nin kuruluş döneminde abdal, baba, dede, ahi gibi lakablar taşıyan ve Bizans topraklarında ve Balkanlar'daki fetihlerde bulunan bu kolonizatör dervişler, hep ön plandadır ve ilk Osmanlı sultanlarından büyük saygı görmüşlerdir. Bunlar arasında Abdal Musa, Geyikli Baba, Hacı Bektaş Veli ve Sarı Saltuk, Seyyid Ali Sultan (Kızıldeli Sultan) gibi erenler sayılabilir.
14. yüzyıldan itibaren özellikle fetih faaliyetlerine katılan gaziler arasında yayılmış bulunan Bektaşilik, fetihler yoluyla Balkanlar'a kadar yayılmış ve Batı Anadolu'dan Balkanlar'a kadar kurulan tekkelerle Balkanlar'daki halkların Müslümanlaşmasında ve Osmanlı yönetimini fazla güçlük çıkarmaksızın kabul etmelerinde büyük rol oynamıştır. Bektaşilik 15-16. yüzyıllarla Yeniçeri Ocağı'ndaki tam hâkimiyetiyle Osmanlı Devleti'nin resmi korumasına da kavuşarak giderek etkinliğini arttırmıştır. 16. yüzyıldan itibaren ise giderek bütün bu zümreler ve dolayısıyla onlara bağlı zaviyeler Bektaşilik bünyesi içerisine girerek daha da güçlenmiştir. Bektaşilik'e bugün bildiğimiz yapısını kazandıran İkinci (Pir-i Sani) olarak kabul edilen Balım Sultan'dır. Hacı Bektaş Veli'nin hiç evlenmediğini, Timurtaş'ın manevi evlat olduğunu öne süren Balım Sultan, "Önemli olan Pir yolunu izlemektir" diyordu. 16. yüzyıl başında Hacı Bektaş Dergâhı'nın başına getirilen ve Dergâh'a bağlı sağlam bir taşra örgütlenmesi kuran Balım Sultan, ayin ve erkân usullerinde de değişiklikler yapmış, dünyayla ilgisini kesmiş bir mücerred (evlenmemiş) dervişler örgütü kurmuştur. Böylece Bektaşilik, Çelebiler kolu ve Babagan kolu olarak ikiye ayrılmıştır. Çelebiler Hacı Bektaş soyundan geldikleri düşüncesiyle "bel evladı", Babalar da soydan gelmedikleri Hacı Bektaş'ın yolunu sürmeye verdikleri önem nedeniyle "yol evladı" olarak adlandırılmaktadır. Bazı araştırmacılara göre ise Çelebileri Türk Bektaşiliği, Babagan kolunu ise Rumeli ve Arnavutluk Bektaşiliği olarak nitelendirmek mümkündür. Böylece başta gelişmiş çevreler olmak üzere tekkeler, zaviyeler ortaya çıkarken, daha kırsal muhitlerde Ocak olarak da adlandırılan inanç merkezleri ortaya çıkmıştır. Buralardaki Aleviler ise daha çok bu Ocak'lara bağlı Dede'lerin nüfuzu altında bulunmaktaydılar. 16. yüzyılla birlikte başka bir güç daha devreye girdi ve Anadolu'daki Türkmen boylarının desteklediği Şah İsmail'in (1487-1524) etkinliği yoğunlaştı. Kendisi özellikle merkeze uzak kırsal alanlarda örgütlenen Kızılbaş boyları üzerinde büyük nüfuza sahip oldu. Ocaklara bağlı Türkmen boylarının Şah İsmail'e olan desteği 16. yüzyıldan itibaren iyice artmış, Osmanlı Devleti'nin varlığını tehdit eder hale gelmiş ve Sünni İslamı resmi mezhep olarak benimseyen Osmanlı Devleti bu topluluklara karşı çok sert önlemlere başvurmuştur. Osmanlı idaresi, Kızılbaş Türkmen'leri hep potansiyel bir tehdit olarak görmüş, "dindışı" ve "ahlakdışı" saymıştır. Onlar da kuruluşuna kendilerinin de katkı verdiği Osmanlı idaresi ile her türlü bağlantıyı kesmişler, inanç ve adetlerini dışarıya kapalı bir şekilde yüzyıllarca yaşatmayı sürdürmüşlerdir. Bu başarıda şüphesiz sözlü geleneğin ve coşkulu edebiyatlarının payı büyüktür. Dedelik kurumu da dahil, bugün bilinen Alevilik'in sosyal ve dinsel organizasyonu, gerek kolonizatör babaların inanç yorum ve uygulamaları, gerekse Kızılbaş Türk boylarınca kurulan Safevi Devleti'nin önder şahsiyeti Şah İsmail döneminin ürünüdür. Şah İsmail'den sonra da Anadolu'da yaşayan Aleviler Osmanlı idaresi ile sürekli mücadele içerisinde yaşamayı sürdürmüşlerdir. Osmanlı'nın kurucu unsurlarından biri olmalarına karşın devletin kozmopolitleşerek kendilerini dışlamasına karşılık onlar da Osmanlı idaresini tanımamışlar, kendi sosyal organizasyonları içinde hukuksal sorunlar da dahil bütün gereksinmelerini kendi içlerinde çözmüşlerdir. Sonuç olarak, 19. yüzyıla kadar Alevilik'in yukarıda ele alınan gelişmeler sonucunda dinsel ve sosyal kurumları ile oluştuğu ve sözlü geleneğe dayalı büyük ölçüde merkeze uzak bölgelerde kapalı bir toplumsal yapı şeklinde yaşamını sürdürdüğü görülmektedir.
2.3. BEKTAŞİLİK'İN YASAKLANMASI
19. yüzyılda ise Yeniçeri askeri örgütlenmesinin ortadan kaldırılması ile Osmanlı Devleti daha önce meşru olarak tanıdığı ve daha çok gelişmiş merkezlerde etkin olan Babagan kolu Bektaşiliği'ni de yasakladı. Yeniçeri Ocağı'na daha kuruluşundan itibaren hâkim olan disiplin ve itaat bu kurumu, döneminin en mükemmel ordusu haline getirmişti. Bilindiği üzere Yeniçeri Ocağı'nın kuruluşunda Rum Abdalları'nın büyük etkisi olduğundan Hacı Bektaş Veli, ocağın piri olarak kabul edilmişti. O dönemlerde her sanatın ve kuruluşun bir piri olduğundan hareketle Yeniçeri Ocağı da bu töreye uyarak Hacı Bektaş Veli'yi pir kabul etmişti. Yeniçeri Ocağı Hacı Bektaş Veli'nin Hakk'a yürümesinden sonra kurulmuştu. 14. yüzyılın ikinci yarısında kurulan Yeniçeri Ocağı ile Bektaşilik arasında, kuruluşundan bu yana, yakın ilişkiler bulunmaktaydı. Bektaşi Babaları, sürekli Yeniçeri birliklerine eşlik ederlerdi. Her Yeniçeri ortasının başında bir Bektaşi Babası bulunuyordu. 8 Temmuz 1826'da alınan kararla Bektaşilik yasaklandı. Bektaşi Babaları ya sürgün ya idam edildi. Bektaşi'lerden boşalan bütün mevkilere, Nakşibendîler atandı. Bektaşi dergâhlarının tamamına yakını kapatıldı, ülke içerisinde yüzyıllardır bu tarikate ve tekkelerine vakfedilmiş bütün emlak ve arazi devlet hazinesine devredildi. Rumelihisarı, Öküzlimanı, Karaağaç, Yedikule, Sütlüce, Eyüp, Üsküdar, Merdivenköy Şahkulu ve Çamlıca Bektaşi dergâhları yıktırıldı. Yalnız türbelere dokunulmadı. Bektaşilik'e ait ne kadar yazma eser, eşya varsa el konuldu ya da tahrip edildi.
Bektaşi Babaları'nın kimisi sürgün, kimisi idam edildi. Anadolu'daki Bektaşi tekkelerinin kapatılması için de Anadolu'ya devlet görevlileri gönderildi. Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması sonrası bu ocakla manevi ve düşünsel bağları nedeniyle Bektaşilik yasaklanmış oldu ve böylece siyasal ve sosyo-ekonomik çöküntünün faturası önce Yeniçeri Ocağı'na, sonra da Bektaşiler'e ve dergâhlarına kesilmişti.
Bu olaydan sonra Bektaşilik'in merkezi Arnavutluk olacak ve bugünkü Türkiye sınırları içerisinde, özellikle İstanbul ve çevresinde kalan Bektaşiler kendilerine Melamilik, Halvetilik ve Rifailik gibi başka tarikatler içinde barınma olanağı arayacaklardır. Bektaşilik'e yönelik bu terör ortamı II. Meşrutiyet'ten sonra özellikle I. Abdülmecid (1839-1861) döneminde sonlanmıştır denilebilir. Kaynaklardan anlaşıldığı üzere Bektaşi dergâhları, Nakşî dergâhı adı altında yeniden açılmaya başlanmıştır. Tanzimat'tan sonra Nakşî tekkesi adı altında İstanbul'da açılmış dokuz Bektaşi tekkesi şunlardır: Merdivenköy'ünde Şahkulu Tekkesi, Çamlıca Tekkesi, Eyüp'te Karyağdı Baba Tekkesi, Sütlüce'de Bademler Tekkesi, Başıbüyük'te Dilaver Baba Tekkesi. Bugün bu dergâhlardan pek azı varlığını sürdürmektedir. Çoğunun arazileri talan edilmiş olup, dergâhlar tarihi yapılarının yerine binalar inşa edilerek işgal edilmişler ve bunlar zamanla tapulu hale de getirilmişlerdir. Resmi kurum ve kuruluşlar bu sürece seyirci kalmış zaman zaman da talan ve tahribatın parçası olmuşlardır. Bu olaylardan daha çok şehirlerde yaşayan Babagan koluna bağlı Bektaşiler etkilenmiştir. Köylerde yaşayan Kızılbaş-Aleviler daha önce belirtildiği üzere zaten devletin etki alanı dışında bulunmaktaydılar.
2.4. KURTULUŞ SAVAŞI'NDA ALEVİLER
Osmanlı Devleti'nin yok saydığı Aleviler, ülkenin içinde bulunduğu işgal ortamından kurtulabilmesi ve Sünni İslam'ın temsilciliğini yapan padişahlık ve halifelik rejiminin değişeceği ümidiyle Anadolu'da bağımsızlık savaşını yürüten Mustafa Kemal'in başında olduğu harekete destek vermişlerdir. Mustafa Kemal ve bağımsızlık savaşını yürüten arkadaşları, Aleviler'in sayıca ne kadar önemli olduğunun ve yüzyıllardır Sünni Osmanlı idaresince uğradıkları mağduriyetin bilincindeydiler.
Bu amaçla onları kazanmak için girişimlere başlamışlardır. Böylece Mustafa Kemal, 26 Haziran 1919 tarihinde Konya II. Ordu Müfettişliği'ne Aleviler'le ilişkiye geçilmesi yönünde bir şifre yollamış ve ayrıca 23 Aralık 1919 günü Hacı Bektaş Dergâhı'nı ziyaret ederek Hacı Bektaş Çelebisi ve diğer babalarla görüşerek Kurtuluş Savaşı'na destek istemiştir.
Bunun üzerine Hacı Bektaş Çelebisi Anadolu'yu dolaşarak Aleviler'den destek istemiş ve bunun sonucunda bir Bektaşi Alayı da oluşturulmuştur. Savaş sırasında Mustafa Kemal'e ayni yardımların yanısıra Dergâh kasasında bulunan 1800 altın lirada verilmiştir. Bağımsızlık Savaşı'na Aleviler gönülden destek vermişlerdir. Bu dönemde Atatürk'ün Hacı Bektaş Dergâhı'nın nüfuzuna oldukça önem verdiği görülmektedir. Şöyle ki, gelişmeler Hacı Bektaş Çelebisi Cemalettin Efendi'ye de iletilmektedir. Savaşın kazanılması sonrasında Cemalettin Çelebi, TBMM çalışmalarına hastalığı nedeniyle katılamamış, ancak halkı Kurtuluş Savaşı'na destek vermeye çağıran mektuplar taşıyan ulaklar yurdun dört bir yanına gönderilmiştir. Mustafa Kemal'in özel doktoru ve başka doktorlar Çelebi'nin tedavisi için görevlendirmişti. Cemalettin Çelebi 1922'de vefat edince yerine kardeşi Veliyettin Efendi çelebi postuna (29. Çelebi) oturdu. İkinci TBMM'nin açılışı sırasında (25 Nisan 1923) Veliyettin Çelebi de yayınladığı bildiri ile Mustafa Kemal'i açıkça destekliyordu.
2.5. CUMHURİYET DÖNEMİNDE ALEVİLİK
Aleviler yüzyıllarca Osmanlı idaresinden baskı görmüş bir topluluk olduklarından yeni cumhuriyet idaresini coşkuyla karşıladılar. Cumhuriyetin ilk yıllarında gerçekleştirilen reformlar onları büyük ölçüde memnun ediyordu. Eğitim birliği yasası, yeni alfabenin kabulü, şeyhülislamlık kurumunun kaldırılması, kadın-erkek eşitliğine yönelik düzenlemeler, halifelik kurumunun kaldırılması ve laik esaslara dayalı bir hukuk sistemine yönelinmesi Aleviler'i hoşnut eden bu gelişmelerden en önemlileridir. Ancak onları üzen gelişmeler de yaşanmadı değil.
Bunlardan birisi 1921'de meydana gelen Koçgiri olaylarının bastırılmasında kullanılan yoğun şiddetti. Yine 1925'te tekke ve zaviyelerin kapatılması sonrasında da Aleviler olumsuz yönde etkilendiler. Aleviler'in toplanma yerleri genellikle tekkelerinin ve ocak merkezlerinin bulunduğu yerlerdi. Sünniler'in ise yüzyıllardır tekkelerinin yanısıra, cami ve medrese gibi devlet destekli kurumları da bulunmaktaydı.
Yeni Cumhuriyet idaresince 30 Kasım 1925'te çıkarılan 677 sayılı yasayla, tekke, zaviye ve türbeler kapatılmış, seyitlik, şeyhlik gibi ünvanların kullanılması da yasaklanmıştı.
Tekke ve zaviyeler kapatılınca Sünniler camilerde aynı işlevleri devam ettirebilirlerken, Aleviler böyle bir olanaktan yoksun kaldılar. Cem ibadetlerini Osmanlı döneminde olduğu gibi yine gizli ve köyün çeşitli noktalarına gözcüler dikerek yürütmek zorunda kaldılar. Bu durum özellikle devlet destekli Sünni kültürün hâkim olduğu kentsel alanlarda daha çok etkili oldu ve zaman içinde giderek geleneksel Alevi inanç ve kültüründen uzaklaşmaya yol açtı. Yine bu yasanın kabulü sonrasında Alevi Dedeleri'nin Anadolu'da dolaşarak taliplerini ziyaret etmeleri konusunda da sıkıntılar yaşanmış ve bu durum da, Alevi inanç ve kültürünün zayıflamasında rol oynamıştır.
1937 yılında gerçekleşen Dersim Olayları sırasında da o zamanki idarecilerin oldukça basiretsiz tutumlar nedeniyle birçok masum insan zarar gördü. Aleviler tüm bu olumsuzluklara karşı tepkilerini, ilk başlarda halka yakın bir görüntü sergileyen Demokrat Parti'ye oy vererek gösterdiler. Bunun sonucunda Demokrat Parti iktidara geldi. Ancak 1950'lerin ortalarına gelindiğinde Demokrat Parti'nin dini politikaya alet eden politikaları üzerine Aleviler desteklerini CHP'ye yönlendirdiler ve 27 Mayıs hareketini desteklediler. Özellikle 1960'lar Türkiye'de kırdan kente doğru yoğun göç akımının başladığı bir dönemdir. Bu göç akımı sonrasında sadece büyük kentlere değil, başta Almanya olmak üzere dünyanın değişik ülkelerine de yoğun bir işgücü göçü yaşandı. 1960'lardan itibaren uluslararası konjonktürün etkisiyle ideolojik zıtlaşmaların yaygınlaşması ve radikal sol düşüncelerin yaygınlık kazanması da Alevi inanç ve kültürünü oldukça zor durumda bıraktı. Soğuk Savaş yıllarının sol-sağ zıtlaşması ve çarpışan grupların taban arayışının sonucu olarak Sünni ve Alevi kitleler bu ideolojik kamplaşmada kullanıldılar.
Sol ideoloji içinde üretim ve sınıf ilişkilerini kaba şekillerde yorumlayanların, sömüren-sömürülen ilişkisi çerçevesinde, Alevi inanç önderleri olan Dedeler'in hepsini ayrım yapmaksızın "sömüren" sınıfa dâhil etmesiyle, zaten kırdan kente göç nedeniyle büyük sıkıntılar yaşayan Alevi inanç ve kültürü, gençlerin Alevilik'i dar ideolojik bakış açılarıyla değerlendirmeleri sonucunda bir darbe daha yedi. Bu dönemde özellikle genç kuşaklar yurtiçi ve yurtdışı gelişmelerin de etkisiyle Alevilik inanç ve geleneklerini küçümseme eğilimine girdiler. Giderek Alevilik'le ilgili bilgilerden uzaklaştılar, cemler gittikçe daha az yapılır olmaya, musahiplik geleneği uygulanmamaya başlandı. Böylece gerek göçler gerekse kentleşen Türkiye'nin yeni sosyo-ekonomik yapısı geleneksel Alevi kurumlarını giderek işlemez hale getirdi. Türkiye ve Avrupa'nın kentlerinde yetişen Alevi gençleri artık Alevi inanç ve geleneklerinin dışında başka bilgi kaynaklarından beslenmeye başladılar. Tarihsel ve sosyal nedenlerle cumhuriyetin kuruluş kadrolarında, henüz etkin ve yetişmiş bir aydın ve bürokrat kesime de sahip olmayan Aleviler, devlet kademelerinde ve diğer yönetim mekanizmalarında geri planda kaldılar. Bunun sonucunda devlet kadroları onların inançsal ve kültürel gereksinimlerini görmezden geldi; devletin dinsel ve eğitsel örgütlenmesi tamamen Sünni yurttaşların gereksinimleri doğrultusunda biçimlendirildi. Alevilik konusu üniversitelerin ve akademik alanın ilgisi dışında kaldı. Aleviler kendi geleneklerinden uzaklaştıkları ölçüde başka siyasi, dini görüşlerin etkisi altında kalmaya başladılar.
Bu gelişmeler Alevilik'in geleneksel kurumlarının eski rollerini bir daha geri gelmemek üzere tarihe maleden süreci tamamlamış oldu. Giderek kentlerde sayıları artan Aleviler dernekler kurmaya ve çeşitli etkinlikler gerçekleştirmeye başladılar. Cemler yine gizlice evlerde yapılmaya çalışılsa da, tanınmış halk ozan ve sanatçılarının katıldığı geceler gerçekleştirildi. Halkın bu etkinliklere ilgisinin giderek arttığı görüldü. Böylece Anadolu'nun değişik yörelerinden gelen Aleviler birbirlerini tanımaya başladılar. Bu dönemde Alevilerce Cem, Ehlibeyt ve Gerçekler adlarındaki dergiler yayınlanmaya başlandı.
Ayrıca 1960'lı yılların ikinci yarısından sonra Türkiye siyasal yaşamına Alevilerce kurulmuş bulunan Birlik Partisi katıldı. Bu parti bir grup Alevi kökenli siyaset adamınca 17 Ekim 1966'da kuruldu. Birlik Partisi'nin amblemi Hz. Ali'yi simgeleyen bir aslanla, onun çevresinde Oniki İmam'ı simgeleyen on iki yıldızdan oluşuyordu. Parti programında din ve vicdan özgürlüğü vurgulanıyor, kamu düzenine, genel ahlaka ve yasalara aykırı olmayan ibadetlerin serbest bırakılması isteniyordu.
1969 seçimlerinde % 2.8 oy oranı ile 8 milletvekilliği kazanan partiye daha sonra Millet Partisi'nden istifa eden 2 milletvekili de katıldı. 1970'de ise Birlik Partisi'nin bazı milletvekillerinin Adalet Partisi'ne geçmesi üzerine kamuoyunda partinin imajı büyük bir darbe aldı. Alevi inanç ve kültürünün uğradığı haksızlıkları gidermek amacıyla kurulan bu parti, kadrolarının yetersizliği nedeniyle zaman içerisinde siyasal etkinliğini tümüyle yitirdi. Aleviler hoşgörüsüzlüğe ve ayrımcılığa dayanan saldırılardan Cumhuriyet döneminde de nasiplerini aldılar. 1978'deki Maraş ve 1980'deki Çorum Olayları bunların Türkiye tarihine bir kara leke olarak geçen en kanlılarındandır. Yüzlerce insanın öldüğü ve göçe zorlandığı bu olaylar sırasında devlet yurttaşlarını, gözü dönmüş saldırganlara karşı koruyamamış üstelik suçlular kısa süre sonra serbest bırakılmış, hatta bazıları daha sonra milletvekili bile olabilmişlerdir. Şüphesiz Aleviler yaşanan bu olaylarla Osmanlı döneminde yaşananlar arasında paralellik de kurmaktadırlar. Tarihte yaşanmış acı olayların izleri hafızalardan silinmeden siyaset ve ideoloji perdesi altında yaşanan, inanç farklılığına dayalı baskılar ve kıyımlar ne yazık ki cumhuriyet döneminde de yaşanmıştır. Devlet güçleri bu olaylarda yurttaşlarını korumakta yetersiz kalmış, halk arasında Aleviler'e karşı ayrımcı politikaların izlendiği düşünceleri yerleşmiştir.
Bütün bunların ardında yatan temel nedenlerden birincisi Aleviler'in hala kentlerde, burjuvazide, üniversitelerde, sivil ve askeri bürokraside yeterince varolamamalarıydı. Diğer bir neden ise, Türkiye'de demokrasi anlayışının tam anlamıyla yerleşememiş olmasının yanısıra siyaset ve devlette etkin Sünni İslam kültürü ile yetişmiş tutucu kesimlerin Alevilik'e karşı hala eski olumsuz yaklaşımlarını sürdürmek istemeleriydi.
Gerek uluslararası gerekse ulusal dönüşümlerin bir sonucu olarak 1990'lı yıllarla birlikte Alevilik derlenip toparlanmış ve giderek Türkiye gündeminde yer alan önemli konulardan birisi haline gelmiştir. Bu sürece damgasını vuran önemli olayları genel olarak ele almak istiyoruz. 1990'lardan itibaren gerçekleşen Sivas ve Gazi Mahallesi gibi Aleviler'i oldukça rahatsız eden gelişmeler, gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında örgütlenme faaliyetlerinin artmasına neden olmuştur. Bilindiği üzere cumhuriyet sonrası yaşanan köyden kente göç olgusunun bir sonucu olarak bu kapalı toplumsal yapı çözülmeye başlamış o zamana kadar Alevilik gibi "sır" ve "tabu" olan birçok konu ister istemez açıkça konuşulur olmuştur.
Kamuoyunda tabu olarak görülen Alevilik konusunun sık sık gündeme gelmesi ile birlikte, gerek Aleviler kimliklerini özgürce açıklamaya başlamışlar, gerekse çevrelerindeki topluluklarca tanınmaya başlamışlardır. Daha önce kimliklerini gizleyen Aleviler'in büyük bölümü, artık bunu gizlemek gereği duymamaktadırlar. Kentleşmeye başlayan Aleviler'in ve Sünniler'in birbirlerini tanıma süreci de devam etmektedir. Bu bağlamda komşuluk ilişkileri gelişmekte ve geleneksel yaşamda görülmeyen Alevi-Sünni evlilikleri de giderek artmaktadır. Bu yeni ortamda Alevilik alanında pek çok gelişme yaşanmıştır.
Öncelikle Alevilik'in kamuoyunda tanınmasında medyanın önemli bir rol üstlendiği görülmüştür. Bu hem Aleviler'ce kurulan medya araçları hem de diğer medya araçları bakımından böyledir. 1990'lardan itibaren Cem, Alevilerin Sesi, Nefes, Kervan, Yurtta Birlik, Pir Sultan Abdal, Gönüllerin Sesi, Yol, Kızıldeli, Kırkbudak vb. pek çok dergi yayınlanmaya başlamıştır. Kentlere göç sonrası dönemin ürünü olan yeni kuşakların Alevilik'le ilgili bilgi gereksinimi de bu süreçte önemli rol oynamıştır. Türkiye'deki diğer yazılı/görsel medyanın Alevilik konusuna yaklaşımının tamamen tiraj eksenli olduğunu da belirtmek gerekir. Daha önceleri yer verilmeyen Alevilik konusu artık gerek haberlerle gerek program ve yazı dizileriyle medyada giderek daha fazla yer almaya başlamıştır. Alevilik konusu özellikle kimi kriz zamanlarında ve belli günlerde (Abdal Musa ve Hacı Bektaş Veli Törenleri gibi) medyada yer bulabilmektedir. Bütün bu gelişmelere karşın medyanın Alevilik'e hakettiği oranda yer verdiği de söylenemez. Özellikle, kamu yayıncılığı iddiasındaki TRT'nin yalnızca Sünni kitleye yönelik yaptığı dini yayınlarla Alevi izleyicilere yönelik ayrımcı tutumu ibret vericidir. İşte bu durumun doğal bir sonucu olarak Aleviler de kendi radyo ve televizyon kanallarını kurmaya başlamışlardır. Bu süreç önce radyo kanalları ile başlamıştır.
Alevi müziğini esas alan yayınlar yapan bu radyo kanalları Alevilik'le ilgili konuların da ele alındığı programlara yer vermektedirler. CEM Radyo, Radyo Barış, Yön FM bu kanalların en bilinenleridir. Alevilerce televizyon kanallarının kurulabilmesi ise ancak 2005 yılının sonunda gerçekleşmiştir. Bu alanda CEM TV öncü bir rol oynamış. CEM TV'yi, SU TV ve Düzgün TV adlı televizyon kanalları izlemiştir. Öncelikle Alevi deyiş kliplerine yer veren bu kanallar zamanla programlı yayına geçmişlerdir. Aleviler tarafından gerek müzik programları gerekse Alevilik konusunun ele alındığı programlar büyük ilgi görmektedir. Bu yayınlar uydu üzerinden gerek yurtiçindeki gerekse de yurtdışındaki Aleviler'e ulaşmaktadır. Yine bu dönemde Alevilikle ilgili yayınlarda büyük bir artış yaşanmıştır. Bu durumun kamuoyunda varolan bilgi eksikliğinden kaynaklandığı muhakkaktır. Yayınevlerinin ticari kaygıları da bir anlamda bu artışta etkili olmuş olabilir. Gerek popüler gerekse akademik nitelikli dergilerde yayınlanan Alevilik'le ilgili makalelerde de artış olmuştur. Yine üniversitelerde yapılan tez çalışmalarında da 1990'lara kadar neredeyse görmezden gelinen Alevilik konusunda, çok sayıda yüksek lisans ve doktora tezi hazırlanmıştır. Hem yurtiçinde hem de yurtdışında Alevilik'e olan ilginin artması bu konuda ulusal ve uluslararası nitelikli pek çok panel, konferans, sempozyum, kongre düzenlenmesine neden olmuştur. Gelecekte gerek popüler alanda gerekse akademik alandaki yayınların ve etkinliklerin giderek artacağı söylenebilir.
Alevilik'in artan bir oranda görünür olduğu diğer bir alan da İnternet'tir. 1996 yılından itibaren çok sayıda Alevi İnternet sitesi açılmıştır. Bunlar Avrupa, Amerika ve Türkiye'deki Aleviler'in kişisel siteleri olduğu gibi aynı zamanda bilimsel ve kurumsal siteler de olabilmektedir. Ali Yaman, Müslüm Güler ve Aykan Erdemir'in editörlüğünde yaklaşık 10 yıldır hem Türkçe hem de İngilizce olarak hizmet veren Alevilik Bektaşilik Araştırmaları Sitesi (Alevilik-Bektaşilik Araştırmaları Sitesi) bu alandaki ilk örnektir. 2004 yılında kurulan CEM Vakfı resmi web sitesi (Cem Vakfı Web Sitesi) de bu alanda önemli bir boşluğu doldurmuştur. Günümüzde pek çok kişisel ve kurumsal site, forum ve tartışma hattı İnternet üzerinden varlığını sürdürmekte ve çok geniş bir kullanıcı kitlesine ulaşmaktadır. İnternet'in görece özgür ortamı ve erişim kolaylığı Alevilik söz konusu olduğunda bu mecranın öneminin daha da artacağını düşündürmektedir.
1990'lar sonrası Alevilik tarihinde örgütlenmeler konusu büyük yer tutmaktadır. Bu zamana gelinceye kadar köy dernekleri şeklinde devam eden bu süreç artık inanç ve kültürel ağırlıklı bir örgütlenme hareketine dönüşmüştür. Avrupa'da ve Türkiye'de dernekler, vakıflar ve cemevleri olmak üzere üç değişik çatı altında örgütlenme hareketleri yoğunluk kazanmıştır. Bu derneklerden en eskileri ve en bilinenleri Hacı Bektaş Veli ve Karaca Ahmet dernekleridir. Daha sonra vakıf halini alan Şahkulu Derneği ise 1980'li yılların ortasında kurulmuştur. Yine bu dönemde belirli yöre ve köy derneklerinin de sayılarının arttığı görülmektedir. 1990'lı yıllarla birlikte dernekleşme faaliyetlerinde de büyük artış görülmüştür. Özellikle Sivas Olayları Alevi kitlelerde büyük bir tepki uyandırmış, örgütlenme eksikliğinin hissedilmesine yol açmıştır. Alevi uyanışı beraberinde onun inanç kurumlarının da yeniden canlanmasına yol açmıştır. Ülkemizde yüzyıllardır Aleviler'in dergâh olarak nitelendirdiği çeşitli merkezler bulunmaktadır ki bunların en tanınmış olanları Hacı Bektaş Veli Dergâhı (Nevşehir), Abdal Musa Dergâhı (Antalya), Karaca Ahmet Sultan (İstanbul), Şahkulu Sultan Dergâhı (İstanbul), Erikli Baba Dergâhı (İstanbul), Şücaettin Veli (Eskişehir) Dergâhları'dır. Garip Dede Türbesi (İstanbul) de zaman içinde böyle bir nitelik kazanmıştır. Ayrıca İstanbul'da bulunan Karaağaç (Sütlüce) ve Karyağdı Baba (Eyüp) Dergâhları'nın da restore edilerek hizmete açılması düşünülmektedir. Bu dergâhların bünyesinde bugün cemevi, dernek ve vakıf gibi kurumlar faaliyet göstermektedirler. Bunların özellikle büyük şehirlerde bulunanları halk tarafından sürekli ziyaret edilmekte ve bu mekânlarda topluma çeşitli hizmetler sunulmaktadır. Hacı Bektaş Dergâhı ise Aleviler'in en büyük merkezi olmakla birlikte Kültür Bakanlığı'na bağlı bir müze olarak faaliyet göstermektedir. Her yıl yapılan uluslararası törenlere siyasiler de büyük ilgi göstermektedir. Hacıbektaş Belediyesi tarafından organize edilen Hacı Bektaş ilçesindeki törenler Aleviler açısından büyük önem taşımaktadır. Aleviler'in temel ibadeti olan cemlerin yapıldığı yerler olan cemevlerinin sayısı bütün Türkiye'de 1990'lardan itibaren giderek artmıştır. Özellikle İstanbul'un birçok semtine cemevleri yapılmıştır ve hala da yapılmaktadır. Yenibosna, Bağcılar, Kartal, Okmeydanı, Sarıgazi, Halkalı, Yenidoğan, Küçükçekmece, Adalar, Gazi Mahallesi, İkitelli, Kâğıthane, Alibeyköy, Gürpınar, Tuzla, Maltepe, Haramidere, Esenyurt, Nurtepe ve başka pek çok yerde sayıları 40'ı aşan cemevleri bulunmakta, düzenli olarak cemler yapılmaktadır. Sonuç olarak, günümüzde cemevlerinin gerek Türkiye'de gerekse yurtdışında Aleviler'in büyük çoğunluğu tarafından inanç ve kültür kurumları olarak kabul gördüklerini söyleyebiliriz. Ne yazık ki muhafazakâr siyasetçi ve bürokratlar, özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı, hala cemevlerine karşı ayrımcı bir tutum içindedir. Bu kişilerce cemevlerinin ibadethane niteliği tanınmamakta, zaman zaman "cümbüşevi" gibi yakıştırmalarla bilinçaltlarındaki önyargılar dışarı vurulmaktadır. Avrupa Birliği üyeliği sürecinde bu ayrımcı ve baskıcı politikaların daha fazla sürdürülmesi gittikçe zorlaşmaktadır. Cemevlerinin yasal statüye kavuşturulması ve camilerle eşit konuma getirilmesi mücadelesi günümüzde de tüm hızıyla sürmektedir.
Vakıfların çalışma koşullarının daha iyi olması ve yasal olarak kapatılmalarının daha zor olmaları nedeniyle bazı dernekler sonradan vakıflaşma yoluna gitmişlerdir. Bugün derneklerin yanısıra birçok vakıf da faaliyet göstermektedir. CEM Vakfı, Karaca Ahmet Vakfı, Şahkulu Sultan Vakfı, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı, Gazi Cemevi Vakfı bunların en bilinenleridir. Yine dernekler ve vakıfların birleşerek federasyonlar oluşturmaya başlaması şeklinde yeni bir eğilim de vardır. Alevi Bektaşi Federasyonu'nun ardından son olarak Alevi Vakıfları Federasyonu adı verilen ve CEM Vakfı'nın da içinde bulunduğu Türkiye çapında 16 Vakıf'ın bir çatı altında toplandığı yeni bir üst örgütlenme kurulmuştur. Yurtdışında ise başta Almanya olmak üzere, İngiltere, Avusturya, İsviçre, Danimarka, Hollanda, Fransa ve başka Avrupa devletleri ile Avustralya'da pek çok Alevi dernekleri bulunmaktadır. Bunlar daha çok Alevi Kültür Merkezi adı altında kurulmuş olup, federasyonlar şeklinde de üst örgütler oluşturmuşlardır. Bu derneklerin önemli bir bölümü Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu'na ve diğerleri de CEM Vakfı'na bağlı olarak faaliyet göstermektedirler. Bunların dışında bağımsız olarak çalışmalarını sürdüren Alevi dernekleri de bulunmaktadır. Yurtiçinde ve yurtdışında dernekler, vakıflar, cemevleri ve Alevi Kültür Merkezi adları altında örgütlenmiş bulunan Alevi örgütleri içerisinde pek çok gerçekleştirilmektedir. 1990'lardan itibaren Alevi kimliğine dönüşün bir göstergesi olarak toplumun Alevi inanç ve kültürüne olan ilgisi yeniden artmıştır. Bu ilgi cemevleri, dernekler veya vakıflar bünyesinde açılan kurslar yoluyla giderilmeye çalışılmıştır. Aleviler'in en fazla ilgi gösterdikleri kurslar saz, semah ve Alevilik'le ilgili kurslar olmuştur. Bu kursları, kamu alanında dinsel-kültürel bakımdan pek çok sıkıntıları bulunan Aleviler, kendilerini ifade etmenin bir aracı olarak da görmektedirler. Yine bu bağlamda Aleviler cemevlerinden edinebildikleri kitapların ve dergilerin yanısıra kimliklerini sergileme aracı olarak gördükleri Alevilik'i simgeleyen sembolleri taşıyan süs eşyalarına da ilgi göstermektedirler.
Alevilik'in kamusal alana çıkışıyla birlikte daha önce inanç kimlikleri ile bilinmeyen işadamları ve işkadınları da artık kimliklerini gizlememeye başlamışlardır.
2.7. TARİHTE TANINMIŞ ALEVİ ÖNDERLERİ
Yüzyıllara dayanan Alevi-Bektaşi yolu, onun çeşitli evrelerinde büyük rol sahibi olmuş ve tarihte büyük iz bırakmış önderlere sahiptir. Burada bu önderlerden Hz. Ali, Hz. Hüseyin, Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Şah İsmail Hatayi ve Pir Sultan Abdal hakkında kısa bilgiler sunulacaktır.
2.7.1 Hz. Ali (598-661)
Alevi-Bektaşi yolunun en önemli şahsiyetidir. Hz. Muhammed'in çok sevdiği amcası Ebu Talib'in oğlu, damadı ve Oniki İmamlar'ın birincisidir. Ayrıca Sünni anlayışında dördüncü halifedir. Yaşamı boyunca Peygamber ile birlikte olmuş ve bütün savaşlara katılmıştır. Kahramanlıkları destanlara konu olmuştur. Şah-ı Merdan, Allah'ın Arslanı gibi adlarla da anılan Hz. Ali ilk Müslüman olan kişidir.
Peygamber Veda Haccı'nda kendisinden sonra Müslümanlar'a önder olarak Hz. Ali'yi tayin etmiştir. Ayrıca Peygamber'in Hakk'a yürümeden önceki vasiyetname yazma ve Hz. Ali'yi görevlendirme isteği de yerine getirilmemiştir. Bütün bunlar Aleviler'ce Hz. Ali'nin onun yerine geçeceğinin bir kanıtı olarak kabul edilmektedir. Buna rağmen ortaya çıkan siyasi mücadelelerle İslam dünyası giderek karışmış ve o istemeyerek de olsa dördüncü halife olmuştur. Halifelik dönemi iç karışıklıklarla ve savaşlarla geçti. Özellikle güçlenen Şam Valisi Muaviye'nin siyasi ihtirasları sonucunda İslam dünyası Hariciler, Muaviye yandaşları ve Hz. Ali yandaşları olmak üzere üçe bölünmüştür. Hz. Ali, 22 Ocak 661 günü Hariciler'den İbni Mülcem'in saldırısına uğramış ve 24 Ocak günü de Hakk'a yürümüştür. İslam dünyasındaki tarikatların çoğu soy kütüklerini Hz. Ali'den başlatır. Alevi din önderleri de ya soy ya da yol bakımından kendilerini Hz. Ali'ye bağlarlar.
Dürüstlük, kahramanlık ve adalet sembolü olmasının yanısıra, dinsel konularda çok bilgili olan Hz. Ali, çok güçlü bir konuşmacı idi. Onun konuşma, mektup ve özdeyişleri Nehcül Belaga adlı kitapta toplanmıştır. Alevi-Bektaşi geleneksel kitapları ve deyişlerinde Hak ve Muhammed olguları ile birlikte en fazla işlenen şahsiyet Hz. Ali'dir. Alevilerce, Hz. Ali'nin doğum günü olarak kabul edilen 21 Mart, Sultan Nevruz olarak adlandırılır ve ibadetlerle, törenlerle anılır.
2.7.2 Hz. Hüseyin (625-680)
Hz. Muhammed'in torunu ve Hz. Ali ile Hz. Fatıma'nın küçük oğullarıdır. Adını dedesi Hz. Muhammed koymuş olup, onunla ilgili pek çok hadisleri bulunmaktadır. Aleviler'ce üçüncü imam olarak kabul edilmektedir. Emevi hükümdarı Muaviye'nin oğlu Yezid iktidarına karşı çıkarak, boyun eğmemiştir. Baskılar sonucunda yakınları ve sevenleriyle Kufe'ye doğru giderken Yezid'in askerleri tarafından Kerbela olarak bilinen çölde kuşatılmış ve burada pek çok yakını ile birlikte zalimane bir şekilde şehit edilmiştir. Türbesi yine Kerbela'da bulunmakta olup, bugün de çok tanınmış bir ziyaretgâhtır. Peygamberin torununun vahşice öldürülmesinin İslam dünyasında kısa ve uzun vadeli büyük etkilere yol açtığı söylenebilir.
Kısa vadede Emevi iktidarı yıkılmış, uzun vadede ise Alevi-Sünni şeklindeki ikili mezhep yapılanması giderek belirginleşmiştir.
Aleviler'e göre Hz. Hüseyin iyi ile kötü mücadelesinde fedakârlık ve haksızlığa karşı olmanın bir sembolüdür. Onun ve ailesinin yaşadığı acıları, Aleviler de çeşitli ibadetlerinde yaşatarak, onu anmaktadırlar. Güçlü Yezid ordusuna az sayıda insan ile direnerek, bütün insanlığa doğruluğun ve fedakârlığın dersini vermiştir. İnsanın inançları ve toplumun iyiliği için gerekirse zulme maruz kalmayı göze alması gerektiği mesajını vermiştir. Aleviler'in yüzlerce yıldır gördükleri baskılara rağmen inançlarını sürdürmeleri Hz. Hüseyin'in öğretileri doğrultusunda hak bildikleri yoldan ne pahasına olursa olsun dönmemeleri inancıyla açıklanabilir.
Hz. Hüseyin'in Kerbela'da acımasızca şehid edilmesi yüzyıllarca süren tartışmalara ve sayısız esere konu olmuştur. Fuzuli'nin Saadete Ermişlerin Bahçesi adlı kitabı bu eserlerin en tanınmışlarındandır. Kerbela'da Hz. Hüseyin'in şehadeti Alevi inanç ve geleneklerinin yanısıra deyişlerde de büyük yer almaktadır. Saz eşliğinde Kerbela ve Hz. Hüseyin'i konu alan deyişler, mersiye olarak adlandırılan edebi bir tür oluşturmuştur.
2.7.3 Hünkâr Hacı Bektaş Veli (Öl. 669/1271)
Yüzyıllardır Anadolu ve Balkanlar'da yaşayan Alevi-Bektaşi toplulukların piridir. Varolan kaynaklardan XIII. yüzyılda yaşadığı anlaşılmakta olup, çağdaşı olan diğer halk velileri gibi onunda yaşamı yarı-menkıbevi verilerle örülmüş durumdadır. Tarihimizde Horasan Erenleri, Rum Abdalları gibi değişik adlarla anılan ve birçoğunun kökeni Yesevilik'le de ilgili olan Vefailik, Babailik, Haydarilik, Horasan Melametiliği gibi akımlara mensup sufilerdendir. Hacı Bektaş Veli'nin de dâhil olduğu bu Türkmen babaları, göçebe, yarı göçebe kitlelere daha uygun gelen bir İslam anlayışının yayıcısı kolonizatör dervişler geleneğindendir.
Kardeşi Menteş, Selçuklu döneminde meydana gelen Babai Ayaklanması'na (1239-1240) katılarak savaşta ölmüş, Hacı Bektaş ise savaşa katılmamış ve Sulucakarahöyük'e bugün adı Hacıbektaş olan ve dergâhının da bulunduğu yere yerleşmiştir. Yaşamı ve faaliyetleri ile tam bir halk insanı olan Hacı Bektaş Veli sarayı ve kenti değil, kırsal alanları ve göçebe/yarı-göçebe köylüleri yeğlemiştir. Onun izinden giden Anadolu erenleri ve onların izinden giden Alevi-Bektaşi topluluklar Hacı Bektaş'ın manevi mirasını efsaneleştirmişlerdir. Hacı Bektaş Veli, Anadolu ve Balkanlar'daki Alevi-Bektaşi çevrelerde inanç esaslarının temel şahsiyeti, serçeşmesi ve piri olarak görülmektedir.
Alevi-Bektaşi geleneğine ve hakkında bilgi veren kaynaklara göre Hacı Bektaş Veli hem soy hem de tarikat silsilesi bakımından Hz. Ali'ye bağlanmakta ve Seyyid olduğu kabul edilmektedir. Tarikat silsilesi içerisinde yer alan bir diğer önemli şahsiyet ise büyük Türk mutasavvıfı Ahmet Yesevi'dir. Efsanevi niteliğinin bir sonucu olarak Aleviler'ce Hz. Ali'nin don (beden) değiştirmiş bir şekli olarak da görülmektedir. Hacı Bektaş Veli'nin halk arasında nesilden nesile Hz. Hüseyin'i konu alan deyişler, mersiye olarak adlandırılan edebi bir tür oluşturmuştur.
Anadolu'da kuruluş döneminde dervişler arasında Hacı Bektaş Veli'nin ve düşüncelerinin önemini gören Osmanlı idarecileri, yeni askeri yapılanmanın en önemli bölümü olan Yeniçeri Ocağı'nın piri olarak onu seçmişlerdir. Böylece Hacı Bektaş Veli'nin düşünce sisteminden esinlenilen Bektaşilik, gerek halifeleri gerek göçebe yarı-göçebe topluluklar ve gerekse Yeniçeri Ocağı aracılığıyla ve resmi himayeye mazhar konumuyla giderek güçlenmiştir. Bektaşilik'in ikinci piri (Pir-i Sani) olan ve Osmanlı Padişahı II. Bayezid'in desteğiyle Hacı Bektaş Zaviyesi'nin şeyhliğini üstlenen Balım Sultan (Öl. 1516) ile birlikte tarikat yeniden yapılanmaya tabi tutulmuş ve Anadolu'dan Balkanlar'a uzanan geniş bir coğrafyada çok sayıda tekkeden oluşan belli bir erkâna ve merkeze bağlı geniş bir tarikat ağı ortaya çıkmıştır. Vilayetname-i Hacı Bektaş Veli adlı yarı-menkıbevi eserde onun Anadolu'daki diğer tanınmış dervişler ile olan ilişkileri ve çeşitli olaylar da nakledilmektedir. Hacı Bektaş Veli'ye atfedilen kitaplar arasında Malakat, Kitabü'l-Fevaid, Nesayih-i Hacı Bektaş Veli, Tefsir-i Fatiha, Şathiyye, Risale, Malakat-ı Gaybiye, Kelimat-ı Ayniye ve Şerh-i Besmele sayılabilir. Onun mezarı bugün Hacıbektaş ilçesinde işlevini yüzyıllardır sürdürmüş bulunan zaviye içerisindedir. Mimari bakımdan Selçuklu üslubunu yansıtan Hacı Bektaş Veli Zaviyesi, XII.-XIV. yüzyıllarda Hacı Bektaş Veli kültü ve bu kültün halk katındaki nüfuzu nedeniyle giderek Anadolu'nun tasavvuf yaşamında önemli bir merkez haline gelmiş, Yesevilik, Vefailik, Kalenderilik ve Haydarilik gibi çeşitli tarikatlara bağlı olan ve fetih ve kolonizasyon hareketinde öncü rol oynayan derviş zümrelerini kendi bünyesinde birleştiren büyük%