Suretlerde kalırsan putperestsin. Sureti bırak ve manaya bak.
Hac adamısın, bir hacı yol arkadaşı ara; ister Hintli, ister Türk veya Arap.
Onun şekline ve rengine bakma; onun azmine ve niyetine bak.
O, siyah olsa da seninle aynı niyettedir. Sen ona beyaz de, zira seninle aynı renktedir.
Enderun Mektebi II. Murad tarafından kurulmuştur. Saray hizmetinde çalışacak görevlileri yetiştirmek maksadıyla kurulan bu okul, eğitim sistemi yönüyle kendinden önce kurulmuş bütün okullardan farklılık arzeder.
Bir saray mektebi olan Enderun, Fatih Sultan Mehmed döneminde hakiki şahsiyetine kavuşarak, devşirme mektebi hüviyetinden, mülki ve idâri kadronun eğitimine de yönelmiştir. Enderun'un gelişmesi II. Beyazid, Yavuz Sultan Selim, Kanuni Sultan Süleyman gibi pâdişâhlar zamanında da sürmüştür.
Enderun Mektebi'ne Devşirme Kanunu ile öğrenci alınır, usülsüz çocuk kabul edilmezdi. Devşirme işinde her türlü yolsuzluğu önlemek üzere yine aynı kanunla alınan bir hayli tedbirler zinciri de bulunmaktadır.
Enderun Mektebi, Osmanlı Devleti'nde 17. ve 18. yüzyıllarda baş gösteren askeri ve siyâsi çözülmeden etkilenmiştir. Artık diplomatik görüşmeler, savunma için silahlı mücadelenin yanında önem kazanmaya başlamıştır. Bu durum askeri ve siyâsi mektep olan Enderun Mektebi üzerinde idare etme tarzı bakımından önemli değişiklikler getirmiştir.
İlk esaslı değişiklik II. Mahmud zamanında olmuş, Enderun birçok değişikliklere uğramış, 1850'de de Maarif Nezâreti Enderun'u ibtidâisiyle birlikte rüşdiye derecesinde bir mektep haline getirmiştir.
Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra ordu için bu mektepten çok sayıda subay alınmış, bu da mektebin düzenini bozmuş, bilhassa Tanzimat'tan sonra, burada yetişenlerin devlet hizmetlerinde eskisi gibi başarılı olmamaları yüzünden zaten önemini kaybetmişti.
1 Temmuz 1909'da Enderun Mektebi lağvedilmiştir. 1923'den sonra ise Topkapı Sarayı müze ve kütüphane haline getirilerek, bu müessesenin de beş asırlık târihi rolüne nihayet verilmiştir.
EĞİTİM TARZI
Devşirmeler kültürleştirme ve disiplinleştirme diye iki aşamaya tâbi tutulurlardı. Kültürleştirme prensibi doğrultusunda, Osmanlı kültür ve geleneğine uyum sağlama mes'elesi halledildiği gibi, devşirmeler toplumun karakteristik kültürel hayat tarzını, kültürel görevlerin sorumluluğunu ve bunları yerine getirme yollarını öğreniyordu. Diğer taraftan Türk kültürüne tamamıyle yabancı ailelerden gelen bu devşirme çocukların, Türk ve Müslüman âdetlerine göre yetiştirilmesi gerekmekteydi, işte disiplinleştirme kavramı ile yapılmaya çalışılan faaliyetler buna yönelikti. Son derece sert ve disiplin sağlama hususunda kabiliyetli olan Ak Ağalar bu hususta vazifeliydiler.
Osmanlı Devleti'nin diğer okullarında olduğu gibi Enderun Mektebin'de de Kabiliyetleri yöneltme ve destekleme hususunda azami özen gösteriliyordu. Bütün hizmetlerde yükselebilmek, önemli ölçüde kabiliyete dayanıyor, öğretimin başından sonuna kadar ilgi ve kabiliyete öncelik tanınıyordu, öğrenciler, kabiliyetlerine uygun çeşitli öğrenim kanallarından birinde yetişdi. Öğrenimin her kademesinde geçerli olan bir husus vardı; o da belirli birkaç mecburi ders dışında bütün derslerin kabiliyete uygunluğuna göre ve seçmeli oluşuydu. Bu durum talebeleri gayretli çalışmaya sevketmek için en iyi yoldu.
Kabiliyetler için sönüp silinip gitme, âtıl kalma diye birşey sözkonusu değildi. Onlar heryerde tesbit edilir, kendilerine terfi imkânı sağlanırdı. Kimse anadan doğma imtiyazlı değildi ve işe yaramayan, vasıfsız bir a-dam yerinde saymağa mahkûmdu.
EĞİTİMİN VASITALARI
a) Ceza ve Mükâfat: Osmanlı Devleti'nde, özellikle eğitim ve öğretim kurumlarında sıkı bir disiplin tavizsiz olarak uygulanmış, ceza ve mükâfatların sınırları da açıkça belirtilmiştir.
Cezalandırma konusunda aşırılığa gidilmez, fakat kusur ve eksiklikler karşısında da sessiz kalınmaz, hoşgörü gösterilmezdi. Çeşitli konularda yasaklar koyma, tehdit, dayak, azarlama ve gerekli görüldüğünde mektepten uzaklaştırma gibi cezalar verilirdi. Dayak suça göre ve seviyeli olur, bunu yaparken talebenin haysiyetini rencide etmemeğe dikkat edilirdi. Mevki arttıkça doğru orantılı olarak artan cezalar, seviyeye göreydi.
İyi davranışların ve okul başarılarının mükâfatlandırılmasına da özel bir önem verilirdi. Arapça, Kuran tilâveti, Hüsn-ü Hat, Musiki gibi konularda gösterilen seçkinlik ve başarılar; binicilik, silah kullanma, cirit ve diğer yarışmalarda gösterilen üstünlükler bizzat hükümdarca hem söz ve hem de nesnel değerlerle mükâfatlandırılırdı. Çeşitli değerlerde elbiseler, para ödülleri, silahlar, binek hayvanları bu meyanda sayılabilir. Daha büyük ve önemli görevlere getirilme, maaş artırma gibi mükâafatlar da vardır. Enderun Mektebinde ilk mükâfatlar, sınıftan sınıfa terfi şeklindeydi.
Enderun Mektebinde mükâfatlandırma sistemi büyük önem taşımaktadır. Yükselen kimse mükemmel hayat şartlarına sahip olur ve geliri arttırılırdı.
Saray görevlilerini yetiştirmek üzere kurulan Enderun Mektebi, öğrencilerini devşirme usulü ile tesbit ederdi. Aynı zamanda bir saray okulu olan bu müessese de şehzadeler ve diğer ekabirin çocukları da eğitilirdi. Kabiliyetli devşirme çocukları ile şehzadeler aynı okulda öğrenim görürlerdi.
b) Çıkmalar:
Hazırlık mekteplerinden Enderun Mektebine veya Sipahi Bölüklerine geçebilmek için bir takım kurallara mutlaka uyulurdu. Bunların başında Çıkma Kanunu geliyordu. Bu kanunun uygulanması, mektepten mezun olma gibi bir durumdu, Genellikle yedi senede bir uygulanırdı. Padişah tahta çıktığında da çıkmalar olurdu. Çalışma ve kabiliyetleri iyi olanlar yedi-sekiz yılda öğrenimlerini tamamlar, yetişmemiş olanlar ise ondört yıl kadar öğrenimlerine devam ederlerdi.
Hazırlık Sarayı'ndan iyi yetişenler, terbiye ve ahlâkları iyi olanlar Saraya alınır, daha yüksek öğretim veren Enderun sınıflarına kabul edilirlerdi. Oralarda da başarı gösterenler terfi ederek sırasıyla bütün makamlara yükselirlerdi. İçlerinde Beylerbeyi, Serhad Kumandanı, Vali ve Elçi olanlar olduğu gibi Vezir olanlar, hatta Seraskerliğe ve Sadrazamlığa kadar yükselenlerde vardı.
Hazırlık Sarayında, derslerine az çalışmış ve kabiliyeti kıt olanlar Saraya alınmaz, Sipahi Bölüklerine sevk edilirler, buranın okumuş-yazmış zümresini teşkil ederlerdi. Yeniçeri Teşkilâtı içinde gelişerek terfi edebilirler ve kumanda heyetine bile girebilirlerdi.
Terfi sistemi son derece âdilâne uygulanırdı. Çıkmalar zamanlı ve düzenli yapılırdı. Haksızlık ve aksaklığa yer verilmez, saray içinde açılan yerlere dışarıdan hiç kimsenin alınmamasına dikkat edilirdi.
Kanuni Sultan Süleyman zamanında çıkma Kanunuyla Saray Mekteplerinden yetişen gençlerin terfi usulleri sağlam esaslara bağlanmıştı. Bu kanunun ciddi bir şekilde uygulanması sayılan onbini bulan bütün saray memurlarıyla müstahdemlerinin haklarını koruyordu. Bu durum da bir memnuniyet ve göreve bağlılık sağlıyordu.
Çıkmaların en önemlisi cülus çıkması veya umumi çıkma denilen büyük çıkma olup padişahların cülusları üzerine yapılırdı.
Osmanlı İmparatorluğunda devlet görevleri ve halk hizmetleri İçin Çıkma Kanunu ile uygulanan bu sistem memlekete büyük faydalar sağlamıştır. Bu kanunu en iyi takdir eden ve işlettiren Kanuni Sultan Süleyman olmuştur. Bununla birlikte devletin diğer nizam ve usulleri gibi Çıkma Kanunuda zamanla sarsılmıştır.
EĞİTİMİNŞEKLİ
a) Seçkinler Eğitimi: Büyük İmparatorluklar, büyük devletler genişleyen devlet çarkını işletecek seçkin elemanların yetiştirilmesini hedeflemişlerdir. Bu istikametle Batı'daki Prenslerin Eğitimine karşı Osmanlılarda Enderun Mektebinin varlığını görüyoruz. Her ikisinde de, sıkı bir eleyicilik söz konusudur. Aynı zamanda yetişen elitler ya da seçkinler, kendi ailelerine olan bağımlılıklarını da büyük ölçüde kaybederler.
Saray mekteplerinden yetişenler büyük bir çoğunlukla devletin en büyük makamlarına kadar yükseliyorlardı. Şairler, edipler, tarihçiler, musiki ve güzel yazı meraklıları ve üstâdları olan sanatkârların hemen hepsi Saray Mektepleriyle bunların devamı olan Enderun'dan yetişiyordu.
Enderun-i Hümâyun kuruluşundan itibaren aşağı-yukarı devletin bütün büyük siyasi ve askeri memurlarını yetiştirmiştir. Bu memurların orada aldıkları terbiyenin mükemmel bulunması, Devletin o zamanlarda eğitime verdiği büyük önemi göstermektedir. Enderun-i Hümâyunun ileri gelenlerinin hepsi Osmanlı Devletine olan sadâkat ve hamiyyetleriyle her sınıfa yükselebilmişlerdir.
M. Baudler, bu mektepdeki seçkinler eğitimini çok iyi bir şekilde değerlendirdikten sonra şöyle demektedir:
Türk Milletinin başarılarına şaşmamak lâzım. Çünkü onlar elit kadroları nasıl yetiştireceklerini, gençleri nasıl disipline edeceklerini biliyorlar. Yine onları mükemmel insan hâline getirirken, kabiliyetlerine göre taltif etmesini de biliyorlar.
Enderun Mektebi'nde başarılı olanlar, son derece adilane uygulanan terfi sayesinde yükselebilirlerdi. Beylerbeyi, vezir, hatta sadrazam pek çoktur. Seviyeli bir eğitim veren bu mektep, tarihden silinmiştir ama, eğitim sistemi açısından halen birçok Batı okulunda yasamaktadır.
b) İdarecilik Eğitimi:
Osmanlı İmparatorluğunda, idare teşkilatını ve faaliyetlerini düzenleyen kaideler Fatih Sultan Mehmed'in Kanunnâmeleriyle esas şeklini almıştır. Onun zamanında bir taraftan ordu ıslah edilmiş, diğer taraftan da askeri, mali ve sivil idare için yüksek seciyeli idareciler yetiştirilmiştir.
Devlet idaresi Hükümdarın mutlak kudretine dayanıyordu. Ancak Fatih Kanunnâmesi bu yetkileri bir yerde engelliyordu. Fatih, Kanunnâmesiyle kendisinin ve kendinden sonra geleceklerin yetkilerini kontrol altına alıyordu.
Osmanlılarda veraset usulüyle makamların el değiştirmesine engel olunmakta, bu da yerli teb'ayı hükümetten uzak tutarak gerçekleştirmekteydi. Bu durum Türk idarecileri tarafından getirilmiş bir savunma tertibatıydı.
Türk Padişahlarının Saray eğitim sistemiyle yetiştirmek istedikleri idari memur, mücadeleci devlet adamı ve sâdık bir müslüman tipindeydi. Bunlar aynı zamanda ilim adamı ve iyi bir hatip, kibar ve iyi ahlâklı olmak zorundadır. Bu amaçla Enderun Mektebi Öğrencisi Saraya kabul edildiği günden ayrıldığı güne kadar Müslümanlık ile Türk örf ve âdetlerini mükemmel bir şekilde öğrenme durumundadır.
Osmanlı Devleti idareciliğin önemini kavramış ve ona gereken değeri vermiştir. Gençleri kabiliyetlerine göre sınıflandırmış ve onlara idarede şans tanımıştır.
Enderun Mektebinin ilk ders cetveli Kur'ân-ı Kerim, İlm-i hâl, Tecvid, Akâid ve amelen bilinmesi gereken dini meselelerden ibaret olmak üzere tertip edilmişti. Sultan Murat II zamanında yine tefsir, hadis, fıkıh, feraiz, şiir ve inşa, musiki, heyet, hendese, coğrafya, ilm-i kelâm, mantık, meani, bedi, beyan, hikmet de ilave olundu. Bu dersleri okutmak içın çeşitli İslâm ülkelerinden de bilginler getirildi. 3. sınıfın ilk sınıfında (1. koğuştaki adı Seferli'dir) talebelere tablzenlik, sarık sarma usulü, berberlik, ikinci sınıftakilere (kilerli) padişahın şahsına mahsus yiyecek-içecek şeyleri hazırlamak, üçüncü sınıftakilere de (hazineli) gene padişahın giyecek şeyleri ile saray mefruşatını tanzim etmek gibi sanatlar öğretilirdi. Talebeye, bunlara ilâveten keman-keşlik, cündilik, tüfekendazlık gibi silahşorluk fenni, ata binme de tâlim ettirilirdi. Üç koğuştaki şâkirdana (talebelere) o vaktin usulünce Ağa unvanıyla hitap edilirdi.
Mektep talebesine kuşluk, ikindi ve yatsı vakitleri olmak üzere günde 3 defa yemek verilir, taharet ve nefâzetlerine son derece itinâ gösterilirdi. Padişahlara hizmet edecekleri için muaşeret âdabı meselesine de özellikle dikkat edilirdi. Yere tükürmek, öksürürken mendilini ağzına getirmemek, lekeli elbise giymek gibi şeyler haklarında cezayı gerektiren durumlardı.
Enderun Mektebi talebeleri yaz-kış, akşam namazlarından bir saat önce abdestlerini alırlar, güneş batıncaya kadar Kur'ân okurlardı. Akşam namazını kıldıktan sonra yatsıya kadar dinlenirler, yatsı ezanı okunur okunmaz ikişer ikişer dizilir, Hünkâr meclisine gelirlerdi. Burada her oda kendisine ayrılmış yerde namazı kıldıktan sonra imamla birlikte kalkarlar, Hünkâra dua ederlerdi. Sonra herkes odasına çekilirken, ayak üzeri padişah selâmetliği için ve geçmiş padişahlar ruhları için üç ihlas, bir fatiha okurlardı.
Sabahları güneş doğmadan önce kalkarlar, sabah namazına kadar Kur'ân okurlar, namazı kıldıktan sonra Kur'ân'dan okuyacakları yeni dersleri alırlardı. Enderunlular bu dersleri de saraya gelen hocalardan alırlardı.
Bu işi bitirdikten sonra o gün hünkâra ait ne vazife varsa görürler ve bunlarda bitince ya yazı meşkederler, yahut başka ilim ve marifet tahsisiyle meşgul olurlardı.
Bu saray okulları genellikle devleti yöneten yüksek dereceli sivil kadroyu yetiştirmekle birlikte işle eğitimi kaynaştıran eğitim yöntemleri bakımından da önemlidirler.
Sarayın mimarını, nakkaşını, ressamını, hattatını, kâtibini, imamını, müezzinini, müverrihini, şairini, âlimini, silahşorunu, hârendesini, sazendesini, nüktedâtını Enderun yetiştirmiştir. Hatta çok defa Türk devletinin seraskerini, kazaskerini, sadrazamını, kaptan-ı deryasını, valilerini, elçilerini Enderun verirdi.
Enderun'dan çıkanlar arasında en dindar müslümanlar, en kuvvetli hafızlar, en kuvvetli müezzinler, en hassas şairler ve edipler, en cesur askerler ve kumandanlar, en mahir sanatkârlar, mimarlar, ressamlar ve nakkaşlar, en yüksek musişinaslar ve hattatlar, en değerli âlimler ve müverrihler yetişmiştir. Bu meyanda diyebiliriz ki Enderunlular Türk kültürüne, Türk hükümetine büyük hizmetler etmişlerdir.
Yazar : Cemil Örnekli
KAYNAKLAR:
1- Enderun Mektebi, Yrd. Doç. Dr. Ülker Akkutay S.25-163.
2- Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, M. Zeki Pekalın Cilt I s.537-540.
3- Türk Maarif Tarihi, Osman Ergin Cilt 1 s.13-24.
4- Meydan Lorcusse, Enderun Maddesi Cilt 15S.193.
5- XV-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri, C. Baltacı.
6- Osmanlı Devletinin Saray Teşkilâtı, İ.H.Uzunçarşılı.
7- Tarih-i A-tâ,A.A.TayyarzâdeCilt1-5.
8- The Palace Schoot of Muhammad the Cangueror, B.Miller.
9- TheGoverment ofthe Ottoman Empirein the timeof SuleimantheMagnificent, A.E. Lybyer.
Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul'u fethettikten sonra imparatorluk sarayını gezer. Bir ara mahzene iner ve zindanda yaşlı bir papaza rastlar. Yaşlı papaza
sorar:
-Buraya neden hapsedildin?
papaz cevap verir:
-Arz edeyim Sutanım.Siz İstanbul'u kuşatmaya başladığınızda imparator beni huzura çağırıp, İstanbul'un düşüp düşmeyeceğini sordu. Ben de bilgime dayanarak bunun İstanbul'un uğradığı son muhasara olduğunu ve şehrin elimizden çıkacağını söyledim! Bu sözlerim imparatorun hiç hoşuna gitmedi; Çok kızdı bana!.. Bir sürü eziyetten sonra buraya attırdı beni.
Fatih Sultan Mehmet Han bir an düşünür ve yaşlı papaza sorar:
-Peki bu şehir bir gün gelir bizim de elimizden çıkar mıİ?
Yaşlı papaz cevap verir:
-Ne zaman ki içinizde fesat arır, ahaliniz kendi menfaatlerine teslim olur, mülklerini yabancılarına satanlar çoğalır, yabancılardan medet umanlar artar; işte o zaman bu şehir sizin elinizden çıkar.
Bizans Fatih'i diz çöküp Yarabbi! Böylelerini kahrına ve gazabına uğratmanı niyaz ediyorum diye beddua eder.
Başta İstanbul olmak üzere, cadde ve sokakları ile hâlâ Osmanlı kokan hangi şehre uğrasanız, yolların kıyılarında ilginç mezar taşlarına sahip mezarlıklar görürsünüz. Günümüzde olduğu gibi, bu mezarlıklar şehrin dışında değildir, bilâkis şehir ile iç içedir. Bu mezarlıklar birçok yabancı seyyahı şaşırtan hâliyle, şehrin en güzel yerlerine kurulmuştur.
Ünlü Fransız yazar ve seyyah Gerard de Nerval, İstanbul mezarlıkları hakkında şunları söylüyor: "Boğaz'da son derece güzel ve serin bir yerdeyiz. Buranın bir mezarlık olduğunu söylememe ihtiyaç yok sanırım. İstanbul'un bütün güzel yerleri, gezilecek ve zevk alınacak sahaları mezarlıklardır. Bakıyorsunuz yüksek ağaçların arasında, şuradan buradan güneş ışınlarının sızıp renklendirdiği, sıra sıra beyaz hayâletler var. Bunlar bir insan yüksekliğinde, mermerden yapılmış mezar taşlarıdır. Başları sarıklı, üzerleri yazılı mezar taşlarıdır. Sarığın biçimi, ölünün hayattayken işgal ettiği mevkii, sosyal seviyesini veya mezarın yapılış tarihini belli ediyor. Bazı mezar taşlarının başları koparılmış. Bu koparılmış olanların çoğu Yeniçeri mezarlarına ait. Kadınların mezarlarında da sütun taşlar var. Fakat bunlarda, baş yerinde gül veya demet şeklinde bir süs bulunuyor. Kabartma veya oyma şeklinde çiçeklerle süslenmişler."
Osmanlı mezarlıkları, çevrelerinde yaşayan insanlara sanki bu dünyanın geçiciliğini fısıldamaktadır. Osmanlı toplumunda hayat ölülerle o kadar iç içedir ki, insanlar evlerinin önündeki bahçeye, yahut her gün gittikleri caminin bir köşesine bile gömülebilmektedir. İstanbul Karacaahmet, Eyüp veya Edirnekapı Mezarlıklarının etrafındaki duvarlar, 1950'lerden sonra örülmüştür. Osmanlı genelinde mezarlıkları çevreleyen duvar yoktur. Herkes rahatlıkla bu mezarların arasından geçebilmekte, bilhassa hanımlar, çocukları ve komşuları ile müsait bir mezarlık sahasında, bir ikindi sohbeti yapabilmektedir. Bunlarla Osmanlı insanının hedeflediği şey, dünyanın geçiciliğini hatırlatan nasihati hep göz önünde tutmak ve öldükten sonra kendilerine dua edebilecek insanlara kendilerini daha iyi gösterebilmektir. Bu yüzdendir ki, Osmanlı mezarlıklarında mezar taşı yazıları çoğunlukla yola bakmaktadır. Karacaahmet mezarlığında olduğu şekliyle, eğer bir kişi kendisine, mezarlığın yol kenarına bakan kısmında bir yer bulamamışsa, asıl mezarı içeride olduğu halde, mezar taşının bir nümunesini yol kenarına diktirebiliyordu. Böylece yoldan geçenler, bu mezar taşlarını okuyabiliyor ve bu kişilere ismen dua edebiliyordu.
Osmanlı mezar taşları o kadar sanatlıdır ki, bu mezarlıkları birer açık hava müzesi olarak görebiliriz. Gerard de Nerval'in yukarıda belirttiği gibi, Osmanlı mezar taşlarının başlarındaki serpuşlardan, üzerlerindeki desenlere kadar birçok işaret, o mezarlarda yatanlar hakkında bize bilgi vermektedir.
Mezar taşının başında bir başlık varsa, bu bir erkeğe aittir. Hanımların mezar taşları ise, bir kadının incelik ve letâfetini en güzel şekilde ortaya koyan çiçeklerle süslüdür. Osmanlı hanımları günlük hayatta hotoz taktıkları için, hotoz başlıklı mezar taşları da görmek mümkündür. Bu hotozun altında, hanımların alınlarına yahut boyunlarına taktıkları altın sıralı kolye ve alınlıklar aynen mezar taşlarına işlenmiştir.
Günümüzde bir hanım, evlenmeden önce öldüğünde nasıl tabutunun üzerine duvak konuyorsa, Osmanlı'da da, genç yaşta, evlenemeden ölen bayanların mezar taşları duvak şeklinde yapılmakta, bu mezarların ayak taşına kırılmış bir gül goncası işlenmektedir. Bazı hanımların mezar taşlarında ise; yıldız şeklinde bir arma bulunmaktadır.
Hanımların mezar taşları bu şekilde gruplandırılırken, erkeklerin mezar taşları daha çeşitlidir. Çünkü erkeklerin mezar taşlarında bulunan başlıklar, mezar sahibinin meslek ve meşrebine göre yapılmaktadır. Bu mezar taşı başlıklarını kendi içlerinde en sâde şekliyle; sarıklı, kavuklu, başlıklı ve fesli olarak dörde ayırabiliriz. Erken dönem Osmanlı mezar taşlarında, sarıklı başlık hemen hiç görülmezdi. Sarıklı mezar taşlarının ilk örneklerinde, kalın ve yukarıdan aşağıya dilimli sarıklarda, içerideki başlığın sivri tepesi az da olsa görülürdü. Daha çok 16. yy'da kullanılan bu sarık çeşidini, Eyüp'te Sokullu Mehmet Paşa Türbesi'ndeki birçok mezar taşında görmek mümkündür. Mezar taşlarındaki sarıkların bir başka çeşidi ise, çapraz dilimli sarıklardır. Minyatürlerde, Çelebi Mehmet ve Fatih'in de giydiğini gördüğümüz bu sarık, kalın ve ensiz bir şekilde sarılmaktadır. Sarıklı mezar taşlarının son örneği olan kafes dilimli sarıklarda ise, içerideki başlık daha çok görülmektedir. Bu başlıklarda alttan itibaren yarısına kadar sarık kumaşı kafes oluşturacak şekilde çapraz sarılmaktadır. Bu tarz sarıkları daha çok müderrisler ve defter emini vb. vazifeliler giymektedir.
Osmanlı mezarlıklarında 17. yy sonrasında daha çok gördüğümüz diğer bir başlık çeşidi ise, kavuklardır. Normal hayatta dış yüzü çuhadan, içi bez astar ile kaplı ve arasına pamuk tepilen bu başlıkların üzerine, farklı desenler oluşturacak şekilde dikim yapılmaktadır. Kavukları, sarıklardan ayıran yegâne özellik, sarığın sarıldığı iç başlığın büyük bir kısmının görülebiliyor olmasıdır. Bu sebeple de, iç başlık bir hayli süslü olarak hazırlanmaktadır.
Kavuklu mezar taşlarının tipik örneklerinden biri, çubuk başlıklı olanlardır. İçeride bulunan başlıkta, yukarıdan aşağıya doğru kalın çizgiler bulunur, bunları daha çok orta dereceli memurlar giymekteydi. Bunun diğer çeşidinde ise, içerideki başlık baklava dilimlerine sahiptir.
Kavuklu mezar taşlarında, sarıkları yanlardan şişkinlik yapacak derecede olan bir tür vardır ki, bu tarz kavukları, daha çok saraylılar tercih ediyordu. Bunlar da kendi içlerinde, çubuk başlıklı ve kafes dilimli kavuklar olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Surname adlı eser incelendiğinde birçok görevlinin bu tarz başlıklar taktıkları görülecektir.
Mezarlıklarda görülen en ihtişamlı kavuk, kallâvi kavuk dediğimiz büyük boyutlu, aşağıdan yukarıya daralan türdür. Kallâvi kavuklar, Osmanlı yönetiminde sadrazam, kubbealtı vezirleri ve kaptanı derya tarafından kullanılmaktaydı. İstanbul Vezneciler'de, Şehzadebaşı Camii yanında, kendi yaptırdığı Daru'l-Hadis'in hâziresinde yatan Nevşehirli Damat İbrahim Paşanın mezar taşı örnek gösterilebilir.
Mezar taşlarındaki başlıkların, kişilerin meslekleri yanında meşrepleri hakkında da bilgi vermesi, cemiyetteki hoşgörü ve inanca saygının bir ifadesiydi. Osmanlı toplumunda insanlar, inanç ve meşreplerine göre farklı başlıklar giyebiliyordu. Bir tekke veya zâviyede vazifeli şahıs, vazifesine uygun başlığı giyerken; farklı bir işle uğraşanlar ise, meşreplerini ortaya koyacak işaretleri mezar taşlarına yansıtıyordu. Meselâ Mevlevilerin uzun külâhları mezar taşlarına da yansırdı. İstanbul'daki Mevlevihânelerde yüzlerce külâhlı mezar taşı görülmektedir. Mevleviliğe bağlı olduğu halde başka bir mesleğe sahip kişiler ise, mezar taşlarında mesleği ile ilgili başlık taşırken, taşın karnına bir Mevlevi sikkesi kazıtabiliyordu.
Birçok tarikatin bu mânâda hususî işareti vardı. Meselâ; Nakşibendilerin mezar taşlarında, Nakşî yıldızı denen süslemeyi çokça görmek mümkündür. Süleymâniye'deki Nakşîlere ait mezar taşları, bunların en güzel örneklerindendir. Bazı meşrepler de vardı ki, kendilerini belli etmezdi. Bunların en meşhurları Melâmilerdir. Bir Melâmi, kendisine "başsız ayaksız" diyerek, mezar taşında kesinlikle başlık bulundurmazdı.
Osmanlı mezar taşlarında en çok görülen başlık türü festir. Kuzey Afrika'da bir hayli yaygın olan fes, İkinci Mahmud'un giyimde yenileşmeye gitmesi üzerine, Osmanlı halkı ve ordusu tarafından da kullanılmaya başlanmıştır. Bu dönem sonrasında da, mezarlıklarda fesli mezar taşları görülmeye başlanmıştır. Bu taşlar kendi aralarında dörde ayrılır.
Fesli mezar taşlarının en ihtişamlıları, İkinci Mahmud döneminde kullanılan feslerdir ki, bunlara Mahmudî fes denmektedir. Bu feslerin üst kısımları alt kısımlarından daha genişti. Alışılmış fes tarzının dışında, birden fazla püskülü vardı. İkinci Mahmud'un, her yerinden püskül sarkan fes kullandığı bilinir. Feslerdeki püskül fazla olunca, çevrede püskül tarayan çocuklar ortaya çıkmıştı. Bu ilk kullanılan fesler sadece kırmızı değil, mavi de olabiliyordu.
İkinci Mahmud'un küçük oğlu Sultan Abdülaziz döneminde, üst kısmı gâyet dar ve basık, kısa fesler ortaya çıktı. Padişah da bu tarz fesi kullanınca, devrin modası haline geldi. Bu şekildeki feslere Azizî fes denir.
Sultan İkinci Abdülhamid döneminde, üst kısmı alt kısmından daha dar, fakat Azizî fese göre bir hayli yüksek fes çeşidi kullanılmış ve bu tip fese Hamîdî fes denmiştir.
Feslerin son bir çeşidi, üzerlerine yine sarık sarılan ve daha çok câmi hocalarının ve dervişlerin tercih ettiği tarzdır. Bugün de imamlar bu tarz başlıklar giymektedir.
Osmanlı mezar taşlarının en ilginçlerinden biri de lâhana başlı mezar taşlarıdır. Bu mezar taşlarının başlarında ve ayak taşlarında birer lâhana şekli bulunmaktadır. Çünkü burada yatan kişi, Osmanlı'nın meşhur takımlarından lâhanacıların ya bir üyesi veya üyesinin yakınıdır. Lâhanacıların ünü Çelebi Mehmet dönemine kadar gitmektedir. Padişah Amasya'da sancak beyliği yaparken, Amasyalı bir grup ile Merzifonlu bir grubun karşılaştığı cirit müsabakasını seyretmektedir. Amasyalılar lâhanaları meşhur olduğu için takımlarına lâhanacı, Merzifonlular da bamyalarından dolayı kendilerine bamyacı demişlerdir. Bu iki takımın adları unutulmaz, Osmanlı'nın sportif faaliyetlerinde takımlar bamyacı ve lâhanacı adlarını alır. Bu takımlardaki şahıslar öldüklerinde, mezar taşlarına bu amblemlerin konması âdet olmuştur.
Osmanlı mezarlıklarında yatan kişinin mesleğini, mezar taşının üzerindeki işaretlerden de anlamak mümkündür. Meselâ bir denizcinin mezar taşında; çapa, gemi direği ve yelken bezi; bir kâtibinkinde ise, hokka ve kalem görebilirsiniz.
Bu mezarlıklarda yazısız taşlar da vardır. Bunlar cellâtlara ait mezarlardır. Cellâtlar her ne kadar vazifelerini mahkeme kararına bağlı olarak yapsalar da, birileri tarafından bedduaya uğramamak için, mezar taşlarına isimlerini yazdırmıyorlardı.
Mezar taşları ile ilgili son bir teferruat, taşın yapıldığı dönemde kendisine nakşedilen bir hususiyetle değil; taşa sonradan verilen bir şekille ilgilidir. Osmanlı mezarlıklarında bazı mezar taşlarının başları kırıktır. Bu tarz mezar taşlarının çoğunluğu Yeniçeri mezarlarıdır. Üçüncü Murad döneminden sonra bozulmaya başlayan Yeniçeri Ocağı, İkinci Mahmud döneminde Vakayı Hayriye ile kaldırılmış, Yeniçerileri hatırlatan ne varsa tahrip edilmiştir. Bu tahripten, mezar taşları da nasiplenmiştir. Bugün İstanbul'da, Yeniçerilere ait sağlam mezar taşı görebileceğimiz çok az yer vardır. Bu yerlerden biri Üsküdar'daki Ayazma Camii'nin bahçesidir.
Görüldüğü üzere Osmanlılar, mezar taşlarında da kılı kırk yaran bir sanat örneği göstermiştir. Osmanlı mezar taşları, bir mezar taşı olmasının ötesinde, Osmanlı'nın hayat anlayışını ve mümince duruşunu gösterir. Ki bundan olsa gerek, sadece bu mezar taşlarını görüp İslâm'ı tercih edenler olmuştur. Mezar taşlarındaki incelik ve derinlik, Osmanlı'nın sadece savaşçı bir devlet olduğu iddiasını da çürütüyor.
DELİLİĞİN DAĞLARINDA
Cthulhu Mitosu Öyküleri (jAt the Mountains of Madness)
H.P.LOVECRAFT
Miskatonic Üniversitesi'nden bir ekip araştırma için Antartika'ya gider. Yaptıkları sondajlarda jeolojik bulgulardan çok daha fazlasına rastlarlar. Çağlardır ölü olan bu kıta, insanın gezegen üzerinde ilk yürüyüşünden yıllar yıllar önce yaşayan varlıkların görkemli izlerini korumaktadır derinliklerinde. Lovecraft'ın en başarılı yapıtları arasında gösterilen bu kitapta, Cthulhu Mitosu'nun' kurucu öğesi' Eskiler'in tarihini bulacaksınız.İyi okumalar.
Televizyonun çocukları olumsuz etkilememesi için, ailelerinin gözetiminde bilinçli bir program uygulanmalıdır.
Kültür oluşturma ve toplumsallaşma sürecinde, televizyonun tek yönlü iletişim boyutu ile çocuğun gelişim sürecini, etkilediğini görmekteyiz. Televizyon aracılığıyla iletişim televizyondan çocuğa doğru gerçekleşir. Bu tek yönlü iletişimde çocuk televizyona soru soramaz, karşı çıkamaz, anlamadıklarının açıklamasını isteyemez.
Farklı ailelerden dolayısıyla ekonomik sosyal-psikolojik kültürel yapıları ve bireysel özellikleri farklı çocukların televizyondan aldıkları ve bundan etkilenme şiddetleri değişkenlik göstermektedir. Bir çocuğun yaşı, televizyonda hangi programları seyrettiği, ne kadar süre televizyonun önünde kaldığı, kimlerle birlikte bu etkileşimi paylaştığı gibi pek çok etken, televizyon çocuk etkileşiminde değişken faktörler olarak karşımıza çıkmaktadır.
Çocuğu denetimsiz olarak televizyona maruz bıraktığımızda karşımıza çıkan sonuçlar düşündürücüdür.
Örneğin bazı araştırmalara göre, Amerikadaki evlerde yüzde 90 aile televizyon başında hergün 7 saat 44 dakika vakit geçiriyor. Fransa da çocukların yüzde 30'u her gün en az 3 saat 28 dakika televizyon izliyor, iki yaşında televizyonu açıp kapatabiliyorlar. Beş yaşına kadar bir çocuk 5 bin saat televizyon seyrediyor. Bu süre bir yetişkinin dört yıllık üniversiteyi bitirmek için harcadığı süreye eşit. Çocuklar orta öğrenimleri süresince, 12 bin saat okulda, 15 bin saatide televizyon önünde geçirmekteler. Televizyon izleme süresi üzerine elde edilen başka bir çarpıcı veride de 2 ila 12 yaşları arasındaki çocukların haftada 25 saat televizyon izlediği ve liseden mezun olana kadar okulda geçen 4 bin saatten fazla yaklaşık 15 bin saatini televizyon önünde geçireceğini saptamaktadır. Bu seyir sırasında çocuk yaklaşık 8 bin cinayet, çok sayıda soygun, tecavüz, bombalama,kavga ve sekse tanık olmakta ve çocukları hedefleyen avcı reklamlara hedef oluşturmaktadır.
Araştırmacılara göre televizyon çocukların fiziksel gelişimlerini etkiler, düşünme, konuşma becerileri, okuma alışkanlıkları, kimlik duygusu ve davranışları ile hayalgüçleri üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Burada önemle üzerinde durulan çocukların bilişsel ve dil gelişimlerinin televizyondan direkt etkilenmekte olduğudur. Konuşmasını bilmeden televizyona bakan çocuk, okumayı öğrenmek için fazla çaba göstermemekte, zihinsel imgeleme yaratıcılığını azaltmaktadır. Dikkatin sürekliliği üzerinde bozucu etkisi olduğu belirlenen televizyon, çocukların gelişmekte olan dikkatini yoğunlaştırma sürelerini ve beyinsel işlevlerini tembelliğe alıştırmaktadır.
Bu olumsuz sonuçlarının karşıtı olarak televizyon izlemenin çocukta dil gelişimini arttırdığı kelime haznesi geliştirdiği, belli bilgileri kazandırdığı, küreselleşmeyi oluşturduğu gibi çocuk gelişimindeki olumlu etkileri ile birlikte televizyonun çocuklar tarafından çok sevilen bir eğlence aracı olarakta görüldüğünü belirten çalışmalar karşımıza çıkmaktadır.
Televizyonun çocukların üzerinde düşünme, konuşma becerileri, kimlik gelişimleri okuma alışkanlıkları, hayal gücü gelişimi ve hatta fiziksel gelişimleri üzerindeki bazen olumlu bazen olumsuz olan etkileri bilinmekle birlikte; ailelere bu alanlarda önemli görevler düşmektedir. Burada önemli olan çocuğa hiç televizyon seyrettirmemek değil, televizyon üzerinde bir kontrol mekanizması kazanarak, televizyonu çocuğun gelişimine olumlu katkılar getirecek şekilde kullanabilmektir. Ailelerin çocukların izledikleri programların içeriklerini ve sürelerini kontrol edebilmeleri önemlidir.
Bu bildiri ile üzerinde önemle durulmak istenilen nokta çocukların televizyondan ne oranda etkilendikleri değil, ailelerin televizyonun çocuklarını ne oranda etkilemesine izin vermesi gerekliliğinin vurgusudur. Çocukların bu alanda nasıl bir kontrole ihtiyaçları olduğu ve ailerin neler yapması gerektiği bu gözden geçirme makalesiyle tartışmaya sunulmaktadır.
Neden televizyon izleme alışkanlığı kontrol altına alınmalıdır?
Pek çok etkisi olduğu bilinmekle birlikte televizyonun gelişmekte olan çocuk beyni için taşıdığı olumsuz etki çocukların televizyon izleme alışkanlıklarının kontrol edilmesi gereğini ortaya koyan en önemli etkendir. Çocuklar için iki boyutlu sanal bir dünyaya bakmaları, üç boyutlu gerçek dünyayı-yaşamı algılamalarından daha kolaydır. Televizyondaki akan görüntüler aslında çocuğun inşa ettiği üç boyutlu algı sistemini bozarak konsantrasyon ve dikkat dağınıklığı oluşmasına zemin hazırlamaktadır
Çocukların dikkatlerini toparlayabilme süreleri kısadır. Televizyonda görülen bombardıman şeklinde hızlı geçen şeyler (Örn: fragmanlar, reklamlar) çocuğun hızlı geçişler yapmasına ve yapılanmamış yanlış malzemeler almasına neden olur. Böylece dikkat süreklilik kazanmak yerine parçalanır ve kaybolur. Çocuk içsel olarak anlamlar kuramadığı için birşeyler inşa edememeye başlar. Böylece televizyona teslim olan çocuk dikkatini toparlayamaz ve gerçek yaşamdaki katılımcılıktan, televizyon karşısında pasif izleyici haline geçer.
Beyin araştırmacıları, aşırı televizyon seyretmenin beyin bağlantılarını engellediğini ileri sürmektedirler. Bir yetişkinin beyniyle aynı yapıda olmayan çocuk beyni gerekli bağlantıları oluşturamadığı için kopuk ve kesik dikkat aralıkları geliştirir. Eğer günde 2-4 saatten fazla televizyon seyrederse beyin fonksiyonları uyuşarak bağlantılar tembelleşir ve televizyonun uyuşturucu etkisi ile beyin tek bir konuda odaklaşamayarak konudan konuya atlar hale gelir ve dikkat sürekliliğini kaybeder.
Mallarımız arttı, keyfimiz azaldı.
Daha büyük evlerde, ama daha küçük ailelerle yaşıyoruz.
Konforumuz arttı, ama zamanımız daraldı.
Diplomamız bol, ama sağduyumuz az.
Uzmanlıklar arttı, ama sorunlar çoğaldı.
İlaçlar çoğaldı, hastalıklar arttı.
Çok para harcıyoruz, ama az gülüyoruz.
Akşam geç yatıyor, sabah yorgun kalkıyoruz.
Az kitap okuyor, çok televizyon seyrediyoruz.
Çok konuşuyor,az gönül veriyor ve bol yalan söylüyoruz.
Para kazanmayı öğrendik, ama yuva kurmayı beceremedik.
Aya kadar gidip dönmeyi biliyoruz, ama komşumuza uğramak için karşı sokağa geçemiyoruz.
Uzaya ulaştık, ama kendi iç derinliklerimizden habersiziz.
Havayı temizledik, ama ruhları kirlettik.
Atomu parçaladık, ön yargılarımızı yıkamadık.
Çok yazıyor, ama az gelişiyoruz.
Daha çok plan yapıyor, ama daha az sonuç alıyoruz.
Acele etmeyi öğrendik, ama sabırlı olmayı asla.
Gelirimiz arttı, karakterimiz zayıfladı.
Tanıdıklar çoğaldı, ama dostlar eksildi.
Çabalar arttı, ama mutluluklar azaldı.
Daha mutlu olmak için, somurtarak çalışıyoruz.
Varlığımızı arttırdık, ama değerlerimizi yitirdik.
Ve nihayet,
Hayata yıllar ekledik, yıllara hayat katamadık..
Elçi geldin, elçiler gönderdin...
Ruhunu Allah'a,
Elini ümmetine verdin.
Beşiğin, yurdun, yuvan
Mekke de bunalırsan
Medine ye göçerdin.
Biz bu dünyadan nereye
Göçelim, yâ Muhammed?
Yeryüzünde riyâ, inkâr, hıyanet
Altın devrini yaşıyor...
Diller, sayfalar, satırlar
Ebu Leheb öldü diyorlar.
Ebû Leheb ölmedi, yâ Muhammed
Ebû Cehil kıt'alar dolaşıyor!
...
ARİF NİHAT ASYA
Neler duydu şu dünyada
Mevlidine hayran kulaklarımız;
Ne adlar ezberledi, ey Nebî,
Adına alışkın dudaklarımız!
Artık, yolunu bilmiyor;
Artık, yolunu unuttu
Ayaklarımız!
Kâbe'ne siyahlar
Yakışmamıştır, yâ Muhammed
Bugünkü kadar!
Hased gururla savaşta;
Gurur, Kafdağında derebeyi...
Onu da yaralarlar kanadından,
Gelse bir şefkat meleği...
İyiliğin türbesine
Türbedâr oldu iyi.
...
ARİF NİHAT ASYA
Ne oldu, ey bulut,
Gölgelediğin başlar?
Hatırında mı, ey yol,
Bir aziz yolcuyla
Aşarak dağlar, taşlar,
Kafile kafile, kervan kervan
Şimale giden yoldaşlar!
Şu tekbir getiren mağara,
Örümceklerin değil;
Peygamberlerindir, meleklerindir...
Örümcek ne havada,
Ne suda, ne yerdeydi;
Hakkı göremeyen
Gözlerdeydi!
Şu kuytu cinlerin mi;
Perilerin yurdu mu?
Şu yuva -ki, bilinmez-
Kuşları Hüdhüd müdür, güvercin mi, kumru mu?
Kuşlarını, bir sabah,
Medine'ye uçurdu mu?
...
ARİF NİHAT ASYA
Ebû Bekir de nûr, Osman da nûrlar...
Kureyş uluları, karşılarında
Meydan okuyan bir Ömer bulurlar;
Ali'nin önünde kapılar açılır,
Ali'nin önünde eğilir surlar,
Bedir de, Uhud da, Hayber de
Hakkın yiğitleri, şehîd olurlar...
Bir mutlu günde, ki ölüm tatlıydı,
Yerde kalmazdı ruh... kanatlıydı.
Konsun yine- pervazlara güvercinler
Hû hû'lara karışsın âminler.
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fâtihalar, Yâsinler!
...
ARİF NİHAT ASYA
Mideden gırtlağa doğru bir akım... Göğüs kafesinizin arkasında tarifsiz bir yanma... Kola, boyna doğru yayılan bir ağrı. Ve müthiş bir sıkıntı. Doktora koştunuz, "Kalp sağlam, mide bozuk" dedi.
"Kalpten yırttık" diye bu şiddetli ağrıyı hafife almayın. Prof. Mehmet Ali Yerdel, "Her 5 kişiden birinde görülen reflü zamanında tedavi edilmezse kansere bile yol açabilir" diyor
Misafirliğe gittiniz. Mükellef bir sofra, bir güzel yediniz. Sıra kahvede... Keyfiniz keka! O da ne? Ağzınızda birden bir acılık. Mideden gırtlağa doğru bir akım. Ardından tam da göğüs kafesinin ardında tarifsiz bir yanma... Kola, boyna doğru yayılan bir ağrı... Ve müthiş bir sıkıntı... 'Kahve keyfi derken kalpten gidiyorum' korkusu tüm benliğinizi sarıyor. Hemen hastaneye... Doktor "Kalp sağlam ama mide bozuk" dedi diye rahatlamayın. Reflüsünüz! Türkçesi sizin yemek borunuz yemek sonrası doğru çalışmıyor. Midedeki yemekleri mide asidiyle beraber yukarı yolluyor. Ağzınızdaki acı su işte o! Göğüs kemiğinizin ardındaki o tarifsiz yanmanın müsebbibi de yine mide ve yemek borusu.
Tedavisi mümkün ama...
Neyse ki reflünün tedavisi var, ama "Nedir ki, eninde sonunda yemek borusunda yanma" deyip geçiştirmeye kalkarsanız hayatınızı cehenneme çeviriyor. Hemen her yemek sonrası işkence... Üstelik kanser riski de var. Hele ki mideyle yemek borusunun birleştiği yerde yara oluşmuşsa, risk yüzde 100 artıyor. Onun için her 5 kişiden birinde görülen bu illeti hafifsemeyin, bir doktora gidin. Çok ilerlemedikçe ilaç tedavisiyle iyileşiyorsunuz. Gecikmişseniz ameliyat gerek. Çok gecikmişseniz, "Yutma borusu alt ucu kanseri" ile mücadele etmeniz gerekebilir. Ama bu illa ki reflü kanser yapar gibi anlaşılmasın. Nasıl her sigara içen kanser olmuyorsa, her reflü olan da yutma borusu alt ucu kanseri olmuyor. Ama yine nasıl ki akciğer kanserinin en önemli sebebi sigaraysa, bu kanserin de müsebbibi reflü!
Türkiye'de reflü tedavisini, özellikle de cerrahi müdahaleyi çok kolaylaştıran laparoskopik cerrahi ünitesini hizmete sokan İstanbul Cerrahi Hastanesi Genel Cerrahi Servisi Direktörü Prof. Dr. Mehmet Ali Yerdel'e bu hastalığın tanısından tedavisine her konuda soru sorduk. 3.5 saatlik söyleşinin ardından gazeteye reflü uzmanı olarak döndük!
Bonfileyi bile yok eder
* Reflü nedir?
Kelime anlamı geri kaçmak demek. Geri kaçan şey midenin asidi. Normal şartlarda mide çok yoğun hidroklorik asit üreten bir organ. Öylesine tahrip edici özelliği olan bir asit ki bu, midenin kapsamını bir bardağa alıp içine de bir dilim bonfile atsak iki gün sonra bonfilenin yok olduğunu görüyoruz.
* Peki bu asit mideye zarar vermiyor mu?
Çok doğru bir soru. Midenin özel bir korunma mekanizması var. Mide asidin yanı sıra mukus denilen sümük gibi bir madde üretiyor. Ve bu sümüksü maddeyi kendi yüzeyine sıvayarak asitten korunabiliyor. Yani bu sümüksü madde sayesinde gastrit ve ülser olmuyor. Yeri gelmişken bir parantez açalım. Birçok ülser ve gastrite helikobacter pylori adı verilen mikrobun yol açtığı biliniyor. Bu mikrop nasıl yapıyor gastriti? Aslında helikobacter pylori direkt olarak mideye zararı olan bir bakteri değil. Midede bu sümüğü, mukusu oluşturan hücrelere yapışarak onların fonksiyonunu bozuyor. Sonuçta mide bu mukusu üretemez hale geliyor ve kendi ürettiği asitten zarar görüyor.
* Ya reflü nasıl oluyor?
Normalde hazım sistemimizdeki hareket ağızdan yutma borusuna, yutma borusundan mideye ve mideden de onikiparmak bağırsağına doğrudur. Bunun tersine, mideden yutma borusuna ya da onikiparmak bağırsağından mideye doğru bir içerik kaçmaması gerekir. İşte halk arasında reflü hastalığı dendiği zaman anlaşılan, asit özellikte olan mide içeriğinin fazla miktarda yutma borusuna doğru geri kaçmakta oluşudur. Bu kaçak belli bir miktarın üstünde olunca bir dizi şikayet ve probleme yol açıyor. Bu ciddi bir sağlık sorunudur. Aslında her insanda mideden azıcık sıvı yutma borusuna kaçar. Yani her insanda reflü olur. Ama normal insan salyalarını yuta yuta oluşan reflüyü aşağıya geri yollar. Biliyor musunuz biz günde yaklaşık 1.5 litre salya üretiyoruz. Bu tükürüğün faydası ne? Biz bütün gün fark etmeden yutkunuyoruz. Yutkundukça bizim o fark etmeden oluşan milimetrik reflü aşağıya itiliyor. Yutma borusunun yılankavi bir hareketi var. Bu hareketle yukarı çıkanı sürekli aşağıya iter. Ne zaman denge buradaki kaçak lehine bozulursa, yani kaçak miktarı artarsa bu mekanizma yetersiz kalıyor. Yetersiz kaldığı anda da yutma borusunda ciddi tahriş oluşmaya başlıyor ve şikayetler ortaya çıkıyor.
'Bu hastalıkta mide tersine çalışıyor'
* Reflü kimlerde olur?
Herkeste olmuyor ama reflü dünyada en sık görülen hastalıklardan biri. ABD'de aşağı yukarı 40 milyon kişi reflü hastası. Bir başka istatistiğe göre nüfusun yüzde 7'si haftada bir, yüzde 40'ı ayda bir reflü atağı yaşıyor. Bunun daha bir Türkçesi, bütün dünyada her beş insandan biri reflü hastası.
* Türkiye'de de rakamlar böyle mi?
Sağlıklı veriler yok ama hemen hemen böyle. Aslında nüfusumuzun yüzde 40'ında bu hastalık var. Ama beş kişiden biri bu şikayetle doktora başvuruyor. Yoksa birçok insan reçetesiz ilaçlarla yakınmalarım gidermeye çalışıyor.
* Reflü atağı nedir?
Bir reflü hastasının en tipik şikayeti yediklerinin istemeden ağza doğru geri gelmesi ve buna bağlı olarak göğüs kemiğinin arkasında yanma hissetmesidir. Bu şikayetler sıklıkla yemek yedikten sonra oluşur. Amerikalıların "heart burn", yani kalp yanması olarak adlandırdığı bu durumu bazı hastalar ağıza acı su gelmesi olarak nitelendiriyor. Bu şikayetler bazen yanma şeklinde olmayabilir ve ağrı olarak da algılanabilir. Bu tip bir ağrı ileri yaştaki birinde kalp hastalıklarıyla bile karışabilir.
* Bunu biraz açabilir misiniz?
Diyelim ki midedeki yoğun asit yukarı kaçtı. Hasta yutma borusuna asit gelmesiyle göğüs ön kemiğinin arkasında aniden bir yanma ve ağrı hissediyor. Bu bir reflü atağı işte. 20 yaşındaki bir genç kızda böyle bir atak olduğu zaman çok korkulmuyor. Ve daha kolay tanıya varılıyor. Ama eğer bu atağı yaşayan hasta 60 yaşın üstündeyse yakınmalar kalp kriziyle karışabiliyor. Çünkü ciddi bir reflü atağının ağrısı aynı kalp kökenli ağrılar gibi boyna ve kollara dek vurabiliyor. Nitekim acil servislere "Kalp krizi mi geçiriyorum acaba" korkusuyla başvuran ileriki yaşlardaki hastaların yüzde 20 ila 30'unda bu ağrının kalple hiç ilgisi olmadığı, aslında problemin basit bir reflü atağı olduğu anlaşılıyor. Öyle ki bazen gereksiz yere anjiyo yapılmış hastalar bile olabiliyor.
Toplumun güvenliğinden sorumlu kişilerin hem kendilerinin hem diğer insanların şiddete yönelten zayıf yönlerini bilmeleri önemlidir. Böylece doğru karar verme, doğru iletişim kurma mümkün olur.
Şiddette yönelten kişiliklerden biriside paranoid kişiliktir.
Paranoid kişi kendisini sürekli tehdit altında hisseder. Karşısında düşman vardır ve ona zarar vermek istemektedir. Sürekli çevresinin kendisine dost olup olmadığını sorgular.
Hep bu konuları düşünür. Sürekli böyle bir korku içinde olnduğu için rahat değildir. Korkularının esiri bir yaşantı hayatı ile ilgili yanlış karar vermesini netice verecektir.
Paranoid kişi ayrıca grandiyöz (kendini büyük ve üstün görme) duyguları içerisindedir. Kendisinin çok önemli, vazgeçilmez insan olduğuna inanır. Herkesi küçük görme, herşeyi benbilirim, herşey benden sorulur havasındadır.
Bu kişilerde zeka ve kişilik dağılması olmadığı için profesyonel olmayanlar onlara kolayca inanırlar. Yakınları tarafından paylaşılan ve beslenilen paranoya toplumsal sorunlar çıkarır. Örnek vermek gerekirse; Komşusunun kendisi hakkında düşmanlık duygusu beslediğine inanan bir emekli eşini ikna edebilir. Komşusunun basit hatalarını büyüterek birlikte komplo teorileri üretirler. Kendilerini taciz ettikleri, binadan kaçırmak istedikleri gibi takıntılarla uğraşıp dururlar:
ÖZELLİKLERİ
Paranoya bir akıl hastalığıdır fakat paranoid ruh hali bir kişilik tipidir.
Çevremizde gördüğümüz bazı zor insanlar vardır. Bu insanların başka özellikleri şunlardır.
1- Kuşkucudurlar : Yeterli bir temele dayanmaksızın başkaları tarafından sömürüleceği ve kullanılacağı veya zarar göreceği beklentisi içindedirler
2- Güvensizdirler : Yerli yersiz dostlarının veya iş arkadaşlarının kendilerine olan bağlılıklarını ve güvenirliklerini sorgularlar. Sürekli savunma duygusu içindedirler.
3- Alıngandırlar : Basit söz ve olaylardan aşağılandığı veya kendilerine kötülük yapıldığı şeklinde anlam çıkarırlar. Komşu kendisini rahatsız etmek için çöpü dışarıya erken koydu diyerek kuşkulanırlar.
4- Kincidirler : Kin beslerler onur kırıcı davranışları veya görmemezlikten gelinmeyi unutmazlar, affetmezler.
5- Sırcıdırlar : Fazla sır saklarlar. Söylediklerinin kendisine karşı kullanılacağından yersiz yere korktukları için başkalarına sır vermezler.
6- Öfkelidirler : Önemsenmemeye veya görmezlikten gelinmesine öfke ve karşı saldırı ile tepki gösterirler.
7- Kıskançtırlar : Yerli yersiz eşinin cinsel sadakatini sorgularlar.
POLİTİKADA PARANOİD HAL
Bir devlet düşününüz, onu yöneten bazıları paranoid düşünme yapısında yanlış bilgilenme ile dost ve düşmanını kolayca karıştırabilir. Alınganlık içerisindeki yönetici komşularında olan olayları zarar vereceği kuruntusu ile algılar. Kendisine sunulan istihbarat raporlarını sorgulamak ihtiyacı hissetmezler. Sorunların sosyolojik analizini yapmaz. Bazılarının yaptığı yanlış hareketi genelleme yaparak benzer kişilere de yansıtır. At izi ile it izini karıştırır. Muhakeme kusuru olduğu için yanlış sonuç çıkarır.
Bir berberin hatasıyla bütün berberleri suçlar, hırsızlık yaptı diye bütün berberlere kelepçe takmak gibi tepki gösterir. Bölücülük yapan veya din devleti peşinde koşan örgüt nedeniyle aynı kültürel kimlikteki veya inanç yapısındaki herkesi potansiyel tehlike olarak düşman kategorisine koyar. Akıllı politikacının yapacağı şey ise düşmanını çoğaltmadan amacına yürümektir. Bu kişiler bunu yapamazlar.işte Demokrasi bunun için gelişmiştir. Toplumsal felakete yol açacak kişilerin yanlış kararlarının eleştirilmesi ve durdurulması gerekiyordu. Demokrasinin muhalefet zorunluluğu bunda önemlidir. Çünkü böyle kişiler ikna ve açıklık yoluyla doğruyu görebilirler.
ELİNDE SİLAH VARSA!
Paranoid ruh halindeki bir insan güç ve otorite sahibi ise onun gibi düşünmeyenler ve yapmalıdır?
1. Bu insanın psikolojisi iyi bilinmelidir.
2. Bu kişilerin kendilerini tehdit altında hissettiği unutulmamalıdır.
3. Kendi savaşınızı kendiniz belirlemelisiniz. Bu kişi baskı, tehdit, sindirme ile kolay sonuç peşindedir. Onun savaş kurallarına göre savaşınızı seçmelisiniz. Öfkelenmemek, açık olmak, dürüst olmak, ikna ve inandırma yöntemi uygulamak gibi. Tabi fikrinize güveniyorsanız.
4. Korku kuruntularının esiri durumunda oldukları için abartılı tepkiler verebilirler. Karıncaya tüfekle ateş etmek onlar için doğal bir durumdur.
5. Korkular yanlış bilgiden kaynaklandığı için açıklık, diyalog ve uzlaşmacı yaklaşım ile iki tarafın kazanacağı ilişki oluşur.
6. böyle kişilere şaka bile olsa yalan söylemek gerekir. Gizli gündemi var, bir şeyleri saklıyor izlenimi verecek davranışlardan kaçınılmalıdır.
7. Bu kişiler aslında korku içerisindedirler. Silahlarını kendilerini güven içerisinde hissederlerse kullanmazlar.
8. güvendikleri kişilerin hakemliği çok önemlidir. Aslında kavga istememektedirler.
HER ŞEY BÜYÜTEÇ ALTINDA
Öküzün altında buzağı arayan olarak bilinen bu kişiler zor insanlardır. Yakınlarına hayatı dar ederler. Akla hayale gelmeyecek bağlantılar kurarlar.
Algı yetenekleri çok gelişmiştir. Her türlü belirsizliği ayıklamaya çalışırlar ve yakınlarını bunaltırlar. Her olayı neden, niçin düzleminde sorgularlar. Hesap sormayı çok severler.
O kadar kuşkucudurlar ki insanlar ona gerçekleri söylemekten çekinirler. En sevdiği insanları bile kaçırtırlar.
Her olayı suç ortaklığı dost-düşman düzlemi içinde değerlendirirler. İnsanları benim dostum veya düşmanım diye sınıflandırırlar.
İSTİHBARATÇI OLURLAR
Paranoid kişilerin başkalarının görmediklerini gördüklerinden kuşku yoktur. Onlara göre hiçbir olay rastlantısal ve nedensiz değildir. Komple teorilerini çok üretilirler. Tehdit altında duygusu ile yaşarlar.
Paranoid kişiler mini minnacık bağlantıları görmekte çok başarılıdırlar. Dil sürçmeleri, kısa bocalamalar, küçük yalanlar onlar için büyük delil gibidir. Saflık, dürüstlük ve güveni tehdit olarak değerlendirirler. Güvenlik görevlisi iseler abartılı raporlar yazarlar. Yöneticilerini yanlış yönlendirirler.
ŞEREF VE SADAKAT DÜŞKÜNLÜĞÜ
Her şeyi az miktarda siyah-beyaz gibi, dost-düşman gibi kategorize ederler. Herhangi bir organizasyon oluşturdukları zaman inanç ve sadakate dayalı gerçeklik oluştururlar.
Mezhep, aile, iş, politik parti, dini hareket veya askeri görev gibi alanlarda şeref ve sadakat gibi kavramları somutlaştırmaya çalışırlar ve çok vurgularlar.
İcraatlarında küçük bir onay, övgü yüreklerini hoplatır, sevindirir. Yahut küçük bir ret göstergesi onlarda öfke nöbeti yapabilir.
Paranoid insanlara inanmanız çok önemlidir. İnsanlar onlara uyduğu sürece mutlu, sevgi dolu ve vericidirler. Kendilerine uyulmaması onları incitir.
Paranoid insanların göremediği şey, kendilerini ölesiye korkutan belirsizliği kendilerinin meydana getirdiğidir. O kadar kuşkucudurlar ve yanlış anlamaya açıktırlar ki insanlar onlara gerçekleri söylemekten çekinirler.
Açık ve dürüst konuşan insanları samimiyet testinden geçirirler. İçlerinde ki en olumsuzu ortaya çıkartmak için öfkelendirirler. Eğer kendilerine düşman olmadığına kanaat getirirlerse iş birliğine girerler.
HANGİ DAVRANIŞLAR PARANOYAYI ARTIRIR?
Paranoid kişinin beraber yaşadığı kişi ve grupların tutumları çok önemlidir.
1. Dişe diş mantığı ile silaha başvurulursa ve onun silahı da suçlayıcı, yargılayıcı yaklaşımlar ile tutum geliştirilirse kavga başlar. Senin düşman olduğuna kesin inanır. Kuvvet elinde iken seni yok etmek için her şeyi yapar. Onunla yaşayan onun yöntemleri ile ona hücum ederse onun kadar başarılı olamaz. Yöntem yumuşak, kararlı, açık olmalı. Kelimeler ve ses tonu bile çok dikkatli seçilmelidir.
2. Korkak, en temel doğrulardan vazgeçen, tavizkar tutum paranoyayı artırıcı etki yapar. Kuşkulanmakta haklıyım, bu adam ard niyetli, takiyye yapıyor, ona güvenemem, ne pahasına olursa olsun kendimi savunmalıyım der.
3. Kararlı ve tutarlı bir şekilde dost olduğunu, senden ona zarar gelmeyeceğini açık, net gerekirse ses tonunu yükselterek ifade etmek gerekir. Doğruluğuna inanmış insanın cesareti paranoid ruh halindeki insan için güven vericidir.
4. Paranoid insanların korkutucu görüntüsüne bakmayınız. Temiz kalpli, iyi niyetli insanlardır. Onları anlamaya çalışın ve doğru yöntem uygulayın.
TARTIŞMA FAYDALIDIR
Karşı tarafın ne düşündüğünü çok merak ederler. Hile hurda sezdiklerinde öyle saldırırlar ki ne olduğunu anlayamazsınız.
Saldırılarda hep sadakati sınamaya çalışırlar. Siz açık net cevaplar verirseniz tartışma biter. Kaçamak geçiştirici cevaplar alırlarsa test etmeye devam ederler. Böyle durumlarda bütün gece sürecek tartışmaya hazır olun .
İhanet edenler listesine dahil olmak istemiyorsanız eğer kararlı, sabırlı davranarak ikna yöntemleri ile doğrularınızda ısrar etmeniz gerekir. En küçük yalanınız, gizli kapaklı işiniz sizi hain ve düşman sınıfına sokabilir.
Abartmaya yatkın oldukları için çok tartışırlar. Bir şeyin nedeninin bilinmemesi komplo teorisi anlamına gelir. Her şey basit ve açık olmalıdır.
Böyle kişilerle yaşıyorsanız ve yaşamak zorundaysanız günün her saati yeniden güven kazanmanız gerekecektir. Bu kişilerde güven hep başkalarının davranışlarında aranır. Aslında güvensizlik kendi kafaları içindedir.
Zor affederler. Öç aldıkça acılarının dineceğini zannederler. Aslında intikam davranışları acılarını daha da arttıracaktır. Kendilerini seven insanları ve dostlarını kendilerinden uzaklaştıracaklardır. Paranoid benlik hep huzursuzdur, acı çeker, sürekli kendisini tehdit altında hisseder. Kendileri gibi yaşamayan insanları düşman görmek sağlıklı bir ruh hali değildir. Böyle insanların mutlu görünümleri pek yoktur. Mutlu görünenlerde sahtedirler. Güç ellerinden gittiğinde kendilerini çok kötü hissederler.
BULAŞICI PARANOYA
Paranoid kişiler sürekli ip ucu peşindedirler. Olayları büyüteç altına alırlar. Sevdikleri insanı daha çok sıkıştırırlar. Çapraz soruşturmadan geçirirler. Eski defterleri açarlar.
Paranoid insanlar önce yanılırlar sonra yanıltırlar. Öyle kararlı ve inandırıcıdırlar ki karşı tarafı hipnotize etmiş gibidirler. Söylediklerine gönülden inanırlar, bunun içinde inandırırlar. Yanlış düşünce ve inanışlarını pek çok kimse paylaşabilir.
Paranoidler bir ülke yöneticisi ise silah sanayiine fazla önem verirler. Kitlesel iç düşman oluşturup yasalara saygılı insanları potansiyel tehlike olarak algılarlar.
İNTERNETTE Kİ PARANOİDLER
Borsada ki iniş çıkışlar veya bu gün medeniyet harikası dediğimiz şeyler bir zamanlar bir paranoid in çılgın bir düşüncesiydi. Sıra dışı, aykırı, abartılı ve farklı düşünme yetenekleri bugün İnternet de jet hızıyla yolculuk ediyor.
Sağlık safsataları,dedikodular,yatırım planları, komplo teorileri, savaş planları, gazetelerdeki köşe yazıları paranoid kişilerin senaryoları olabilir.
İnternet de parlak fikir yığını arasında yolunuzu bulmanız hiçde kolay değildir. Bir fikrin kulağa hoş gelmesi doğru olduğu anlamına gelmez. Sınanmaya uygun olan fikirleri mutlaka test etmelisiniz.
İnternet de ki bilgi kirliliği yaratıcı düşünce merakı ile ilgilidir. İnsani yaratıcılık olayı olaylara farklı bakmak anlamına gelir. İşte paranoid kişiler bunu iyi yaparlar.
İnternet de ki fikir kirliliğinden zarar görmemek için iyi anlamadığınız fikre inanmamalısınız ve para yatırmamalısınız.
Kanseri iyileştiren gizli ilaçlar, astroloji nin gücü, geleceği bilmenin yolları, büyülü zayıflama yolları psişik olaylar gibi çarpıcı İnternet fikirleri genelde kendilerine inanmış böyle etkileyici paranoidlerin safsatalarıdır dikkat etmelisiniz.
Paranoidler gizli gerçeklere çok meraklıdırlar ve inanırlar. Sahte peygamberler onlar arasından çıkar. Böylelerine hayır demeyi bilmek gerekir.
Paranoid öngörüşlüler insanların hayal dünyalarına çok iyi hitap ederler. Mucize tedaviler bir paranoid insanın eseri olabilir.
Paranoid bir insanın faydalı fikri olabilir. İnsanı uyarırlar yanlışlardan korurlar. Paranoid ekonomist para biriktirmenizi söyleyebilir, paranoid hekim kötü alışkanlıkların kötü sonuçları ile sizin canınızı sıkar. Paranoid çevreci gezegeni korumak için geç kalındığına sizi inandırabilir.
Paranoid fikirlere inanılırsa yaşamda köklü değişiklikler yapmak gerekebilir. Bu nedenle işe yarayıp yaramadığı iyice araştırılmalıdır.
KISKANÇ CANAVARLAR
En yaygın paranoid fikir kıskaçlıktır. Aile yaşamını tehdit eder. Bazı durumlarda ilaç kullanmayı gerektirecek kıskançlık paranoyası durumuna dönüşür. Artık bu kişilerde beyinlerinde kıskançlığı yöneten hücrelerin kimyası bozulmuştur.
Sadakat kıskanç tiplerin her şeyidir. Hep sadakati sorgularlar. Bu konudaki ufak bir belirsizlik ve şüphe dünyalarını alt üst eder. Masum sorularla kurbanı bunaltır. Birisiyle görüşmesinden eşi endişe duyarsa kıskanç kişi bundan hoşlanır.
Kıskanç tip kurbanını korur, okşar, iyilikler yapar. Tek beklediği sadakat ve kendisini eşine adamasıdır. Bunu defalarca ispatlamak zorundadır.
Hiçbir normal insan paranoid tiplerin bekledikleri zihinsel saflıkta olamaz.
Kıskanç eşlerle beraber yaşamak zorunda olanlar kıskanç sorulara cevap verip olayı pekiştirmek yerine şunu söylemelidirler.
Benim cinsel sadakatimi sorgulaman ürkütücü ve son derece incitici. Ben başka kişilerle beraber olan tiplerden değilim. Bundan emin ol, kontrol etmene gerek yok. Buna izin vermem. Ya benim sadık olduğuma güven yahut bu ilişki hemen bitsin.
Kesinlikle evliliğinizi sınava sokmayın.
PARANOİDLERE KARŞI DÖRT ŞEYİ UNUTMAYIN
1- Açık olun. Hiçbir şeyi gizlemeyin. Eninde sonunda nasılsa keşfedecektir.
2- Doğal olun. Kendinizi kanıtlama, sadakatinizi ispat etme çabasına girmeyin. Bir defa yaparsanız bir daha kurtulamazsınız.
3- Dürüst olun. Şaka bile olsa yalan söylemeyin. Nasıl olsa yakalanacaktır. Böyle kişilerin sadakat sınavlarından kurtulmak için nereye adım attığınızın f arkında olmalısınız.
4- Öfkelenmeyin. Paranoid kişi bir fikre çok öfkelenirse o fikre ihtiyacınız var demektir. Öfkeye dikkat.
KENDİ KENDİNİZE YARDIM
İki şeyi öğrenen kişi paranoidlikten kurtulur. Birincisi belirsizliğe tahammül etmeyi, ikincisi güvensizlik olarak algıladığı şeyi affetmeyi.