mavcozan

mavcozan

Üye
11.01.2005
Er
312
Hakkında

  • ALMANYA, ACI VATAN

    Prof. Dr. Faruk Şen, Türkiyenin ABye girmesini en çok isteyenlerden biridir. Aynı zamanda Türkiye ile Almanya arasında siyasal ve ekonomik araştırmalarıyla köprü görevi üstlenen Türk Araştırmalar Merkezinin başkanlığını yürütüyor. Geçiğimiz günlerde Türk Alman ilişkilerine yaptığı katkı nedeniyle özel bir ödül aldı.

    İşte bu Faruk Şen Fransadan başlayan ve Hollandanın da katıldığı anlamlı bir kısmıyla Türkiyeye hayır referandumunun gölgesinde çok önemli açıklamalar yaptı. Gazeteci Yalçın Bayerin aktardığı sözlerden bir bölümünü sizlerle paylaşalım:

    Almanyadaki aktif Türk nüfusunun % 31i işsiz durumda. 216 bin Türk işsizlik parası ile yaşıyor. Bir ailenin 4 kişiden oluştuğundan hareket edecek olursak, 860 binin üzerinde Türk, yaklaşık 1.000 Euro ile geçinmek zorunda kalıyor.

    Bunun yanısıra, Almanyada 230 bin Türk emekli statüsünde. Emekli maaşı 550 Euro civarında. Bunları da iki kişilik haneden sayarsak 460 bin kişi çok az gelirle yaşıyor demektir. Böylece Almanyada yaşayan Türklerin % 30u fakirlik sınırının altında, % 35lik bir grup da her geçen gün daha da fakirlik sınırına yaklaşıyor. Türklerin artık eski güçlü durumları ortadan kalkıyor.

    Faruk Şenin açıklamalarına şu önemli değerlendirmeyle son verelim:

    Bizim araştırmalarımıza göre, yavaş yavaş geri dönüş eğilimi ağır basmaya başladı. İşsizlikten dolayı Almanyadan dönecekler için Türkiye şimdiden uyum konusunda hazırlıklar yapmalıdır.

    Evet, Almanyayı yakından tanıyan bir profesörün, Faruk Şenin açıklamaları bunlar.

    Görüyorsunuz işte, sözcüğün tam anlamıyla Almanya acı vatan!

    İçimizdeki kara sevdalı ABciler milleti kandıra dursun, Avrupanın en ileri ülkesi Almanyada deniz bitmiş durumda. Oradaki Türkler yurda dönebilmenin hesabını kitabını yapıyorlar.

    Kendi gözlem ve araştırmalarımızdan da biliyoruz ki Almanyada yaşayan Türkler zor durumda. Sosyal baskılar, eğitimde yurttaşlarımızın çocuklarına yapılan gerizekalı muamelesi, kültürel farklılık, polis zorbalıkları ciddi sıkıntılar oluşturuyor. Ama ekonomik gerekçelerle bunların üstüne bir bardak su içebiliyordu işçi kardeşlerimiz. Ama şimdi o da değişti.

    Türkiyedeki evini barkını satarak oralarda tutunmaya çalışıyorlar. Ama bunun boşuna bir çaba olduğunu ve kum saatinde geriye işlediğini görüyorlar. Bir furya halinde Alman vatandaşlığına geçmenin bir nedeni de buydu aslında. Yani yurttaşlarımız düşünüyorlar ki Alman uyruğuna geçersek çifte standart kalkar, karnımızı doyurabiliriz. Ama bu da işe yaramadı. 61 milyon seçmeni olan Almanyada 500 bin Türk seçmen olabilmek o kadar da önemli değil. Türke ve "öteki"ne bakış açısının bir ideolojik tercihe dönüştüğü Almanyada bu rakam rahatlıkla es geçilebilir. Onlar da bunu yapıyorlar.

    Dikkat ederseniz siyasal partilerde bir noktaya gelen Türk kökenli politikacıların hiçbirinin, Türklükle ve Türkiye'yle ilgisi yok. Simgesel olarak oralardan tutulan, bakın Türkleri nasıl değiştirdik söylemi için reklam edilen adlar, hepsi o kadar. Yani Türk olarak, Türk Belediye Meclisine ya da Parlamentoya girmiyorlar. Türk olarak kalamadıkları için yükseliyorlar. O da zaten 2yi, 3ü geçmiyor.

    İşte bu koşullar altında acı vatan Almanyadaki yurttaşlarımız bugün Türkiyeye, büyük kitleler halinde dönmüyorsa bunun nedeni psikolojiktir. Bir yandan aile bireylerinin tümü ortak bir dönüş kararı alamıyor. 3. kuşak dönüş için ikna edilemiyor. Bu da parçalanmış aileler anlamına geldiği için, annebaba mecbur Almanyada çocuğunun başında bekliyor. Kısaca yurttaşlarımız, sakal bıyık meselesinden dolayı dönemiyorlar. Ama bu dönüşü tetikleyecek bir şey olursa emin olun hepsi soluğu Türkiye de alacaktır.

    ***

    Şimdi ve bu koşullar altında sormak gerek:

    AB yi hala bir umut, bir zenginleşme kapısı olarak göstermeye, bu yalandan siyaseti üretmeye kimsenin hakkı var mıdır? Ya da olmalı mıdır?

    Kendisine bakamayan, ülkesine davet ettiği Türk işçisini işsiz ve aç bırakan Avrupa, 70 milyon Türk e kapılarını mı açacak?
#07.06.2005 20:43 1 0 0
  • KALK MEHMET'İM KALK!

    Sizi bilmem ama benim yüreğim daralıyor, içimde fırtınalar kopuyor, böğrüme hançerler saplanıyor...

    Şu ülkenin siyasetçilerinin, bir zamanlar şu toprakları işgal eden ve bugün daha modern ve küresel işgallere tâbi tutmak için çırpınan Batı dünyası ile aynı ittifak içine girebilmek için çılgınca tavizler verdiğini gördükçe böğrüme hançer saplanıyor.

    Bu ülkeyi özgür kılabilmek için canını veren Memedleri düşünüp, bu ülkeyi ABye peşkeş çekmek için didinen mandacıları gördükçe içimde fırtınalar kopuyor..

    O Memedler; dün bu toprakları hür ve egemen kılmak için ölen o Memedler, o Gelibolu, o Çanakkale, o sakarya, o Dumlıpınar yiğitleri, şu ülkeyi yabana peşkeş çekmek için uğraşan siyaset ve ihanet mensuplarını görselerdi ne yaparlardı acaba?

    Bigalı Mehmet Çavuş düşüyor aklıma. Gelibolu yoğun bir şekilde bombalanırken mangasıyla nöbettedir Mehmet Çavuş. Gizlendiği yerden çıkar ve düşmana ateşe başlar Bigalı Mehmet.
    Düşman da karşılık verir. Mesafe çok yakındır. Bir ara tüfeğinin mekanizmasının çalışmadığını görür, durur mu? Durmaz. Hemen yerden istihkam küreğini alır, düşmana saldırır. Elindeki kürekle, kendisine mermi yağdıran düşmana hücum eder. Kaç kişiyi öldürdüğünü kendisi bile hatırlamaz. Gözünü açtığında kendisini sıhhiye çadırında bulur Mehmet Çavuş.

    Bu ülkeyi dün Çanakkalede püskürttüğümüz Haçlı güruhuna yamamak isteyenleri gördükçe Gelibolulu Mehmet Çavuşu hatırlıyorum.

    Ve o yiğitlerin destansı hikayeleri düşüyor yâdıma birer birer...

    Çanakkale savaşının en yoğun günleri... Sedyeciler hiç durmadan yaralı taşımaktadır. Doktorlar sadece yaraları sarabilmekle meşgul olur. Tam işin en yoğun olduğu bir sırada bir tabibin önüne yaralı bir asker gelir. Bağırsakları dışarı çıkmış, bacağının biri kopmak üzeredir. Doktor fazla bir şey yapamaz. Bağırsakları toplar, sıhhıyecilere kaldırın bunu! der. Genç asker baba diye seslenir. Doktor yaralıya dikkatle bakar. Bu kendi oğludur. Bu benim oğlum der. Gölge bir yere kaldırın.

    Masanın üzerine çoktan başka bir yaralı Mehmetçik yatırılmıştır. Doktor onunla meşgul olmaya başlar, sırada daha çok Mehmetçik belemektedir.

    Doktor kendi oğluyla ilglenecek zamanı ancak ertesi gün bulmuştur, ancak oğlu çoktan defnedilmiştir.

    Peki ya General Şükrü Naili Gökberkin anılarındaki şu olayı dinleyip de çarpılmayan olur mu?
    Gene Çanakkalede... İleri mevzide Keçideresinin karşısında, düşman makineli tüfeklerini kurmuş, durmaksızın bu dereyi ateş altında tutuyor ve hergün bizden on onbeş kişiyi şehit ediyordu.

    Bir gün teftişe gittiğim sırada, o dereden geçmek gerekti. Dere başına gelince Alay Komutanı bana, Bu sırat köprüsüdür, önce ben geçeyim sonra siz dedi ve bu kırk adım kadar mesafeyi hızla koşarak geçti. Ben de öyle koşarak geçtim. Düşman ateş ediyor, makineli tüfekleri işleyip duruyordu.

    Bir de arkama döndüm baktım ki; bir Mehmetcik, ellerindeki bakraçlarla ateşe hiç aldırmadan, ağır ağır geliyor. Koş, koş, vurulacaksın koş, diye bağırdım.

    Sesimi işitmemiş gibi, hiç istifini bozmadı. Nihayet yanıma yaklaşınca niçin koşmadığını sordum. Ne cevap verse beğenirsiniz: Koşsam bakraçlardaki bakla çorbası dökülür, arkadaşlarım aç kalırlar. Düşmandan korkulmaz komutanım!

    Çanakkalenin senei devriyesinde, bu ülkeyi yabana peşkeş çekmek isteyenlere karşı o yiğit Memedlerin yiğit hikayeleri delmez mi yüreğimizi?

    İşte size yürek delici bir olay daha:
    Kirte muharebeleri sırasında bölükler arka sıralarda hücum sıralarını beklemektedirler. Ön siperdekiler ileri fırlamış boğuşuyorlar. Yüzbaşı hücum için emir bekliyor. Askerin tamamı süngü takmış siperden fırlamak için hazır. Sinirler gergin. Dudakları kıpır kıpır, dualar okuyor, kelimei şehadet getiriyorlar. Süre uzuyor. Yüzbaşı erlere sesleniyor, Yavrularım, arslanlarım, biraz sonra Cenabı Rabbül Aleminin huzuruna varacağız. Abdestsiz gitmeyelim. Haydi! Tüfeklerimizin kabzalarına ellerimizi sürüp hep birlikte teyemmüm edelim.

    Teyemmüm edilir. Bekleme devam etmekedir. Biraz sonra Yüzbaşı; Çocuklarım, sanıyorum biraz daha bekleyeceğiz. Önümüzde biraz daha zaman var. İleride arkadaşlarımız şehit oluyor. Hem onlar için, hem de vakit varken kendi cenaze namazımızı kendimiz kılalım. Kâbe karşımızda... Arkadan Oflu Ali Çavuş bağırır: Er kişi niyetine... O gün yapılan hücumda kendi cenaze namazını kılan pek az kişi sağ kalabilmişti. Onlar Allaha verdiği sözü tuttular...

    Yüreği olanların, bu hadiseleri duyup gözyaşına bulanmaması mümkün mü?

    Kendi cenaze namazını kılan yiğitler, askere bakla çorbası getirmek için kelle koltukta ölüme atlayan Memedler, evladını ağır yaralı olarak karşısında gören babalar, kürekle düşmana saldıran Mehmet Çavuşlar, dün düşman işgalinden kurtarmak için uğrunda şehit düşdükleri bu vatanın küresel kurtlar pazarına sürülerek yutulmaya hazır hale getirildiğini görselerdi, ne yaparlardı acaba?

    Ve Ankara sakinleri, size sesleniyoruz:

    Siz, yürek nedir bilir misiniz? Vatan nicedir haberdar mısınız?
#04.06.2005 13:00 1 0 0
  • Yaz-bahar ayları gelince papazlara bir haller olur.

    Temmuz, hele Ağustos aylarında Karadeniz kıyılarına bilhassa son on yıldır gökten uçaklarla, denizden gemilerle papaz yağar.

    Yakından, uzaktan, içeriden, dışarıdan her yerden gelirler.

    Kafilelerle, cüppelerini savurarak gelirler.

    Bilmiyorum yeni TCKda din adamlarının dini giysilerini ibadethaneler dışında giymeleri serbest bırakıldı mı?

    Hele yabancı uyruklu din adamlarının Türkiyede kapalı veya açık havada ayin yönetmeleri serbest mi?

    Dananın asıl kuyruğu; Barthalemeos dinince dinlenmeye başlayıp da yerine Sen Sinoddan birisi atanmaya kalkılınca kopacak.

    Sen Sinod artık çoğunlukla yabancı uyruklu papazlardan oluşuyor.

    Bu yabancı uyruklu papaz, İstanbulda ayin yönetebilecek mi?

    Peki ya TC uyruklu üyeler ve din adamları?

    Meselâ Barthalemeosun İstanbul dışındaki Rumların dini ihtiyaçları ile ilgilenmesi ne derece mümkün?

    İstanbulun içindeki Türk Ortodokslara bile karışamayan papazın ne işi var Türkiyenin dört bir yanında?

    Bırakın ekümenikliği, Başpapazın Türkiyede İstanbul dışında herhangi bir yetkisi var mı, dini bir etkinliğe katılabilir mi, ayin yönetebilir mi?

    Türkiyede İstanbulda mevcut 2000 Rumun dışında Rum var mı?

    Barthalemeosun akıl hocalarına sorarsanız; Türkiyede herhangi bir yere davet üzerine- gidiyorlarmış..

    Cübbesinin eteklerini savura savura ve kendisine yeni tahsis edilen otomobilli koruma polisleri ile.

    Söz dönüp dolaşıp Trabzona geliyor.

    Ağustos ayının başı, kutsal Sümela Yortusu imiş kıymetli okuyucu..

    her Türk vatandaşı gibi biliyorum; neredeyse bir on sene kadar önce Barthalemeosun güya Karadenizi temizlemek masum gayesi ile ama aslında Trabzonu takdis eylemek amacı ile Koç destekli Venizelos gemisiyle denediği huruç hareketi başarısızlıkla sonuçlanmış, papaz kıyıya yanaştığı halde sahile çıkamamıştı.

    Kafayı ciddi şekilde oraya taktığı anlaşılıyor.

    Trabzonun bir şanssızlığı da çok sık değişen ve kısa sürede bölgenin özelliklerine, duyarlı konularına uyum gösteremeyen valileri.

    Duyduk ki bu vali de Barthalemeosun ziyaret isteğine baştan olumlu yaklaşmış ve Türkiyenin Misak-ı Milli sınırları çizilmiş 200-300 kişi Trabzonu işgal mi edecek? demiş..

    Yol olur Sayın Valim, yol olur&

    Sonra; durumun ciddiyetine bir ölçüde vâkıf olunca da Haber Türk ekranında lafı dolaştırmaya, topu taca atmaya çalışmış.

    Trabzon Valisi Hüseyin Yavuzdemir, Sümela Manastırının ayine açıldığı haberleriyle ilgili HABERTÜRK TVde ANAHABER bültenine bağlanmış. Ancak Vali Yavuzdemir, kısa bir anlatımın ardından Murat Ongunun sorularını cevaplamadan kaçmış. Sümela Manastırının ayine açılmadığını belirten vali, son durum hakkındaki değişikliği anlatamamış.

    Sümela Manastırı ören yeri ve müzedir. Burada ayin yapılması mümkün değildir. Tadilat sürüyor. Zaten ayın yapılması mümkün değildir. Ancak bireysel mum yakma ve dua etmeleri mümkündür  demeye getirmiş..

    Bu bireysel mum aldatmacasını daha önce de yaşadık biz kıymetli okuyucu..,

    Bireysel mum ve dua diye geldiler, yüzlerce kişi toplu ayin yapıp sonra da horon teptiler.

    Trabzonda kamuoyu bazı konularda son derece hassastır..

    Son bayrak ve TAYAD olayları yüzünden sinirler def gibi gergindir.

    Allah korusun yanlış bir kıvılcım, yığınların arasına karışacak yanlış bir kişi, söylenecek tek bir kelime bile önü alınamayacak olayların başlamasına neden olabilir.

    Davet aldatmacasına vali ve yetkililer aldanmamalıdır.

    Papazın şehre gelmesi ateşe bidonla benzin dökmektir.

    Bütün Karadeniz ve Trabzonda Barthalemeosu ayin için şehre çağıracak, davet edecek bir tek kişi, kurum yoktur.

    Çünkü Karadenizde Rum yoktur. Ortodoks yoktur.

    Olsa bile Başpapazın İstanbul dışında yetkisi yoktur.

    Cihanpatrikliği palavrası tam bir gözbağcılığıdır ve Cihan Padişahlığından mülhemdir.

    Osmanlı devrindeki bütün Ortodoksların başı statüsüne özlemdir.

    Hala Cumhuriyetle tanışamamışlardır.

    Ne yazık ki etkili yetkililer veya etkisiz yetkililer yahut etkili yetkisizler de bu konuda en ufak bir şey yapmamakta, parmaklarını bile oynatmamaktadırlar.

    Patrikhane hem bir takım kazanımlarını Osmanlı zamanındaki fermanlara dayandırmakta; hem de yeni yeni Cumhuriyetin 1926 Medeni kanun ve 1936 Vakıflar düzenlemesine karşı çıkmaktadır.

    Azınlıklar; 1926da medeni kanunun kabulü ile Lozanda edinmiş oldukları bir takım sosyal ayrıcalıklardan kendiliklerinden vaz geçmişlerdi.

    1936da da bir genelge ile azınlık vakıflarının mal edinmelerine sınır getirilmişti.

    Dikkat edin her ikisi de Atatürk devri tasarrufudur.

    Trabzon valisi; 5 Mart 2005 günü Giresuna Sempozyum için gelen Denktaşı halktan kaçırmak için Giresun valisi ile beraberce nasıl perdeleme görevi yapmaya çalıştıysa Barthalemeosa da aynı duyarlığı göstermeli, halkın arasına karışmasına, gösteri yapmasına, ayin düzenlemesine, bir takım kilise ve manastır harabelerini gezmesine izin vermemelidir.

    Hatta daha iyisi Trabzona gelmemesini sağlamalıdır.

    Çünkü durum kritiktir.

    Mayıs başında Gül bir soru üzerine; Fransada referandum var. Brükselden bize şu ara öne çıkmayın dediler. Bu da bize makûl geldi demişti.

    Fransada referandum yapıldı ve hayır çıktı.

    Durum Mayıs başından daha kritik ve zor.

    Trabzonda muhtemel bir patrik gösterisi, gerginlik ve tansiyon yüksekliği şu sıralar kimsenin işine yaramaz.
#03.06.2005 10:31 1 0 0
  • Yunanistandaki ilkokullarda 3 tarih kitabı okutulmaktadır. Birinci kitap Helenistik dönemi, ikinci kitap Roma ve Bizans dönemini, üçüncü kitapsa yakın tarih adıyla Osmanlı Dönemi ve 1821 Yunan işgali sonrasını ele almaktadır. İlk iki kitapta Haçlı seferleri kapsamında yapılan savaşların Türkler ile Hıristiyanlar arasında yapıldı­ğı belirtilmekte ve Türklerin Hıristiyanları kadın-çocuk ayırımı yapmadan vahşice öldürdü­ğü öne sürülmektedir. Yakın tarihi ele alan ve ilkokul dördüncü sınıftan itibaren okutulan Yakın Tarih adlı kitapta Türkiye aleyhinde bir çok yerde yazılar ve resimler bulunmaktadır. Bu kitapta; Bizansın başkenti Konstantinopolün Türkler tarafından işgal edildi­ği, bu işgalden sonra Yunanlılar için tutsaklığın ve kara günlerin başladı­ğı, Türklerin esir pazarı kurdukları, Anadolunun da Türkler tarafından işgal edilmiş oldu­ğu ve buradaki Hıristiyan halkın köleleştirilip zorla dinlerinin de­ğiştirildi­ği, Anadoluda Hıristiyanların yaşam koşullarının zor oldu­ğu, korku içinde yaşadıkları, İzmirin her şeyinin Yunan olduğu, bazı Rumların Türklerden korkmaları nedeniyle Türk adı taşımalarına rağ­men gizli Hıristiyan oldukları ve gizli Rum adı taşıdıkları, Sümela Manastırının Türkler tarafından tahrip edildi­ği, 1919-1922 Küçük Asya felaketinde (15 Mayıs 1919dan itibaren Yunanlıların Batı Anadoludaki işgalleri kastediliyor.) Yunan varlı­ğının Türkler tarafından yok edildiğ­i, İzmirin yakıldığ­ı, bu sırada binlerce Yunanın Anadoludan ve Pontustan kovuldu­ğu, zulme uğ­ratıldığ­ı, esir edilip öldürüldü­ğü, Kuzey Kıbrısın Türkler tarafından işgal edilmiş olduğ­u, Kıbrısta Rumların Türkler tarafından katledildi­ği, Kıbrıslı Rumların göçmen durumuna düşürüldükleri ve pek çok da kayıp oldu­ğu, Girne ve Magosanın Türkler tarafından enkaz haline getirildiğ­i gibi iftiralar yer almaktadır.

    Ayrıca ilkokullara yönelik hazırlanan yardımcı okuma kitaplarında Türkler aleyhinde yoğun olarak ya­macı, tecavüzcü gibi ifadeler ile resimler yer almaktadır. Bu kitaplar kilise destekli yayınevleri tarafından yayımlanıp satılmaktadır.

    Okullara yönelik kitapların dışında Yunanistanda sözde Ermeni soykırımı ve sözde Pontus soykırımı anıtları bulunmaktadır. Bu amaçla Yunanistanın çeşitli kentlerinde anıtlar mevcuttur.

    Selanikte Pontus Soykırım Anıtı, Ermeni Soykırım Şükran Anıtı, 1922de İzmirde Türkler tarafından öldürüldü­ğü ifade edilen İzmir Başpiskoposunun heykeli (altında milli şehit, İzmir 1922 yazılı), Balkan savaşında Türkler tarafından öldürüldü­ğü öne sürülen 6 papazın büstleri vardır. Atinada, Ermeni Soykırım Anıtı, Pontus Soykırım Anıtı, bütün resmi ve dinsel törenlerin yapıldı­ğı Metropolitan Kilisesinde Türklerin Yunanlı kadınlara yaptıkları sözde işkenceleri ifade eden yağ­lı boya tablo, II. Mahmut tarafından Patrikhane kapısında idam edilen Patrikin ya­lı boya tablosu, Karpenisi iline bağ­lı Arachova köyünde Yunan isyanına katılan bir Yunanın büstü (büstün altında barbar Türklere karşı 1821 yazısı) bulunmaktadır.

    Valos, E­riboz ve Kavala Limanlarında Liman girişlerinde, İpsala sınır kapısına giden Dedea­ğaç-Kipi yolu üzerinde çeşitli noktalarda ise kuzeyden kan damlayan Kıbrıs haritası üzerinde Unutmayacağ­ız yazıları bulunmaktadır.
#24.05.2005 19:49 1 0 0
  • Türklerle savaşmak, onları yok etmek zorundayız!"


    Tarih 3 Kasım 1839 Topkapı Sarayı''nın Marmara yönündeki bahçesinde
    kurulan yüksek bir kürsü ve kürsüde Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa&
    Dinleyiciler arasında az sonra okunacak Tanzimat Fermanı''nın altında
    imzası bulunan Sultan Abdülmecit var, Devlet-i Aliye''nin bütün vezirleri,
    ulemâ, yani İslâm âlimleri, ve yüksek devlet memurları var.

    Ayrıca, Rum ve Ermeni Patrikleri, Yahudi Baş Hahamı, Hıristiyan
    ruhanîler, yabancı devlet elçileri de oradalar. Osmanlı Batı''ya açılıyor.
    Dağılmaktan kurtulmak için "Gayrimüslimleri Müslimlerle aynı hizaya"
    getiriyor ve bu kararları ayrıca yazılı olarak "Dost Devletlerin
    İstanbul''daki elçiliklerine resmen" bildiriyor.

    Yani, ben artık size benzemek istiyorum diyor.

    Biz "Dostuz" diyor.

    Aramızda "diyalog" olsun diyor. Tekrar hatırlatalım. Tarih, 1839''dur.
    Bu tarihten 15 yıl sonradır. Acaba Batı Osmanlı''nın bu "Diyalog",
    Osmanlı''nın bu "reform" Osmanlı''nın bu "Batıya benzeme" çırpınışına ne
    cevap vermiştir? Yıl 1854. Bakınız Kardinal Newmon Tanzimat Ferman''ını
    hayata geçirmek için 15 yıldır çırpınan Türkler hakkında ne düşünüyor:

    "-Vizigotlardan Sarafenlere değin Hıristiyanlık dini ile temasa geçen
    bütün ırklar er geç Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Bu genel kuralın tek
    istisnası Türklerdir. Türkler, Hıristiyanlığı kabul etmek şöyle dursun,
    onu ortadan kaldırmaya çalışmışlardır.Onun için Türklerle savaşmak,
    onları yok etmek zorundayız."

    Canım o bir Kardinal''di, siz devletlerin tavrına bakarak konuşun
    diyenler olabilir.

    Bugün de Türk-İslâm düşmanı yeni Papa için aynı şeyler
    söyleniyor.Türkiye''nin AB üyeliğine karar verecek olan Papalık değil AB üyesi
    ülkelerdir, deniyor.

    Oysa Papa Hıristiyanlığın vicdanıdır ve hükümetler bu vicdana aykırı
    davranamaz.

    Davranan hükümet olma şansı bulamaz, iktidarda ise muhalefete
    yuvarlanır.

    Zira Papa halkı, halkın oyu da hükümetleri etkiler. Nitekim "Lale
    Devri" ile başlayan ve 1839''da bir "cavs" olarak su yüzüne çıkan Osmanlı
    devşirmelerinin Batı özentisi, durdurmak şöyle dursun geriye gidişi
    hızlandırmış ve 17 yıl sonra 1856''da Islahat Fermanı''nı ilân mecburiyeti
    doğmuştur.

    Ama bu çırpınış da Batı ve içimizdeki azınlıkları doyurmamış, 20 yıl
    sonra 1876''da Birinci Meşrutiyet gündeme gelmiştir.

    Ve netice 1881''de zamanın IMF''si olan Düyunu Umumiyedir. Ardından
    1908 ve II.

    Meşrutiyet. Balkan Bozgunları, Birinci Dünya Savaşı, Çanakkale, Sevr,
    Anadolu''nun İşgali ve öze, Türk''e dönüş ve bu dönüşün muhteşem
    neticesi, genç, itibarlı, muzaffer Türkiye Cumhuriyeti& O günlere bakarak bu
    günleri görüyor, bugünlerde olup biteni okuduğumuzda her ne hikmetse
    işte o acı geçmişi hatırlıyoruz.

    "Uyum Yasaları" deniyor, "Kopenhag Kriterleri" deniyor, "Dinler Arası
    Diyalog" deniyor, "Ilımlı İslâm" deniyor, "Büyük Ortadoğu Projesi"
    deniyor ve her ne hikmetse Türkiye''nin borçları sürekli artıyor.

    Türkiye Kerkük''ten kopuyor, Kıbrıs''tan sökülüyor, Ege''den kazınıyor.
    Biz diyalog derken Vatikan Türkiye''ye on binlerce misyoner salıyor,
    binlerce kilise ev açıyor ve "Üçüncü bin yılda Asya Hıristiyanlaştırmak
    için" çırpındığını resmen ilân ediyor.

    Yine biz, "Stratejik Ortak" diyoruz, "Müttefik" diyoruz ama o Batı,
    PKK''yı demokratik bir devlet kurmak isteyen örgüt olarak bağrına basıyor.

    Diyarbakır''a başka bir ülkenin başkenti muamelesi çeken de aynı Batı,
    AB de işte o Vatikan etkisindeki AB. Biz bunları yıllardır söylüyoruz.
    Batı değişmedi. Vatikan değişmedi. Siyonizm değişmedi. Onlar hâlâ
    Haçlı, onlar hâlâ emperyalist ve onlar bugün de müstevli& Hatta Batı aynı
    Batı olduğunu siyasetçisi ile, papazı ile, yazarı-çizeri, öğretim üyesi
    ile, askeri, devlet adamı ile zaten inkâr etmiyor. Tuhaftır bizimkiler
    tutuyor, "Aslında onlar onu değil başka bir şey söylemek istedi" diye
    Türk milletinin gözüne kül atıyor&

    Ve biz gerçekleri hatırlattıkça bizimkiler, "Medine Sözleşmesi"nden
    bahsediyor, "globalizmin önüne geçilemeyeceği" teslimiyetçiliğine yatıyor,
    "Ne pahasına olursa olsun AB" diyor, başka bir şey demiyor& Daha
    doğrusu "de-mi-yor-du&" Ama artık en hızlı AB''ci ve en çalışkan Büyük
    Ortadoğu Projesi''ci Başbakan Erdoğan bile "Batı bölücülüğü kışkırtıyor"
    itirafında bulunuyor& Batı''nın tıynetini derin tarih bilgisi, bereketli
    devlet ve cephe tecrübesi ile Atatürk çözmüş ve bu tıynetle başarılı bir
    mücadele yapabilmek için şifreyi de vermişti:

    "-Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur!" Türk
    milleti işte bu şifreye sarılarak Kardinal Newman''ların, "Türklerle
    savaşmak ve onları yok etmek zorundayız!" heveslerini kursaklarda bıraktı.
    Bugün de bu coğrafya Newman''lar ve Reşit Paşa''larla dolu.

    Ve işte onlar bugün dilimizi, dînimizi, millî müesseselerimizi,
    meclisimizin hak ve yetkilerini, ordumuzun mânevi gücü olan şehitlik ve
    gaziliği velhasıl "Muhtaç olduğumuz kudreti" yani, "Damarlarımızdaki kanı"
    boşaltmak için "liberalizm" diyorlar, "Ilımlı İslâm-Diyalog" diyorlar,
    "özelleştirme" diyorlar.. Her şey o kadar açık ve net ki&
#20.05.2005 20:37 1 0 0
  • AB üyeliği yolunda her şeyi göze alan Türkiyenin; her şeyi göze aldığı batılılar tarafından keşfedildikçe önümüze konulan faturaların sayısı ve içeriği de artıyor.

    Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin (AİHM), 12 Mayıs'ta açıklayacağı ve Abdullah Öcalan'a 'yeniden yargılama' yolunu açabilecek son kararını bekleyen Dışişleri, Strasbourg kaynaklarından, mahkemenin temyiz organı olarak görev yapan 17 yargıçlı Büyük Daire tarafından açıklanacak kararın, 2003 tarihli ilk karar gibi olacağı ve Türkiye'den 'adil yargılama hakkı' ilkesine uyumun isteneceği bilgisine ulaşmış. Bunun üzerine de, Türkiye ve Avrupa'da yaşanacak gelişmeler de dikkate alınarak hükümete, 'Yeniden yargılama konusunda kanun değişikliği şart' telkininde bulunulmuş..

    Dışişlerinin bilgi notuna göre Öcalana 100.000 avro tazminat ödenecek ve Öcalanla birlikte yeniden yargılanma başvurusunda bulunması sınırlanan 90 kişinin yeniden yargılanması için gerekli kanun değişiklikleri yapılana kadar baskı sürecek ve 3 Ekim görüşmeleri başlamayabilecekmiş.

    Avrupa Birliği Komisyonu Ankara Temsilcisi Hans Jörg Kretschmer de eş zamanlı olarak müzakerelere başlama kararına rağmen, Türkiyenin AB üyeliğini sağlayacak gerekli reformlardan çok uzak olduğunu söylemiş.

    Türkiyenin Kıbrıs cumhuriyetini tanımaması durumunda, Kıbrıslı Rumların da Kuzey Kıbrısla yapılacak doğrudan ticareti veto etmekte serbest olduğunu savunan Kretschmer, Ermeni meselesinin ABye üyelikte bir kriter olmasa bile dolaylı olarak etkili olduğunu söylemiş.

    Avrupa ile müşterek bir sınırı bile bulunmayan Ermenistan meselesinin, Türkiyenin AB üyeliği ile ne gibi bir ilgisi olduğu okuyucuyu meraklandıracaktır.

    Öne sürülecek argüman, Üye adayı ülkelerin, komşuları ile sınır problemlerini çözüp de gelmeleri gerektiği olacaktır.

    Hiç uğraşamayın& Bunu emsal göstererek Peki Kıbrıs Rum kesimini komşusu olan KKTC ile sınır problemini çözmeden neden aldınız? sorunuz havada kalacaktır.

    AB normları denilen terazi Türkiyeyi başka, Hıristiyan batılıları başka tartar.

    Şaşkın bakkal misali

    2-5 Mayıs 2005 tarihleri arasındaki Bakü gezimiz daha Türkiyeden ayrılmadan Ermenistanla başladı, Türkiyeye dönüşte de yine Ermenistanla bitti.

    1 Mayıs sabahı havalanına giderken taksiyle Trabzon Devlet Tiyatrosunun önünden geçtim.

    Kocaman afişler.. 6ıncı Uluslar arası Karadenize Kıyısı Olan Ülkeler Tiyatro Festivali

    Katılanlar; Beyaz Rusya, Bulgaristan, Rusya, Romanya, Sırbistan, Gürcistan, Moldova.

    Ne güzel

    Ve Ermenistan..

    Ermenistanın; bağımsızlığını elde ettiği 1991den beri Trabzonu dünyaya açılan limanı olarak kullanmak isteyen Ermenistanın Karadenizle ne ilgisi vardır?

    Kim çizmiştir bu haritayı? Kim Ermenistanı Kafkasların ortasından alıp Karadenize kıyısı olan bir ülke haline getirmiştir?

    Kafa yapısı; Türkiyeyi bir federasyon haline getirmek isteyen Özal döneminin kafa yapısıdır.

    O zaman da Karadeniz Ekonomik İşbirliğine aynı şekilde Pontus hayaliyle yatıp kalkan Yunanistan ortak edilmişti.

    Şimdi KEİnin Bankası Selaniktedir.

    Bana kim Selânikin Karadeniz kıyısında olduğunu söyleyebilir?

    Her iki olayda da ileri sürülen düşünce dost ve kardeş Azerbaycanı da tür bu toplantılara bir şekilde dahil edebilmek içinYunanistan ve Ermenistana da teklif götürüldüğü şeklindedir.

    Türkiyenin; çeşitli ortamlarda Azerbaycanla çok çeşitli ilişkiler ve yakın kurabilmek için Ermenistan ve Yunanistanın vesayet ve velayetine ihtiyacı olduğunu hiç zannetmiyorum.

    Türkiye Azerbaycanla kimseye hesap vermeden ekonomik, siyasi, ilmi, kültürel ve askeri her türlü ilişkiyi kurabilmelidir.

    Kurmalıdır.

    Bu açıdan bakınca, adı geçen Tiyatro Festivaline Azerbaycan Bakü Belediye Tiyatrosunun; Ermenistanı göstererek Onun olduğu yerde ben yokum deme hakkı bulunduğunu, böyle demesinin daha uygun olacağını ve belki de bu tür çıkışların, Türkiyenin yanlışlarını düzeltmesine vesile olacağını düşünüyorum.

    Lâf Karadenizden açılınca kolay kolay kapanmıyor.

    Yunanistanda misafir olarak bulunan Harbiyelilerin odasına, üzerine İngilizce küfürlerin yazıldığı bir Türk bayrağının bırakıldığı olayının ayyuka çıktığı günlerde Trabzon Anadolu Lisesinin hatırlı konukları vardı.

    Efendim; Selanikin Karamaria yâni, Siyah Meryem semtinin Lisesi Bakanlık ve Konsolosluğa başvurarak Trabzon Kanuni Anadolu Lisesi ile kardeş okul olmak istemiş.

    Bu masum istek Milli Eğitim bakanlığı tarafından da kabul edilince Karamaria Lisesinin öğretmen ve öğrencileri atlayıp Trabzona gitmişler. (Trabzon Ekspres. 20 Nisan 2005)

    Kanuni Anadolu Lisesi öğrencileri ile kısa sürede kaynaşarak beraberce sirtaki oynamış, horon tepmişler.

    Konuk ekibin Okul Müdürdü Samarran Athanasius sebebi ziyaretlerini şöyle açıklamış.

    Kanuni Anadolu Lisesini tercih ettik. Çünkü bu okul 1923 yılına kadar karamaria Lisesi olarak eğitim veriyordu. Adı daha sonra değişti. Atalarımız burada eğitim gördü. Biz de atalarımızın mezun olup eğitim gördüğü bu okulu hem ziyaret edip hem de ikili ilişkilerimizi geliştirmeyi düşünüyoruz. Burada çok sıcak karşılandık. Tekrar geleceğiz.

    Konuk Müdür, öğretmen ve öğrenciler bahçede folklor gösterileri yaptıktan sonra evsahipleri tarafından organize edilen çay partisine de katılmışlar.

    Gazete haberi sıcak ilişkilerin sergilendiği 6 renkli fotoğrafla süslenmiş.

    Haberler, Kanuni Anadolu Lisesi öğretmen ve öğrencilerini, Şimdi kim Yunanistana gidecek heyette yer alacak şeklinde tatlı bir heyecanın sardığını gösteriyor.

    Trabzonda haberler bitmiyor..

    1-7 Ağustosda da Maçkada Sümela Festivali düzenlenmiş.

    Ne tesadüf Ağustosun başı tam da her sene yabancı papazların akın ettiği Kutsal Sümela Yortusuna denk gelmektedir kıymetli okuyucu..

    Trabzon bütün bunlar olurken bir taraftan da şaheseri gibi kanuni Haftasını kutluyordu.

    90ı yıllarda Kanuninin Trabzonda doğduğunu bir Macaristan seyahati sırasında keşfeden zamanın valisi (Şimdi Antalyada keşiflerle uğraşmaktadır) Tez Kanuninin doğduğu ev buluna fermanı yazar.

    Harıl harıl ev aranırken kimsenin aklına babası Şehzade Selimin evde oturmuş olamayacağı, bir saray yavrusu aranması gerektiği gelmez.

    Emir büyük yerdendir ya ev bulunur ve kutlamalar başlar.

    Yâni bir taraftan Cihan Padişahı Kanuni Haftası etkinlikleri kutlanırken Trabzonda Ermeni Tiyatrosu, Karamaria Lisesi gösteri yapıyordu kıymetli okuyucu ve Maçkada da Sümela Festivali hazırlıkları tam gaz devam ediyordu.

    Bitmedi..

    Belediye, şehir içindeki 4. yüzyılda (1349-1390) 3. Aleksios tarafından yaptırılan ve 18. ve 19. yüzyıllarda ilaveler yapılıp onarılarak, 19. yüzyılda son şeklini alan Kızlar Manastırını da temizleyip düzenleyerek hizmete sunuyordu.

    Böylece turistler artık Ayasofya Kilisesi, Sümela Manastırı ve Kostaki Konağından sonra şehirde bir de Kızlar manastırını gezip görebileceklerdi.

    Nisan ayının sonunda MGKnın; yeni Milli Güvenlik Siyaset Belgesi hazırlıkları için görüş istediği kurumlardan olan Genelkurmayın konu ile ilgili şu notu hiç dikkate bile alınmıyor muydu yoksa Genelkurmay iş olsun diye mi o satırları yazmıştı:

    Türkiyenin toprak bütünlüğünü tehdit edecek şekilde Rum-Pontus propagandasına engel olunmalı.

    Her ne hâl ise..

    Rüya gibi geçen ve gelecek yazılarda ayrıntılı olarak anlatacağım Bakü seyahatinden döndükten sonra da gazetelerde şu haberi okudum: (Hürriyet 8 Mayıs 2005)

    Trabzon Devlet Tiyatrosunda Ermenilere karşı dostluk hakimdi. 6. Uluslararası Karadenize Kıyısı olan Ülkeler Tiyatro Festivali çerçevesinde kente gelen ekip, Psikoz 4.48 adlı oyunu sergiledi. Oyunun bitişiyle birlikte salonu dolduran izleyiciler, Ermeni sanatçıları ayakta alkışladılar. Ermeni sanatçılar, dakikalarca süren alkışlar ve Bravo haykırışları arasında izleyicileri selamladı. Sanatçılar, alkışlar nedeniyle defalarca sahneye döndüler. Önceden dağıtılan Türkçe metin ve oyunun aksiyon ağırlıklı olması Rusça oynanmasına rağmen anlaşılmasını kolaylaştırdı. Kuliste konuştuğumuz Ermeni Yönetmen Suren Shahverdyan, sanatın, tiyatronun ne kadar büyük bir dostluk aracı olduğunu bir kez daha gördüklerini vurguladı. Tiyatro bayrağını Türkiyede dalgalandırmaktan mutlu olduğunu ve ülkesine döndüğünde de burada gördüğü dostluğu anlatacağını dile getiren Shahverdyan, şöyle devam etti: Siyasetin, devletlerin çözemediklerini, belki de biz sanatın, tiyatronun diliyle çözebiliriz. Sanat da bunun için en iyi araçtır. Bizleri kurtaracak olan barış ve sevgidir. Benim oyunumda da zaten karşılıklı aşk, sevgi ve barış konusu işleniyor. Devletler arasında düşmanlık, savaş ve terörün bitmemesi halinde yaşanacakları dünya daha fazla kaldıramaz. İşte böyle bir durumda kar yağar. O nedenle de benim oyunumun sonunda dünyaya kara kar yağdı.

    Psikoz 4.48 adlı Rusça oyunu anlayarak ayakta dakikalarca alkışlayan tiyatro severlerin oyunun sonunda yağan kara karın ne olduğunu anlayıp anlamadıklarını şiddetle merak ediyorum.

    Önce Yunanların Kara Mariası sonra Ermenilerin Kara Karı..

    İnanın bir hafta içindeki bu kadar dışkaynaklı karanlık benim için bile çok fazla..

    Karadeniz çırpınmasın da ne yapsın? 9 Mayıs 2005
#14.05.2005 21:09 1 0 0
  • VESAYET ve İHANET

    Mustafa Hilmi Yıldırım, geçtiğimiz günlerde güzel bir yazı yazdı. Bir profesörün AB sürecinde siyaset ve vesayet başlıklı panelde yaptığı konuşmadaki sözlerini aktardı.

    Bu profesör şöyle diyordu:

    Şu anda Kopenhag Kriterlerini bütünüyle oylayın, hepsine hayır çıkacaktır. Ben burada imzamı atarım. O halde ben bunu biliyorsam doğrudur bu. O halde uluslararası vesayetten yanayım. Kopenhag Kriterlerini uluslararası vesayet Türkiyeye dayatacaksa, bir biçimde ben de bundan yanayım.

    Adam profesör. Türkiyede bir üniversitede görev yapıyor. İsmini boşverin, işlevine bakın:

    Ben vesayetten yanayım!

    Nedir vesayet? Kölelik demek, mandayı kabul etmek, emir kulu olmak demek. Egemenliğin başka milletlere ya da devletlere devredilmesine rıza göstermek demek.

    Bu nasıl bir profesördür ki ve hem de hukuk tahsili görmüş bir akademisyendir ki anayasanın 6. maddesi Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu belirtmesine rağmen Brükselin vesayetini kabul edebiliyor?

    Türkiyenin Batı vesayetine ya da ABD vesayetine girmesini kabul edenler hiç de azımsanmayacak miktara ulaşmıştır.

    Hatta, Türkiyede de ahtapot gibi kolları olan Vatikanın dümensuyuna girmeyi savunanlar da son yıllarda dinlerarası diyalog projesi ile hayli mesafe almışlardır.

    Bu gibi vesayet ehli kişilerin ikbali de hayli açıktır. Batılı dostları onları habire yemlendirir. Türkiyede başları sıkışınca Washington ya da Brüksele koşar, Türkiyeye küfretmeye oradan devam ederler. Ceplerinde bolca dolar, kapı önlerinde gizli servis ajanları vardır. Bağlar, bahçeler, çiftlikler emirlerine amadedir.

    KKTC eski başbakanlarından Derviş Eroğlu, Kıbrısta Rum bayrağı tutan Türk gençlerinin meydanları doldurması karşısında şu yorumu yapmıştı:

    İngilizler yıllardan beri Conflit Resolotion Center (Lider Yetiştirme Merkezi) adı altında bir kuruluş kurdular. Kıbrıslı Türk gençleri Londraya götürüp eğittiler. Onları Türke düşman hale getirip Kıbrısa gönderdiler.

    Türke ve Türkiyeye düşman hale getirilenler sadece Londrada değil Washingtonda, Brükselde, Vatikanda, hülasa Türke karşı bir planı olan her yerde besleniyor, yemleniyor ve üzerimize salınıyor.

    ABDde bu amaçla kurulmuş fonlar var. NED (National Endowment For Democracy) bunlardan biri.

    Bu fon, Kongre denetiminde oluşturulmuş bir para fonudur. CIA emeklisi Ralp Mcgehee bu fonun CIAnın örtülü eylemlerine destek amacıyla kurulduğunu anlatır. (M. Yıldırım, Sivil Örümceğin Ağında, Sf. 17).

    Daha önceki bir çok yazımızda da belirttiğimiz gibi bu fondan binlerce sivil toplum kuruluşu, dernek ve vakıf para aldı. Bu paraların bir çok bölücü amaçlar için kullanıldığı iddiaları ortalıkta geziyor.

    Bu fonlardan beslenenler aldıkları paraların tek kuruşunun dahi hesabını vermiş değildirler.

    Kimileri ABDde, kimileri Avrupa başkentlerinde bir tarafan yemlenip diğer taraftan vesayet altına girmenin faziletlerini anlatıp duruyorlar.

    Vesayet ve ihanet ehlinin kirli çamaşırları, bu ülkeye sevdalananlar tarafından bir bir ortaya çıkarılacak.
#14.05.2005 20:55 1 0 0
  • Türkiye karşıtı olduğu kendi söylemleriyle sabit olan Mehmet Ali Talatın Cumhurbaşkanı olması AKP son anda bir dönüş yapmazsa- kesindir. Böylece KKTC Devleti Rum yanlılarınca tam anlamıyla içerden kuşatma altına alınmış olacaktır. Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, iki Bakanlık dışında bütün hükümet ve Cumhurbaşkanlığı Yardımcılığı konumu anlamına gelen Meclis Başkanlığı Rum yanlısı zihniyetin eline geçmiş olacaktır.

    Bu duruma gelinmesindeki başlıca etkenlerse Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti olmak sıfatıyla AKPnin Rum yanlılarına verdiği yoğun destek, Rum yanlılarının Rum-Yunan, İngiliz, AB, ABD fonlarıyla semirtilmişlikleri, İngiliz kafalı sahte milliyetçi seçkincilerin bunca yıldır yaptıkları yanlışlar& olarak sıralanmaktadır.

    Türkiye bugüne dek uyutulmuştur, uyutulmak istenmiştir. İngiliz kafalı sahte milliyetçi seçkinciler, Türkiyeden gelen paraları kendi aralarında üleşmeye dönük kurdukları düzeneği işletebilmek için Türkiye kökenli KKTC vatandaşlarına yaptıkları zenci muamelesini gizlemişler; Anavatan edebiyatı yaparak şehit-ezan demagojileriyle Türkiyeden para almayı sürdürerek kendi aşağılık çıkarları uğruna alçakça Türkiyeyi sömüredurmuşlardır. Türkiyenin verdiği paralar, sırtladığı uluslararası yük Kıbrıstan Türkiyeye minnet ve şükran duyguları yerine en ağır küfürler olarak geri dönmüştür. Statüko statüko denilense işte bu kirli rant çarkıdır.

    Bu işleri temizlemenin yoluysa AKP hükümetinin Kıbrıs politikasının mimarı olan Başbakanlık Başdanışmanı Ahmet Davutoğlunun söylediği gibi Kuzey Kıbrısı verip kurtulmak değil Rum yanlısı soysuzları ve Anavatan sömürgenliğine soyunmuş İngiliz kafalı sahte milliyetçileri bertaraf ederek Türkiye Türklerinden özünde hiçbir farkı olmayan Kıbrıs Türk halkıyla aradaki köprülerin sağlamlaştırılmasıdır.

    Kıbrısta bu durumlara gelinmesinin baş müsebbipleriyse İngiliz kafalı sahte milliyetçilerdir. Çünkü Türkiye, bunlara bakarak Kıbrısta işlerin yolunda gittiği sanrısı içinde uyurken Rum yanlısı satılmış zihniyet alttan alta faaliyetlerini yürütmüş ve bugün gelinen noktadaysa artık göz önüne çıkmışlar ve KKTC Devletini tümden ele geçirmişlerdir. Kendi aşağılık çıkarları uğruna gerçekleri Anavatandan gizleyen İngiliz hizmetkarları tarih önünde çok ağır vebal altındadırlar. Rum yanlıları her tavırlarıyla kendilerini belli ettiklerinden asıl tehlike; vatansever kılığına bürünmüş bu sahte milliyetçi, İngiliz tarzı kahpe siyasetlerini her daim sürdüren soysuz zihniyetten kaynaklanmaktadır. Bunlara karşı uyanık olunmalıdır.

    KKTCde durum vahimdir. Bunu bunca yıldır gizlemenin Rum yanlılarına hizmet etmek olduğu gün gibi ortaya çıkmıştır. Durum vahimdir ve alınacak önlemler de bu vahamete uygun olmak zorundadır. Türkiye artık inisiyatifi ele almak zorundadır. Yoksa bu mesele kangren olma noktasına çok yaklaşmıştır. Türkiye inisiyatifi tamamen eline almalı ve KKTCnin bünyesine yayılmış Rum yanlılarını ve İngiliz kafalı sahte milliyetçileri bir an önce etkisizleştirerek Türkiye Türklüğünden bir zerre farkı olmayan asil ve şerefli gerçek Kıbrıs Türklerinin yolunu açmalıdır.

    Bu vatan parçasında hem Türkiyenin hem KKTCnin hatalarından dolayı oluşup çok ağırlaşmış sorunlar var diye Verelim gitsin. diyenlerin de, sonu sopu ne olacağı hiç belli olmayan, kaç yıl süreceği bilinmeyen AB sürecinin aptalca sevdası içine düşüp KKTCyi satmaya kalkışanların da kan, ruh, vicdan ve beyinlerinin ne olduğu herkesçe malumdur.

    KKTC altı üstü 150 binlik bir minik toplumdur. Çok hızlı biçimde dönüştürülebilmekte, çok çabuk etki altında kalabilmektedir. Soros Vakfının, Rum-Yunan, İngiliz kiliseleri destekli misyonerlik faaliyetlerinin, Rum kafalı satılmışların yıllar yılı köstebek yuvalarında teşkilatlanmalarının üstüne gelen AKP desteği sonucu işler bu duruma nasıl geldiyse bu sorunları öyle de düzeltmek mümkündür.

    KKTC seçimleri formalitedir. Türkiye hükümeti kimi işaret ederse onun seçileceğini kısa pantolonlarıyla sokakta oynayan çocuklar bile bilir. Türkiye ne yöne ışık yakarsa Kıbrıs Türk toplumu oraya gitmektedir. Bu bağlamda Helsinki Doruğu öncesinde tam entegrasyon ışığı yakılmış, KKTC Meclisi de hemen buna uyarak Türkiyeye iltihak (katılma), diplomasi diliyle söylersek de tam entegrasyona gitmek kararı almıştır. Bugünse tam tersi işler olmaktadır. Neden acaba?

    Büyük Türk milleti !

    Kıbrısta kalıcı, geçerli ve Türk çıkarlarına uygun tek çözüm Kuzey Kıbrıs ile Türkiyenin tam entegrasyona giderek aşağıda sıralanan fiili ilhak durumunu güçlendirmesi, halkların kaynaşması yolundaki eksik ve gedikleri gidererek aksayan noktaları düzeltmesidir :

    1) Milli marş aynıdır.

    2) Para birimi aynıdır.

    3) KKTC Bayrağı Hatay Devleti Bayrağı gibi Türk(iye) Bayrağı'na çok benzerdir.

    4) Devlet yapılanması tamamen aynıdır.

    5) KKTC'de tıpkı Hatay Devleti örneğinde olduğu gibi 5 ilçe vardır. İl merkezi ve Valilik teşkilatı yoktur.

    6) KKTC Devleti'nin hiçbir ülkeye tanınma talebi olmamıştır.

    7) T.C. Devleti'nin de hiçbir ülke nezdinde KKTC Devleti'ni tanıtma girişimi olmamıştır.

    8) KKTC Polisi (Türkiye) Güvenlik Kuvvetleri Komutanlığı'na bağlıdır.

    9) Devletin resmi dili Türkiye Türkçesidir.

    10) Pasaportsuz, yalnızca nüfus kimliğiyle giriş-çıkış vardır.

    Bağımsız ve egemen bir devlette bunlar olur mu? Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Türkiyeye tam bağımlı, Türkiyeyle birleşmesi tasarlandığından bu yapıda kurulmuş bir geçiş devletidir. Kuzey Kıbrıs 1974ten beri fiilen ve tamamen Türk(iye) idaresindedir ve buna hiçbir yabancı ülke burnunu sokamamıştır. Kuzey Kıbrısta Türkiye ne derse yalnız ve yalnız o olur. Türkiye onaylamadan bir Allahın kulu tek bir çivi çakamaz, tek bir çivi sökemez.

    Artık bütün bu gerçeklerin iyice bilinmesinde yarar vardır. AKPnin niyeti, Rum yanlılarını iktidara taşıyarak bütün bu yapıyı bilmeyen Türk(iye) halkını kandırarak Bakın, görün işte. Kıbrısı biz satmadık. Onlar kendi iradeleriyle seçimler yaptılar. Kendileri istediler. diyerek vatan satmak sorumluluğundan paçalarını kurtarmaktır.

    Hem Kıbrıs içinden hem Türkiyeden gelen bu tür sahtekarlıklara, soytarılıklara derhal bir son verilmeli ve aynı milletin üstelik de aynı soyundan olan, Anadoludan gitme, fikren, ruhen, beynen, ırken öz be öz Türk evladı Kıbrıs Türkleri ile Anavatan Türkleri kucaklaşmalıdır. Aradaki tek bağın İngiliz kültürüne bulanmış kanlı bir tarih olduğu Rumlarla birleşmenin gerçekleşmeyeceği, AKP'nin zoruyla böyle bir facia olsa bile oluk oluk kan akacağı besbellidir. Tarihsel perspektifte ileride Türkiye'yle birleşmesi tasarlanmış, tek bir tanınma başvurusu bile olmayan, kendine yetecek bir ekonomi üretecek nüfustan yoksun, güvenliğini sağlayamayacak bir KKTC'nin devamını savunmak da asıl yapılması gerekeni gözden kaçırarak Rum yanlısı zihniyete hizmet etmektir. (Türkiye'den de) Tam Bağımsız KKTC diye diye toplumu ikiye bölüp Kıbrıslı-Türkiyeli ayrımı yaratarak Türk'ü Türk'e düşman eden İngiliz kafalı sahte milliyetçi soysuzların ülkeyi getirdikleri nokta ortadadır. Rum yanlılarına bütün kaleleri teslim etmişlerdir.

    Atatürkün bir tür vasiyeti sayılabilecek Hatayı da Kıbrısı da eni sonu alacağız. sözünü yerine getirmeye yönelik olan tarihsel entegrasyon sürecine son noktayı koymak, Kuzey Kıbrısı önce fiilen sonra da resmen Türkiye Cumhuriyeti Devletinin 82. ili yapmak uğrunda çalışmak her vatan evladının boynunun borcu olmalıdır.



    TEK YOL İLHAK. YAŞASIN TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ'NİN 82. İLİ



    KIBRIS KUVAYI MİLLİYE CEPHESİ
#18.04.2005 19:38 1 0 0
  • Ülkemizin hangi temel sorununa çözüm üretmek üzere yurtdışına öğrenci
    gönderildi?
    Ülkemiz belirli aralıklarla geleceğin yetişkin bilim adamlarını
    yetiştirmek için yurt dışına eleman göndermektedir. Kimi YÖK, kimi Milli
    Eğitim Bakanlığı kimi de TÜBİTAK bursları ile gönderildi. İyi niyetle
    başlayan bu projeler maalesef birbirinden kopuk bir şekilde başladı ve şimdi
    sonuçlarının da aynı şekilde koordinesiz olduğu görülmektedir. Ben de o
    dönemde bu furyadan geçtim. Kim hangi amaçla ve gelecekte hangi sorunu
    çözmek üzere gönderildi hiç mi hiç ne soran ne de tartışan oldu.
    Hiçbir kıstasa bağlı olmadan gönderilen öğrencilerin bir kısmı
    çalışmalarını bitirip yurda döndü; bir kısmı bitiremedi, utancından bir daha
    yurda dönemedi. Bu şekilde gönderilenlerin bir kısmı da sonradan kimi
    örgütlerle ilişkisi olduğu gerekçesiyle çalışmalarının yarısında geri
    çağrıldı, bu arada kurunun yanında yaş da yandı. Peki, kimse sormadı mı?
    Kim bunları seçti? Bu gençler yeterli mi değil mi? Ülkenin hangi bilimsel
    eksiğini kapatmak üzere seçildiler. Bu şekilde gönderilen gençler mi
    suçlu, yoksa bunların üzerinden siyasi rant peşinde koşanlar mı?
    Bilindiği gibi Amerika'da 3000 küsur üniversite var ve bir kısmı bizim
    yüksek okullardan daha düşük düzeyde ve sıkça duyulur, para ile diploma
    da veriliyor diye. Maalesef kendine yer bul, yurtdışı bursun hazır
    denildiği dönemde bir çok insan bilerek veya bilmeyerek bir limana yanaşmak
    zorunda kaldı.
    Yırtışından başarı ile dönen bilim adamları ne yapıyorlar?
    Giden gençlerden bir kısmı gerçekten başarılı olduğu için söz konusu
    üniversitelerde ses getiren çalışmalar yapmışlardır. Asıl sorunu
    doktorasını tamamlayıp yurda dönen başarılı bilim adamları yaşadılar ve
    yaşıyorlar. Yurda dönen genç bilimciler adına gönderildikleri üniversitelere
    gittiler ve çoğunun şimdi ne durumda olduğunu siz tahmin edin. Şimdilik
    çoğu üniversite ortamlarının maalesef sekter tutumları nedeniyle kadro
    alamamış, kimi yurtdışına kaçma planı yapıyor kimisi de üniversitelerde
    Ar-Gör veya Yard. Doç. kadrosunda ders veriyor. Çoğu, olanaksızlıklar
    nedeniyle araştırma yapamıyor. Çünkü altyapı yok, yeterince destek
    sağlayacak ortam yok. Kimi baştan karşılıklı önyargılardan dolayı intibak
    sağlayamamıştır. Yurtdışında iyi eğitim alarak dönen bu insanlar doğru
    yer ve imkân tanınmadığı için ne ülke olarak onlardan yararlanılabiliyor
    ne de onlar kendilerini ortaya koyabiliyorlar. Maalesef çok dinamik ve
    taze bilgi ile gelen ve gelecek vadeden bu gençler kapasitelerini
    kullanabilecek ortam bulamadılar. Bütün dünya üniversite yönetimleri en iyi
    bilim adamını kapmak için yarış halinde iken bizde "yönetime yardımcı
    olursan veya yakın isen kadro var, yoksa beklersin", türünden adam
    sendeci yaklaşımlarla bilim insanları gerekli ilginin gösterilmemesi sonucu
    hevesleri tüketilmektedir. Bu konuya ilişkin acı bir haber 18 /12/2004
    tarihli Cumhuriyet gazetesinde Doç. Dr. Neva Çiftçioğlu'nun ülkemizdeki
    üniversitelerde "kadro bulamadığı" için NASA'dan araştırma yapmak için
    çağrıldığını belirtmektedir. Sayın Çiftçioğlu "nanobakteri" konusu gibi
    popüler bir konuda başarılı çalışma yapıyor ülkemizin bu tür gençleri
    değerlendirmek diye bir kaygısı yok. Maalesef ülkemiz bilim kurumlarının
    sürekli bilimsel falitleri canlı ve dinamik olarak sürdürecek bir
    sistemi bulunmamaktadır. Gelişmiş ülkelerde olduğu gibi sürekli kadro yerine
    post-dok programı ile belirli sürelerde kafasında projeleri olanlara
    şans tanınabilir. Eğer kişi iyi ise de sahip çıkılır ve daha fazla olanak
    sunulur. Çünkü üretiyor ve iş yapıyor. Yine maalesef bizde sık yaşanan
    "boynuzun kulağı aşması" istenmediği için bazı birimlerde iyi
    elemanları ya birime almamaktadırlar ya da alınanları bir şekilde
    kaçırmaktadırlar. Bakın bazı birimler yıllarca tek kişi ile yürütülmüş bir başkasının
    akademik aşama yapması bir şekilde engellenmektedir. Böylece birimler
    kişilerin bencil ihtiraslarına kurban edilmektedirler.
    Maalesef bugün ülkemiz yüksek öğretimin en ciddi sorunu bilim adamı
    yetiştirme ve üniversiteye kazandırma konusunda ciddi bir planının ve
    programının olmamasıdır. Yasanı ve ekonominin zorluklarını biliyoruz ancak
    buna rağmen üniversiteler doğru bilim adamı seçimi konusunda iyi bir
    sınav verememişlerdir.
    Acaba YÖK veya TÜBİTAK koordineli olarak bugüne kadar kaç kişi doktora
    yapmak üzere yurtdışına gönderdi?
    Hangi alanlarda gönderildi? Ve Yurtdışına ne kadar para akıtıldı?
    Yurtdışından dönen gençlerden kaçı gerçek anlamda bilimsel proje ve
    yayın üretme yeteneğinde?
    Yeni gönderilecekler için bu ülkenin şu anda ihtiyaç duyduğu bilim
    alanları nelerdir?
    Geleceğe yönelik olarak YÖK, Üniversiteler, TÜBİTAK, TÜBA, DPT ve
    ilgili kuruluşlar arasında bir koordinasyon var mı?
    Yoksa kimsenin diğerlerinin ne yaptığından haberi yok mu?

    Ülkemizin Bilimsel olarak Öncelikli Alanları Nelerdir?
    Örneğin popüler bir alan olan genetik konusunda yurt dışında doktora
    yapmaya gönderil. Yurtdışında doktorasını tamamlamış her üniversitede
    5-10 kişi bulunuyor. Ancak halen bu anlamda ülkemizde sınırlı sayıda gen
    bilimi ya da genel adıyla moleküler biyoloji ve genetik çalışmaları
    yapılmaktadır. Geniş anlamda sorun çözmeye dayalı bir yapılanma proje ve
    program yok. Genelde biraz da toplumsal yapımızdan kaynaklanan "ben, ben"
    bencil yapımızdan dolayı çoğunlukla nokta usulü çalışıyoruz. Sağlıklı
    bir araştırma ortamının kurulması için uzun soluklu olarak takım
    çalışması yapıp bu konuda amaca ve altyapısı uygun olan alanlara dağınık ve
    verimsiz bilim insanlarının toplatılıp uzun süreli hedeflere yönelik
    araştırma yapmak gerekir.
    Daha önce yazdığım "beyin göçü" adlı yazıya yurtdışında değişik
    üniversite ve araştırma kuruluşlarında çalışan onlarca genç bilim insanı açık
    yüreklikle; 1. Bilim yapmak için alt yapı olanakları sağlansın veya
    proje yapmamız için huzurlu çalışma ortamı sağlansın, 2. Yöneticilerin
    kadro ve idari baskısı olmasın, 3. dışarıda aldığımız maaşın yarısını
    versinler seve seve ülkemize gelmeye ve hizmet etmeye hazırız şeklinde
    beyanda bulunmuşlardı. Yurtdışından dönen bir çok arkadaşım kurumlarında
    gerekli ilgiyi görmedikleri için geri gittiklerini bizzat anlatmışlardı.
    Ne denli haklılar, ayrı tartışma konusu.
    Açıkçası soru şu:
    Ülkemizin ve üniversitelerimizin bilim politikası var mı?
    Varsa önceliklerimiz nelerdir? Stratejik, temel ve uygulamalı bilim
    politikalarımız net mi?
    Varsa bu politikaları yürütecek yetişmiş insan kaynağımızı nasıl
    organize edeceğiz?
    Ülkemizin öncelikle bir bilim politikasını oluşturması ki bu konuda
    kısmen TÜBİTAK "vizyon 2023" ile çizmeye çalıştı, ancak bundan kaç kişinin
    haberi var? Devletin ilgili kurumları ve Üniversiteler bu vizyonu ne
    kadar benimsedi ve bunun için ne tür hazırlık yaptıkları belirsiz.
    Bildiğiniz gibi kâğıt üstünde çok güzel yazılmış projeler var, ancak hayata
    geçirme konusunda ciddi sıkıntımız var.

    Üniversitelerin Yurtdışı Büroları Daha Güçlü Konuma Getirilmelidir
    Dünyada bilimsel gelişmişliği olan üniversitelerin en önemli
    merkezlerinden birisi yurtdışı ilişkiler bürolarıdır. Bilgi çağında bilim göçü
    yerine bilim gücü dolaşımı hakim olduğu için uluslar arası bilim
    organizasyonları ile bilim adamı, öğrenci, bilgi dolaşımı yüksek düzeyde
    koordine edilmektedir. Bir çok üniversitede yurtdışı uluslararası ilişkiler
    büroları veya organizasyonları var, ancak maddi desteğin olmamsı yanında
    liyakatin dikkate alınamadığı sık sık şikâyet konusu olmaktadır.
    Mutlaka üniversitelerin yurtdışı ilişkiler büroları konuyu bilen eller
    tarafından çok boyutlu olarak yönetilmesi gerekir. Birkaç dil bilen insanlar
    yanında bilimden anlayan ve diplomat nitelikli yetkin, kültürel
    altyapısı sağlam kişilerle bu büroların yürütülmesi gerekir. Özellikle AB
    sürecinde Sokrates ve Erasmus programları yanında FP6 projelerinin önemi
    nedeniyle üniversitelerin birinci derecede ağırlık vermesi gereken
    birimleridir.
    Ülkemizin milyonlarca dolar vererek yurtdışında yüksek eğitim
    yaptırdığı ciddi derecede potansiyel bilim adamları şu anda dağınık, eli kolu
    bağlı olarak bekliyorlar. Sonra bu gençleri bir araya getirecek bir
    koordinasyon da yok. Bundan dolayı yeterli derecede verim alınamıyor. Bir
    organizasyonla bu insanlar belirli merkezlerde toplanarak biz merkezli
    çalışan iyi yöneticiler ile uzun vadeli projeler üzerinde çalışılabilir
    ve bu ülkemiz biliminin gelişmesi için önemli ufuklar yaratabilir.
    Buralarda gelişen, yayın yapan dünya çapında bilim adamları çıkacağını
    bekliyorum. Aksi takdirde hepimiz iyi niyetle yurtdışından doktoramızı
    tamamlar geliriz, fakat bir süre sonra başta ekonomik kaygılar olmak üzere
    kadro beklentisi vs. nedeniyle kimimiz yurtdışına kaçarız, kimimiz de
    sisteme uyumaya çalışırız. Dışarıda gördüğüm başarılı insanlar burada da
    koşullar sağlanırsa bu işi yaparlar. Bu iş çok zor değil. Yeter ki
    istensin.
    Bu da ülkemizin bilim politikası ve bilim kuruluşlarının doğru
    yönetilmesi ile doğrudan ilgilidir. Maalesef ülkemiz bu konuda verimsiz bir
    tablo sergilemektedir. Daha öncede belirttiğim gibi ülkemiz bilim üreten
    ve bilimden fayda sağlayan bir ülke olmadığı için bilim ve bilim
    adamının önemini kavrayamıyor. Bilimin önemini kavramak için ayrıca bilim
    felsefesine sahip olmamız gerekir. Kısacası AB sürecinde sık sık adını
    kullandığımız ancak hakkında bir cümle bile okumadığımız Sokrates ve
    Erasmus'un ne yapmak istediğini bilmemiz gerekir. Maalesef ülkemiz
    üniversiteleri en önce olması gereken bilim tarihi ve felsefesinden yosun. Hal
    böyle olunca neden dünyadaki ilk 500 sıralamasına giremiyoruz diye
    hayıflanıyoruz.
    Ünlü bir söz vardır "bilim ve sanat takdir edilmediği yerde durmaz"
    diye. Bu takdir halen ülkemizde arzulandığı gibi oluşmadığı için bugün bu
    durumdayız.

#10.04.2005 20:31 1 0 0
  • [ Rakı'nın Değil, İnsanın Sahtesi Öldürüyor
    Ana vatanı Irak olan ve Arapçası "arak" ve dilimizde rakı olan ve üzüm
    suyunun fermante edilmesi ve ardından da imbikleşmesi sonucu
    oluşturulan alkolü içki en az 3000 yıldır Ortadoğu ve Kafkaslarda üretilmektedir.
    "Sahte rakının" çok sayıda akşamcı vatandaşın ölümüne neden olması ile
    birlikte sahte olan ve sahtekârlık ile ilgili alt beynimizdeki bir çok
    kavram birden bire su yüzüne çıkmaya başladı. Sahte rakı, sahte ilaç,
    sahte para, altının sahtesi, sahte antika eşya, kimi zaman sahte, kimi
    zaman sahtekâr doktor, sahtekâr hoca, sahtekâr bankacı& Sahte ve
    sahtekâr mercedes'li dilenciler, sendikacılar, yöneticiler& Rivayete göre Bush
    yönetimi de sahte belgelerle Irakta gizli nükleer silah var diye Irak'ı
    işgal etmesi sonucu bugün milyonlarca insan acı çekmektedirler.
    Murat Belge 6 Mart 2005 tarihli Radikal gazetesindeki "Rakıdan girip
    lafa.." adlı köşe yazısında taklit veya "sahtesini yapma" işinin nesnel
    dünyanın ürünlerini üretmekle kalmadığını belirtiyor. Ve manevi
    alanlarda da sahtelerin üretildiğini belirtiyor. Diyor ki Sayın Belge,
    "profesör'ün, yazarın, düşünürün de sahtesini yaratmış bulunmaktayız". Tabii
    sık sık duyduğumuz gibi sahte solcu, sahte dinci, sahte demokrat, sahte
    hoca, sahte hacı, sahte doktor, sahte dost& devam edip gidiyor. Asıl
    sorunlu olan, kanımca insanın sahtekârıdır.
    Sahte Aslının Zıddı Değil, Maskelenmiş Olandır
    Biyoteknolojideki klonlama çalışması ile ilk Doly koyunu çoğaltılırken
    insanların aklına ilk gelen insanın kopyası yapılır mı? yani sahtesi
    üretilir mi? O zaman benim cevabım evet ancak kopya insandan değil kopya
    insanı sahtekârlaştırmaktan korunmamızın daha doğru olacağını düşündüm.
    Hepimiz biyolojik yoldan kopyalanma sonucu dünyaya geliyoruz ancak
    içinde yaşadığımız dünya bizi farklılaştırıyor. Büyüdükçe aldığımız eğitim
    ve çevrenin etkisi ile bir yaşam veya yol haritası çizebiliyoruz. Ancak
    maalesef ülkemizde verilen eğitim insanımızın erken dönemde uyanık bir
    vatandaş olmasını, karşılaştığı sorunların üstesinden gelmeyi ve çağını
    anlamasını sağlamadığı için bir çok sorun yaşamaktadırlar.
    Doly sahte olmadığı gibi rakı da sahte değildi, sadece ikincisi
    öldürücüydü. Yaratıcısı da sahtekâr bir insanoğlu. Sahte kelimesi aslına uygun
    olmayanı veya aslının tersi, yani esasın zıttı gibi algılansa da
    aslında "aslı başka olan" anlamına geliyor. Yani "sahte" aslına göre
    belirlenmeyip "aslı adından başka olan" anlamına geliyor.
    İçtikten sonra yüzündeki maskeyi atıp gerçeği konuşanlar, aşkını ilan
    edebilenler, söylenmemiş olanı söyleyebilenler, bir tür psikanalitik
    deşifre de çok önemlidir. Tabii kendine ve çevresine zarar vermemek kaydı
    ile. Ancak yine de "rakı içen öldü de su içen ölmedi mi" söylemine
    istinaden adabına göre içmek tamam, ancak sarhoş olmak için değil. Hele,
    trafiği kilitlemek, sağa sola sataşmak, başkasını rahatsız etmek bilinçli
    yurttaşlara yakışmaz. Özellikle eğitimli kişilere hiç yakışmaz.
    Aslında psikologlar derler ki herkesin bir gerçek yüzü vardır bir de
    maskesi. Ancak bir maskeye razıyız da bazılarının bir kaç maskesi
    bulunmaktadır. Bir arkadaşım kapısına "maskeni çıkar da içeri gir" yazdırmış.
    Tabii hepimizin doğal olarak çekingenlikleri var, bazı konularda
    söylenmemesi gereken sözler var, bizim bilip de başkasının bilmemesini
    bildiğimiz konuları söylememek önemli. Ancak, çok maskelilik veya bizim
    bilerek bazı şeyleri gizleyip kendimize ters düşmemiz, kendimize
    yabancılaşmamız insanın sahtesini ortaya çıkarmaktadır. Hani derler ya oturunca
    mangalda kül bırakmaz, sizin ile birlikte her konuya evet der, vatan
    millet için en hamasi nutukları o atar, ancak hayatın gerçeklerine gelince,
    gerçek yaşamda çok da söz verdiği gibi olmadığını gördüğümüz çok sayıda
    kişi ile karşılaşırız. İnsanın sahtesi yani sahtekâr ciddi sorundur.
    Yapılan sahte işler insanın birbirini küçük çıkarları için kandırmasıdır.
    Belki de bunlardan en acısı da sahte dost yarasdır. Kurşun yarası geçer
    de dost yarası geçmez, insanın birbirine kazık atması, birbirinin
    sırtına basarak bir yerlere gelmesi ve ardından riyakârlık yapıp sırtını
    dönmesi ise hiç affedilmiyor. Herkes bir şekilde amerikanlılaşmaktan
    şikâyetçi ancak ondan da kopamıyor. Aynı kişiler bilmezler ki bir başkası
    da kendisini aynı değerler uğruna kazıklamaktadır.

    Mutluluk ve Menfaat İlişkileri
    İnsanlar mutluluğu doğada ve estetikte değil bireysel menfaat
    ilişkilerinde aramaya başladı. Çıkış kapısı bulamayan, yaşam bilinci konusunda
    yeterli derinliğe sahip olmayan yurttaşlar, kolay yoldan para kazanmayı
    ve köşeyi dönmeyi neredeyse ilke haline getirmişlerdir. Bütün bunların
    sonucu bir çok yurttaşımız, vergi vermekten kaçınıyor, yalan yanlış
    beyanda bulunuyor, akla hayale gelmeyecek işlere girişiyor. Söz konusu
    kişiler kendilerine göre yaşamdan zevk almaya çalışan insanları kendi
    küçük çıkarları uğruna zehirlemektedirler. İnsanlar arasındaki gelir
    dağılımının açılması, az çalışarak para kazanması, başkasının sırtından para
    kazanması belki uzun zamandır vardı ancak son yüz yılda hızla tırmanışa
    geçti.
    Bunda uygulanan siyasi modellerin de büyük payı bulunmaktadır. Geçen
    yüzyılda loto-toto, milli piyango, altılı ganyan bir bütün olarak
    insanların yaşamlarını şansa bağlamasına, büyük paralar kazanmaya itmiştir.
    Ancak kazanca yorularak değil, kolay yoldan ulaşarak. Bu süreç
    beraberinde kalpazanlığı da doğurmuştur. 1980 sonrası "para kazan da nasıl
    kazanırsan kazan" anlayışı gençlikte bireysel ve bencil bir anlayış doğurdu.
    "Para eşittir mutluluk" neredeyse bir yasa haline getirildi. Bugün
    toplumun her kesiminde artan rüşvet, yolsuzluk, kapkaç, hortumculuk hepsi
    belirli bir aşamadan sonra oluşmuştur. Birlikte eşit koşullarda yaşamak
    yerine birbirimize çelme takmak, birbirimizi kandırmak, arkadaşımızdan,
    dostumuzdan daha önde olma duygusu yaratılmış oldu. Kamu anlayışı
    yerine, özel teşebbüs anlayışı benimsenmiştir.
    Tekel Bağımsızlığımızın Sembolüdür
    Son yıllarda başlayan özelleştirme furyası ile devlete önemli derecede
    gelir getiren işletmeler özelleştirilmişlerdir. Tekel, ülkemizin
    kurtuluş savaşı ve milli mücadelesi sırasında doğmuş ve bugüne kadar ülkenin
    en karlı kuruluşu idi. Osmanlı döneminin tarım konusundaki
    çıkmazlarından olan tütündeki Reji İdaresi'ne, 4 Mart 1925'de kurduğu TEKEL idaresi
    ile son verilir. Tekel ülkemizin milli tarım politikasının oluşmasında
    ilktir. Tekel'in kuruluşu ile devlet ve halk hem bir boyunduruktan hem
    de bir ayıptan kurtarılmış oldu.
    Tekelin son günlerde özelleştirilmesi ile birlikte piyasada adı sanı
    duyulmamış çok sayıda rakı markası dolaşmaya başladı. Bunlardan hangisi
    gerçek hangisi sahte anlaşılamadı. Ayrıca dünyadaki eşdeğerleri ile
    karşılaştırıldığında ülkemizdeki vergilerin yüksekliğini bahane eden ve
    vergi vermek istemeyen, kolay yoldan geçinmek isteyen kalpazanlar sahte
    üretime geçerek karlarına kar katmayı hedeflemişlerdir.

    Rakı İçerek Ölenlerin Hesabını Kim Verecek?
    Sahte rakı içilmesi sonucu onlarca hayatını kaybeden insanın ölüm
    sorumluluğu kimin? Rakıyı üreten kalpazanlar mı? Yoksa ülkeyi bu duruma
    getiren siyasi irade mi? Son 25 yıldır KİT'lerin pek çoğu zarar etmediği
    halde özelleştirme modası adına kelepir fiyatına elden çıkarılmaya
    çalışılmaktadır. Türkiye'nin en karlı kuruluşu olan Tekel neden
    özelleştiriliyor? Neden tütün ve şeker pancarı ekim alanları dış baskılar sonucu
    daraltılıyor ve devlet desteği kaldırılıyor? Özel ve özerk kuruluşlar
    olacak, özel teşebbüs iş de yapacak ancak etik değerleri de korumak
    zorundayız. Bunun için de hukuk devleti normları içinde bazı kuralların
    kesintisiz işletilmesi gerekir. Uzun zamandır özelleşme anlayışının topluma
    hizmet etmeyeceği, vatandaşı daha da perişan edeceği söylenmektedir.
    Maalesef Tekel özelleştirmesinin birinci gününde bunlar yaşanıyorsa yarın
    Allah bilir neler yaşanır. Korkarım yarın sağlık ve diğer alanlarda
    daha ne tür istenmeyen olaylar yaşanacaktır.
    Tabii dün de kaçak içki üretimi yapılıyordu, belki de bu nedenle
    ölenler olmuştur. Ancak bu sefer açıkçası bir otorite boşluğu ve zafiyeti
    görülmektedir. Her yönü ile örgütlenmemiş ve kurumsallaşmamış toplum
    yapımızda adalet ve hukuk işlevsiz kalmaktadır. Maalesef ülkemiz ciddi bir
    hukuk devleti örneği vermediği için çok sayıda sahtekârın
    cesaretlendirilmesi ve ortalığa hakim olmasına yol açmaktadır.

    Sorun Metil Alkolde Değil, Sahtekârlıkta
    Bugün dünyadaki milyonlarca canlı arasında yeryüzünü gücü ve kullandığı
    teknoloji oranında kontrol edebilen tek varlık insandır. İnsanın
    yaptığı nesneler zararlı olabilir. Ancak sonuçta bunu yapan insan. Nesneyi ne
    amaçla ve nasıl kullandığınıza bağlıdır. Keskin bir bıçak ameliyat için
    kullanılırsa can kurtarır, ancak birini canına başka bir amaçla
    saplarsan can alır. Metil alkolü insana içirirseniz can alır, ancak bir
    nesneyi korumak için veya bir kimyasal deneyde kullanırsanız can
    kurtarırsınız.
    Bu anlamda, rakının sahtesi değil önemli olan rakının sahtesini yapan
    insanın bu bilince ulaşarak sahtesi yerine gerçeğe yönelmesidir. Yoksa
    bugün rakının sahtesini raflardan toplarsınız olur biter ancak yarın bir
    başka sahte üretim daha çıkar karşımıza. İnsanın insan olarak doğadan,
    canlıdan ve insandan yana içtenlikli davranması asıl önemli konudur.
    İnsanın karşısındakini de insan gibi görmesi ve değer vermesidir. İnsanı
    insan yapan değerleri doğru işletmesidir.
    Sahtekârlığın değil, gerçek dostluğun; sahtekârlığın değil dürüstlüğün
    hakim olması dileğiyle. Bu bilince erişmek dileği ile. Küresel
    ticaretin onda dokuzunun yalandan oluşmaması dileğiyle.

#24.03.2005 18:12 1 0 0
  • haklısın demeketen gayrı aklıma hiç bir şey gelmiyor arkadaşım. Bu hususun latif kelimelerden terkib olunan cümlelerle anlatılması artık klasizm meyanında zirve yapmış vaziyette.

    KİMSEYE ETMEM ŞİKAYET AĞLARIM BEN HALİME
    TİTRERİM MÜCRİM GİBİ BAKTIKÇA İSTİKBALİME
    PERDE-Yİ ZULMET ÇEKİLMİŞ KORKARIM İKBALİME
    TİTRERİM MÜCRİM GİBİ BAKTIKÇA İSTİKBALİME

    Bu nihavend eserin güftesi inan şu an itibariyle içimde köklenen halet-i ruhiyeyyi birebir yansıtıyor....

    Alternatif.... Şu an itibariyle batı şakşakçısı vaziyet idarecilerinin hükümran olduğu garabet ikliminde üretilmesi en zor mevhumlardan birisi... Ancak her ferdin belli bir oranda dert yüklenme pahasınada olsa üstüne düşen vazifeyi yapması aklıma ilk gelen fikriyat argümanı...

    Ben kendimce bu alternatif üzerinde düşünen ve düşündürmek isteyen birisi olarak çam sakızı çoban armağanı babından bir şeyler yapıyorum...

    Kendinize çok iyi bakınız
#23.01.2005 17:48 1 0 0
  • İdeal insan modeline misal teşkil eden ne kadar vasıf var ise Avrupalılara atfediyoruz her nedense.

    Letafet bağlamında söylenebilecek en dolu cümleleri Avrupalılar için sarfediyor,beynimizi 'nasıl Avrupalı olunur?' mevhumu ile yormaktan müthiş haz alıyoruz.Aslımızı inkar pahasınada olsa Avrupa şakşakçılığını medeni olmanın alamet-i farikası olarak addediyoruz.Dünyada biz de dahil olmak üzere ahını almadığı millet bırakmayan Avrupalılara hiçte haketmediği şekilde yüklediğimiz bu misyon hayatımızın hemen hemen her alanında söylem olarak dilimize yansıyor.



    'Ya adamlar...' diye başlayan ve olabilecek en müsbet istikamette ilerleyen beyanlarımızı Avrupalı kavramıyla özdeşleştimekten ziyade hiç bir şey yapmıyoruz.Tarihin en büyük medeniyetinin asil bir ferdi olmanın bahtiyarlığını yaşamak yerine,köhnemiş haçlı zihniyetinin zavallı bireylerini hayallerimizin en ulaşılamayacak noktasına koyuyoruz...

    Zulmeti,ihaneti,kalleşliği ve daha saymadığım bir sürü kahpe vasfı bünyesinde asırlardır barındıran bu medeniyet müsvettesi zihniyet için en kutsi değerlerimizi bile heba etmekten çekinmememiz hangi aklın,hangi mantığın ve hangi duygunun ürünüdür anlayamıyorum.Anlamaya çalışmam ile birlikte dimağım,idrakim ve hissiyatım infilak ediyor.

    Avrupalı deyince acizane şahsımın aklına gelenler ise avamın kanaatlerinin tamamen tersi istikamette.

    Avrupalı deyince aklıma,bin sene öncenin çapulcu şövalyeleri geliyor.Avrupalı deyince aklıma binlerce entrikanın kol gezdiği Bizans geliyor.Mondros geliyor,Sevr geliyor,PKK geliyor,ASALA geliyor,DHKP-C geliyor bilmem ne bela gelyor..

    ...

    Avrupalı deyince aklıma fuhuş geliyor,uyuşturucu geliyor,insan ticareti geliyor.Avrupalı deyince aklıma misyonerlik geliyor,asimilasyon geliyor,emperyalizm geliyor..

    Hamile gelinimin karnındaki mızrak,kundaktaki bebeğimin süt kokan sinesinde kurşun,al sancaklı tabutlara kapanarak ağlayan şehit analarının kalbindeki intizar olan bu Avrupayı sevmem kesinlikle mümkün değil...

    Bu ve buna benzer binlerce argüman var Avrupa denince aklıma gelen.Başkalarının aklına gelen güzel şeyler nereden geliyor anlayamıyor ve gariplik bendemi diye kendi kendime soruyorum

    ...

    MURAT AVCI
#23.01.2005 12:29 1 0 0