Dini Bilgiler

Son güncelleme: 05.08.2008 08:34
  • Mükellef Kime Denir?

    Akllı olan ve bülûğ çağına giren erkek ve kadınlara Mükellef denir. Mükellef olan kimseler, Allahü teâlânın emr ve yasaklarından mesûldürler. Dînimizde, mükellef olan kimseye, önce îmân etmek ve sonra da ibâdet yapmak emr olunmuşdur. Ayrıca, yapılması yasak edilen harâmlardan ve mekrûh işlerden de kaçınmaları lâzımdır.

    Akl, anlayıcı bir kuvvetdir. Fâideliyi zararlıdan ayırd etmek için yaratılmışdır. Akl, bir ölçü âleti gibidir. İki iyi şeyden, dahâ iyi olanını ve iki kötü şeyden, dahâ kötü olanını ayırır. Akllı kimse, sâdece iyiyi ve kötüyü anlayan değil, iyiyi görünce onu alan ve kötüyü görünce de onu terk edendir. Akl, göz gibidir. İslâmiyyet de ışık gibidir. Işık olmazsa göz göremez.

    Bülûğ çağı, erginlik yaşı demekdir. Erkek çocukların bülûğ çağına girmeleri, oniki yaşını bitirince başlar. Erkek çocuğun bülûğ çağına girdiğini gösteren alâmetler vardır. Bu alâmetler görünmezse, onbeş yaşına gelince, dinde bülûğ çağına girdiğine hükmedilir.

    Kız çocuklarının bülûğa ermesi ise, dokuz yaşını doldurunca başlar. Dokuz yaşındaki kız çocuğunun bülûğa erdiğinin alâmetlerinin hiçbiri görünmezse, onbeş yaş temâm olunca, bülûğ çağına girdiğine hükmolunur.
#19.10.2006 00:02 0 0 0
  • Efâli mükellefin Ahkâmı İslâmiyye

    İslâm dîninin bildirdiği emrlere ve yasaklara Ahkâmı şerıyye veyâ Ahkâmı islâmiyye denir. Bunlara Efâli mükellefîn de denilmekdedir. Efâli mükellefin sekizdir: Farz, vâcib, sünnet, müstehab, mubâh, harâm, mekrûh ve müfsid.

    1 FARZ: Allahü teâlânın, yapılmasını âyeti kerîme ile açıkca ve kesin olarak emr etdiği şeylere farz denir. Farzları terketmek harâmdır. İnanmıyan ve yapılmasına ehemmiyyet vermeyen kâfir olur. Farz iki çeşiddir:

    Farzı Ayn: Her mükellef olan müslimânın bizzat kendisinin yapması lâzım olan farzdır. Îmân etmek, abdest almak, gusl etmek (yanî boy abdesti almak), beş vakt namâz kılmak, Ramezân ayında oruc tutmak, zengin olunca zekât vermek ve hacca gitmek, farz-ı ayndır. [Otuz iki farz ve elli dört farz meşhûrdur.]

    Farzı Kifâye: Müslimânlardan bir kaçının veyâ sâdece birinin yapması ile diğerlerinin sorumlulukdan kurtulduğu farzlardır. Verilen selâmın cevâbını söylemek, cenâzeyi gasl etmek [yanî yıkamak], cenâze namâzı kılmak, Kurân-ı kerîmin temâmını ezberleyip hâfız olmak, cihâd etmek, sanatına, ticâretine lâzım olandan fazla din ve fen bilgilerini öğrenmek gibi farzlar böyledir.

    2 VÂCİB: Yapılması farz gibi kesin olan emrlere denir. Bu emrin Kurân-ı kerîmdeki delîli farz kadar açık değildir. Zannî (şübheli) olan bir delîl ile sâbitdir. Vitr namâzını ve Bayram namâzlarını kılmak, zengin olunca kurban kesmek, fitre (sadaka-i fıtr) vermek vâcibdir. Vâcibin hükmü farz gibidir. Vâcibi terk etmek, tahrîmen mekrûhdur. Vâcib olduğuna inanmıyan kâfir olmaz. Fekat, yapmayan Cehennem azâbına lâyık olur.

    3 SÜNNET: Allahü teâlânın açıkca bildirmeyip, yalnız Peygamber efendimizin yapılmasını övdüğü, yâhud devâm üzere kendisinin yapdığı veyâhud yapılırken görüp de mâniolmadığı şeylere Sünnetdenir. Sünneti beğenmemek küfrdür. Beğenip de yapmıyana azâb olmaz. Fekat özrsüz ve devâmlı terk eden itâba, azarlanmaya ve sevâbından mahrûm olmaya lâyık olur. Meselâ, Ezân okumak, ikâmet getirmek, cemâat ile namâz kılmak, abdest alırken misvâk kullanmak, evlendiği gece yemek yidirmek ve çocuğunu sünnet etdirmek gibi.
    Sünnet iki çeşiddir:

    Sünneti Müekkede: Peygamber efendimizin devâmlı yapdıkları, pek az terketdikleri kuvvetli sünnetlerdir. Sabâh namâzının sünneti, öğlenin ilk ve son sünnetleri, akşam namâzının sünneti, yatsı namâzının son iki rekat sünneti böyledir. Bu sünnetler, aslâ özrsüz terk olunmaz. Beğenmeyen kâfir olur.
    Sünnet-i Gayr-i Müekkede: Peygamber efendimizin, ibâdet maksâdı ile arasıra yapdıklarıdır. İkindi ve yatsı namâzlarının dört rekatlık ilk sünnetleri böyledir. Bunlar çok kerre terk olunursa, bir şey lâzım gelmez. Özrsüz olarak büsbütün terk olunursa itâba ve şefâatden mahrûm olmaya sebeb olur.

    Beş-on kimseden birisi işlese, diğer müslimânlardan sâkıt olan sünnetlere de Sünnet-i alel-kifâye denir. Selâm vermek, itikâfa girmek gibi. Abdest almağa, yimeğe, içmeğe ve her mübârek işe başlarken besmele çekmek sünnetdir.

    4 MÜSTEHAB: Buna, mendub, âdâb da denir. Sünnet-i gayr-i müekkede hükmündedir. Peygamber efendimizin ömründe bir iki kerre dahî olsa yapdıkları ve sevdikleri, beğendikleri husûslardır. Yeni doğan çocuğa yedinci gün ism koymak, erkek ve kız çocuğu için akîka hayvanı kesmek, güzel giyinmek, güzel koku sürünmek müstehabdır. Bunları yapana çok sevâb verilir. İşlemeyene azâb olmaz. Şefâ'atden mahrûm kalmak da olmaz.
    5 MUBÂH: Yapılması emr olunmayan ve yasak da edilmeyen şeylere mubâh denir. Yanî günâh veyâ tâat olduğu bildirilmemiş olan işlerdir. İyi niyyetle işlenmesinde sevâb, kötü niyetle işlenmesinde azâb vardır. Uyumak, halâlinden çeşidli yemekler yimek, halâl olmak şartıyle türlü elbise giymek gibi işler, mubâhdırlar. Bunlar, İslâmiyyete uymak, emrlere sarılmak niyyetiyle yapılırsa sevâb olurlar. Sıhhatli olup, ibâdet yapmaya niyyet ederek, yimek içmek böyledir.

    6 HARÂM: Allahü teâlânın, Kurân-ı kerîmde, yapmayınız diye açıkça yasak etdiği şeylerdir. Harâmların yapılması ve kullanılması kesinlikle yasaklanmışdır. Harâma, halâl diyenin ve halâle, harâm diyenin îmânı gider, kâfir olur. Harâm olan şeyleri terk etmek, onlardan sakınmak farzdır ve çok sevâbdır.

    Harâm iki çeşiddir:
    Harâm li-aynihî: Adam öldürmek, zinâ, livâta etmek, kumar oynamak, şarâb ve her dürlü alkollü içkileri içmek, yalan söylemek, hırsızlık yapmak, domuz eti, kan ve leş yimek, kadınların, kızların başı, kolları, bacakları açık sokağa çıkmaları harâm olup, büyük günâhdırlar. Bir kimse, bu günâhları işlerken Besmele okusa veyâ halâl olduğuna i'tikâd etse, yâhud Allahü teâlânın harâm etmesine ehemmiyet vermese, kâfir olur. Bunların harâm olduğuna inanıp, korkarak yapsa kâfir olmaz. Fekat Cehennem azâbına lâyık olur. Eğer ısrâr edip, tevbesiz ölürse, îmânsız gitmeye sebeb olur.
    Harâm li-gayrihî: Bunlar aslları i'tibâriyle halâl olup, başkasının haklarından dolayı harâm olan şeylerdir. Meselâ bir kişinin bağına girip, sâhibinin izni yok iken meyvesini koparıp yimek, ev eşyâsını ve parasını çalıp kullanmak, emânete hıyânet etmek, rüşvet, fâiz ve kumar ile mal, para kazanmak gibi. Bunları yapan kimse, yaparken Besmele söylese veyâhud halâldir dese kâfir olmaz. Çünki, o kişinin hakkıdır, geri alır. Beşbuçuk arpa (bir dank) ağırlığında gümüş kıymeti kadar hak için, yarın kıyâmet gününde cemâat ile kılınmış yediyüz rekat kabûl olunmuş namâzın sevâbı, Allahü teâlâ tarafından alınıp, hak sâhibine verilir. Harâmlardan kaçınmak, ibâdet yapmakdan dahâ çok sevâbdır. Onun için harâmları öğrenip, kaçınmak lâzımdır.
    7MEKRÛH: Allahü teâlânın ve Muhammed aleyhisselâmın, beğenmediği ve ibâdetlerin sevâbını gideren şeylere mekrûh denir.

    Mekrûh iki çeşiddir:
    Tahrîmen mekrûh: Vâcibin terkidir. Harâma yakın olan mekrûhlardır. Bunları yapmak azâbı gerekdirir. Güneş doğarken, tam tepede iken ve batarken namâz kılmak gibi. Bunları kasıtla işleyen âsî ve günahkâr olur. Cehennem azâbına lâyık olur. Namâzda vâcibleri terk edenin, tahrîmi mekrûhları işleyenin, o namâzı iâde etmesi vâcibdir. Eğer sehv ile, unutarak işlerse, namâz içinde secde-i sehv yapar.

    Tenzîhen mekrûh: Mubâh, ya'nî halâl olan işlerine yakın olan, yâhud, yapılmaması yapılmasından dahâ iyi olan işlerdir. Gayri müekked sünnetleri veyâ müstehabları yapmamak gibi.
    8 MÜFSİD: Dînimizde, meşrû olan bir işi veyâ başlanmış olan bir ibâdeti bozan şeylerdir. Îmânı ve namâzı, nikâhı ve haccı, zekâtı, alış ve satışı bozmak gibi. Meselâ, Allaha ve kitâba söğmek küfr olup, îmânı bozar. Namâzda gülmek, abdesti ve namâzı bozar. Oruclu iken bilerek yimek, içmek orucu bozar.

    Farzları, vâcibleri ve sünnetleri yapana ve harâmdan, mekrûhdan sakınana ecr, yanî sevâb verilir. Harâmları, mekrûhları yapan ve farzları, vâcibleri yapmayana günâh yazılır. Bir harâmdan sakınmanın sevâbı, bir farzı yapmanın sevâbından kat kat çokdur. Bir farzın sevâbı, bir mekrûhdan sakınmanın sevâbından çokdur. Mekrûhdan sakınmanın sevâbı da, sünnetin sevâbından çokdur. Mubâhlar içinde, Allahü teâlânın sevdiklerine Hayrât ve Hasenât denir. Bunları yapana da sevâb verilir ise de, bu sevâb, sünnet sevâbından azdır.
#19.10.2006 00:31 0 0 0
  • İSLÂMIN ŞARTLARI

    İslâm dînine girmiş olanlara, yanî müslimânlara farz olan, muhakkak yapılması gereken beş esâs vazîfe vardır:

    1 İslâmın şartlarından birincisi (Kelime-i şehâdet) getirmekdir. Kelime-i şehâdet getirmek demek, (Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resûlüh) söylemekdir. Yanî âkıl ve bâliğ olan ve konuşabilen kimsenin, (Yerde ve gökde, Allahdan başka, ibâdet edilmeğe hakkı olan ve tapılmağa lâyık olan hiçbirşey ve hiçbir kimse yokdur. Hakîkî mabûd ancak, Allahü teâlâdır). O, vâcib-ül-vücûddür. Her üstünlük Ondadır. Onda hiçbir kusûr yokdur. Onun ismi (Allah)dır, demesi ve buna kalb ile kesin olarak inanmasıdır. Ve yine, o gül renkli, beyâz kırmızı, parlak, sevimli yüzlü ve kara kaşlı ve kara gözlü, mübârek alnı açık, güzel huylu, gölgesi yere düşmez ve tatlı sözlü, Arabistanda Mekkede doğduğu için Arab denilen, Hâşimî evlâdından (Abdüllahın oğlu Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlânın kulu ve resûlüdür, yanî Peygamberidir). Vehebin kızı olan hazret-i Âminenin oğludur.

    2 İslâmın beş şartından ikincisi, şartlarına ve farzlarına uygun olarak, hergün beş kerre (Vakti gelince, namâz kılmakdır). Her müslimânın, her gün, vaktleri gelince, beş kerre namâz kılması ve herbirisini vaktinde kıldığını bilmesi farzdır. Namâzları; farzlarına, vâciblerine, sünnetlerine dikkat ederek ve gönlünü Allahü teâlâya vererek, vaktleri geçmeden kılmalıdır. Kurân-ı kerîmde, namâza (Salât) buyuruluyor. Salât; lügatde insanın düâ etmesi, meleklerin istigfâr etmesi, Allahü teâlânın merhamet etmesi, acıması demekdir. İslâmiyyetde (Salât) demek; ilmihâl kitâblarında bildirildiği şeklde, belli hareketleri yapmak ve belli şeyleri okumak demekdir. Namâz kılmağa (İftitâh tekbîri) ile başlanır. Yanî erkeklerin ellerini kulaklarına kaldırıp göbek altına indirirken, (Allahü ekber) demeleri ile başlanır.Son oturuşda, başı sağ ve sol omuzlara döndürüp, selâm verilerek bitirilir.

    3 İslâmın beş şartından üçüncüsü, (Malının zekâtını vermekdir). Zekâtın lügat manâsı, temizlik ve övmek ve iyi, güzel hâle gelmek demekdir. İslâmiyyetde zekât demek; ihtiyâcından fazla ve (Nisâb) denilen belli bir sınır mikdârında (Zekât malı) olan kimsenin, malının belli mikdârını ayırıp, Kurân-ı kerîmde bildirilen müslimânlara, başa kakmadan vermesi demekdir.Zekât, yedi sınıf insana verilir. Dört mezhebde de, dört dürlü zekât malı vardır:Altın ve gümüş zekâtı, ticâret malı zekâtı, senenin yarıdan fazlasında çayırda otlıyan dört ayaklı kasab hayvanları zekâtı ve toprak mahsûlleri zekâtıdır.Bu dördüncü zekâta (Uşr) denir.Yerden mahsûl alınır alınmaz uşr verilir. Diğer üç zekât, nisâb mikdârı oldukdan bir sene sonra verilir.

    4 İslâmın beş şartından dördüncüsü, (Ramezân-ı şerîf ayında, hergün oruc tutmakdır). Oruc tutmağa (Savm) denir. Savm, lügatde, birşeyi birşeyden korumak demekdir. İslâmiyyetde, şartlarını gözeterek, Ramezân ayında, Allahü teâlâ emr etdiği için, hergün üç şeyden kendini korumak demekdir.Bu üç şey; yimek, içmek ve cimâdır. Ramezân ayı, gökde hilâli [yeni ayı] görmekle başlar.Takvîmle önceden hesâb etmekle başlamaz.

    5 İslâmın beş şartından beşincisi, (Gücü yetenin, ömründe bir kerre hac etmesidir). Yol emîn ve beden sağlam olarak, Mekke-i mükerreme şehrine gidip gelinceye kadar, geride bırakdığı çoluk-çocuğunu geçindirmeğe yetişecek maldan fazla kalan para ile oraya gidip gelebilecek kimsenin, ömründe bir kerre, ihrâmlı olarak,Kâbe-i muazzamayı tavâf etmesi ve Arafât meydânında durması farzdır.

    Yukarıda bildirilen, islâmın beş şartından en üstünü, (Kelime-i şehâdet) söylemek ve manâsına inanmakdır.Bundan sonra üstünü, namâz kılmakdır. Dahâ sonra, oruc tutmak, dahâ sonra, hac etmekdir. En sonra, zekât vermekdir.Kelime-i şehâdetin en üstün olduğu, sözbirliği ile bellidir. Geri kalan dördünün üstünlük sırasında, âlimlerin çoğunun sözü, yukarıda bildirdiğimiz gibidir. Kelime-i şehâdet, müslimânlığın başlangıcında ve ilk olarak farz oldu. Beş vakt namâz, bisetin onikinci senesinde ve hicretden bir sene ve birkaç ay önce mirâc gecesinde farz oldu. Ramezân-ı şerîf orucu, hicretin ikinci senesinde, Şabân ayında farz oldu.Zekât vermek, orucun farz olduğu sene, Ramezân ayı içinde farz oldu.Hac ise, hicretin dokuzuncu senesinde farz oldu.
#19.10.2006 00:46 0 0 0
  • İSLÂM DÜŞMANLARI

    İslâm düşmanları, islâmiyyeti yok etmek için, Ehl-i sünnet kitâblarına saldırıyorlar. Kurân-ı kerîmde, Mâide sûresinde, altıncı cüzün son sahîfesinde, (İslâmın en büyük düşmanı, yehûdîlerle müşriklerdir) buyuruluyor. Müşrik, puta, heykele tapan kâfirlerdir. Hıristiyanların müşrik oldukları meydândadır. Yemenli Abdüllah bin Sebe ismindeki yehûdî, Ehl-i sünneti yok etmek için (Şîî) fırkasını kurdu. Şîîler, kendilerine (Alevî) diyorlar. Müşriklerin en azgını ingilizlerdir. Bütün imperatorluk kuvvetleri ile, Hindistândan, Afrikadan topladıkları altınlar ile, kanlı muhârebeler ile ve (Vehhâbîlik) ismini verdikleri, alçak yalanlarla dolu kitâbları ile Ehl-i sünnete saldırmakdadırlar. Dünyânın her yerinde, ebedî seâdete kavuşmak istiyenlerin, şîî ve vehhâbî kitâblarına aldanmayıp, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitâblarına sarılmalarını tavsiye ederiz.
#19.10.2006 00:56 0 0 0
  • Üçüncü Bölüm
    NAMÂZ KILMAK

    Dînimizde, îmândan sonra en kıymetli ibâdet namâzdır. Namâz dînin direğidir. Namâz ibâdetlerin en üstünüdür. İslâmın ikinci şartıdır. Arabîde namâza (Salât) denir. Salât, aslında düâ, rahmet ve istigfar demekdir. Namâzda, bu üç manânın hepsi bulunduğu için, salât denilmişdir.

    Allahü teâlânın en çok beğendiği ve tekrâr tekrâr emretdiği şey, beş vakt namâzdır. Allahü teâlânın, müslimânlara îmân etdikden sonra en önemli emri, namâz kılmakdır. Dînimizde ilk emredilen farz da namâzdır. Kıyâmetde de, îmândan sonra ilk soru namâzdan olacakdır. Beş vakt namâzın hesâbını veren, bütün sıkıntı ve imtihânlardan kurtulup, sonsuz kurtuluşa kavuşur. Cehennem ateşinden kurtulmak ve Cennete kavuşmak, namâzı doğru kılmaya bağlıdır. Doğru namâz için önce kusûrsuz bir abdest almalı, gevşeklik göstermeden namâza başlamalıdır. Namâzdaki her hareketi en iyi şeklde yapmağa uğraşmalıdır.

    İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaşdıran hayrlı amel, namâzdır. Sevgili Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: (Namâz dînin direğidir. Namâz kılan kimse, dînini kuvvetlendirir. Namâz kılmayan, elbette dînini yıkar). Namâzı doğru kılmakla şereflenen bir kimse, çirkin, kötü şeyler yapmakdan korunmuş olur. Ankebût sûresinin kırkbeşinci âyetinde meâlen, (Doğru kılınan namâz, insanı pis, çirkin ve yasak işleri işlemekden korur) buyuruldu.

    İnsanı kötülüklerden uzaklaşdırmayan bir namâz, doğru namâz değildir. Görünüşde namâzdır. Bununla beraber, doğrusunu yapıncaya kadar, görünüşü yapmağı elden bırakmamalıdır. İslâm âlimleri, (Bir şeyin hepsi yapılamazsa, hepsini de elden kaçırmamalıdır) buyurdu. Sonsuz ihsân sâhibi olan Rabbimiz, görünüşü hakîkat olarak kabûl edebilir. Böyle bozuk namâz kılacağına, hiç kılma dememelidir. Böyle bozuk kılacağına doğru kıl demeli, bozuk olanları düzeltmelidir. Bu inceliği iyi anlamalıdır.

    Namâzları cemâat ile kılmalıdır. Cemâat ile kılmak, yalnız kılmakdan dahâ çok sevâbdır. Namâzda her uzvun tevâzu göstermesi ve kalbin de, Allahü teâlâdan korku üzere olması lâzımdır. İnsanı dünyâda ve âhıretde felâketlerden, sıkıntılardan kurtaracak ancak namâzdır. Allahü teâlâ, Müminûn sûresinin başında meâlen, (Müminler herhâlde kurtulacakdır. Onlar, namâzlarını huşûile kılandır) buyurdu.

    Tehlüke, korku bulunan yerde yapılan ibâdetin kıymeti kat kat dahâ çok olur. Düşman saldırdığı zemân, askerin ufak bir iş görmesi, pek çok kıymetli olur. Gençlerin ibâdet etmeleri de, bunun için dahâ kıymetlidir. Çünki, nefslerinin kötü isteklerini kırmakda ve ibâdet yapmama isteğine karşı gelmekdedirler.

    Gençlik çağında, insana musallat olan üç düşman, ona ibâdet yapdırmak istemez. Bunlar, şeytân, nefs ve kötü arkadaşdır. Bütün fenâlıkların başı, fenâ arkadaşdır. Genç olan kimse, bunlardan gelen kötü isteklere uymayıp, namâzını kılarsa, ibâdetlerini terk etmezse çok kıymetli olur. Yaşlı kimsenin yapdığı ibâdetden kat kat fazla sevâb kazanır. Az ibâdetine çok mükâfat verilir.
#19.10.2006 01:06 0 0 0
  • Namâz Kimlere Farzdır?

    Namâz kılmak, akllı olan ve bülûğ çağına giren her erkek ve kadın müslimâna farzdır. Namâzın farz olması için üç şart vardır:

    1 Müslimân olmak. 2 Akllı olmak. 3 Bülûğ çağına girmek.

    Dînimizde, akllı olmayan ve erginlik çağına girmemiş olan küçük çocuklar, namâz kılmakdan sorumlu değillerdir. Fekat, anne ve babalar, çocuklarına din bilgilerini öğretmeli ve ibâdet yapmağa alışdırmalıdırlar. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: (Hepiniz bir sürünün çobanı gibisiniz! Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evlerinizde ve emrleriniz altında olanları Cehennemden korumalısınız! Onlara müslimânlığı öğretmelisiniz. Öğretmez iseniz mesûl olacaksınız.) Başka bir hadîs-i şerîfde de, (Bütün çocuklar müslimânlığa uygun ve elverişli olarak dünyâya gelir. Bunları, sonra anaları babaları, hıristiyan, yehûdî ve dinsiz yapar) buyurdu.

    O hâlde, her müslimânın birinci vazîfesi, çocuklarına İslâmiyyeti ve Kurân-ı kerîm okumasını, namâz kılmasını, îmânın ve islâmın şartlarını öğretmekdir. Çocuğunun müslimân olmasını isteyen, dünyâda ve âhıretde râhata, huzûra kavuşmasını dileyen anne ve babalar, önce bu vazîfesini yerine getirmelidir. Çünki atalarımız, Ağaç yaş iken eğilir demişlerdir. Yaşlanınca eğmeye, bükmeye çalışılırsa, kırılır, zararlı olur.

    İslâm bilgileri ve güzel ahlâk verilmeyen çocuk, kötü yoldaki kimselere çabuk aldanır. Anne ve babasına, devletine ve milletine zararlı olur.
#19.10.2006 01:13 0 0 0
  • Namâz Kılanların Hâlleri
    Menkıbe: Hapisden Kurtaran Namâz

    Horasan vâlîsi Abdüllah bin Tâhir, çok âdil idi. Jandarmaları birkaç hırsız yakalamış, vâlîye bildirmişlerdi. Hırsızlardan biri kaçdı. Hirâtlı bir demirci, Nişâpûra gitmişdi. Bir zemân sonra, evine dönüp gece giderken, bunu yakaladılar. Hırsızlarla berâber, vâlîye çıkardılar. Hapis edin! dedi. Demirci, hapishânede abdest alıp namâz kıldı. Ellerini uzatıp, (Yâ Rabbî! Beni kurtar! Günâhım olmadığını, ancak sen biliyorsun. Beni bu zindândan, ancak sen kurtarırsın. Yâ Rabbî! Beni kurtar) diye düâ etdi. Vâlî, o gece, rüyâda, dört kuvvetli kimse gelip, tahtını, tersine çevirecekleri vakt uyandı. Hemen abdest alıp, iki rekat namâz kıldı. Tekrâr uyudu. Tekrâr, o dört kimsenin, tahtını yıkmak üzere olduğunu gördü ve uyandı. Kendisinde, bir mazlûmun âhı bulunduğunu anladı. Nitekim, şiir:

    Binlerce top ve tüfek, yapamaz aslâ,
    Gözyaşının seher vakti yapdığını.
    Düşman kaçıran süngüleri, çok defa,
    Toz gibi yapar, bir müminin düâsı.

    Yâ Rabbî! Büyük yalnız sensin! Sen öyle bir büyüksün ki, büyükler ve küçükler, sıkışınca, ancak sana yalvarır. Sana yalvaran, ancak murâdına kavuşur.

    Hemen, o gece, hapishâne müdürünü çağırıp bir mazlûm kalmış mı, dedi. Müdür, bunu bilemem. Yalnız, biri namâz kılıp, çok düâ ediyor. Göz yaşları döküyor deyince, onu getirtdi. Hâlini sorup anladı. Özr dileyip, hakkını halâl et ve bin gümüş hediyyemi kabûl et ve herhangi bir arzûn olunca bana gel! diye ricâ etdi. Demirci, hakkımı halâl etdim ve hediyyeni kabûl etdim. Fekat işimi, dileğimi senden istemeğe gelemem, dedi. Niçin, deyince! Çünki, benim gibi bir fakîr için, senin gibi bir sultânın tahtını birkaç defa tersine çeviren sâhibimi bırakıp da, dileklerimi başkasına götürmekliğim kulluğa yakışır mı? Namâzlardan sonra etdiğim düâlarla, beni nice sıkıntıdan kurtardı. Nice murâdıma kavuşdurdu. Nasıl olur da, başkasına sığınırım? Rabbim nihâyeti olmıyan rahmet hazînesinin kapısını açmış, sonsuz ihsân sofrasını herkese yaymış iken, başkasına nasıl giderim? Kim istedi de, vermedi? İstemesini bilmezsen alamazsın. Huzûruna edeble çıkmazsan, rahmetine kavuşamazsın. Şiir:
    İbâdet eşiğine, kim ki, bir gece baş kodu.
    Dostun lutfu, açar ona, elbette binbir kapu.

    Evliyânın büyüklerinden Râbia-i Adviyye rahmetullahi aleyhâ, adamın biri, düâ ederken: (Yâ Rabbî, bana rahmet kapısını aç) dediğini işitince: Ey câhil! Allahü teâlânın rahmet kapısı, şimdiye kadar kapalı mı idi de, şimdi açılmasını istiyorsun? dedi. [Rahmetin çıkış kapısı her zemân açık ise de, giriş kapısı olan kalbler, herkesde açık değildir. Bunun açılması için düâ etmeliyiz!]

    İlâhî! Herkesi sıkıntıdan kurtaran yalnız sensin. Bizi dünyâda ve âhıretde sıkıntıda bırakma! Muhtâclara, her şeyi gönderen, yalnız sensin! Dünyâda ve âhıretde hayrlı, fâideli olan şeyleri, bize gönder! Dünyâda ve âhıretde, bizi kimseye muhtâc bırakma! Âmîn!
    Menkıbe: Evi Yanmışdı

    Evliyâ-yı kirâmdan Hamîd-i Tavîl, kendi namâzgâhında namâz kılıyordu. Evinde yangın çıkdı. İnsanlar toplanıp yangını söndürdüler. Hanımı koşup, yanına geldi ve kızarak: Evin yanıyor. İnsanlar toplanıyor. Yapılacak bu kadar iş var. Sen ise yerinden kımıldamıyorsun dedi. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, olanların hiç birinden haberim yokdur, dedi.

    Allahın dostları, Ona muhabbet ve yaklaşmakda öyle bir dereceye ulaşmışlardır ve dostun münâcâtı lezzetine öyle dalmışlardır ki, kendilerini unutmuşlardır.
    Menkıbe: Tenceredeki Su

    Eshâb-i kirâmdan Abdüllah bin Şehîr radıyallahü anh anlatır: Resûlullahın sallallahü aleyhi ve sellem yanında namâz kılıyordum. Mübârek göğsünden, ateş üzerinde kaynayan tenceredeki su sesi gibi sesler duyuyordum.
    Menkıbe: Ayağındaki Ok

    Resûlullahın sevgili dâmâdı hazreti Alî radıyallahü anh ve kerremallahü vecheh namâza durunca, dünyâ yıkılsa haberi olmazdı.

    Şöyle anlatılır: Bir harbde hazreti Alînin radıyallahü anh mübârek ayağına bir ok gelip, kemiğe kadar saplanmışdı. Oku asılıp çekemediler. Doktora gösterdiler. Doktor: (Sana aklı gideren, bayıltan ilâc vermeli ki, ancak o zemân ok ayağından çekilir. Yoksa, bunun ağrısına tahammül edilemez) dedi. Emîr-ul-müminin hazreti Alî radıyallahü anh: (Bayıltıcı ilâca ne lüzûm var. Biraz sabredin, namâz vakti gelsin, namâza durunca çıkarın) buyurdu. Namâz vakti geldi. Hazreti Alî namâza başladı. Doktor da hazreti Alî efendimizin mübârek ayağını yarıp oku çıkardı. Yarayı sardı. Hazreti Alî radıyallahü anh, namâzını bitirince doktora: (Oku çıkardın mı) buyurdu. Doktor: (Evet çıkardım) dedi. Hazreti Alî radıyallahü anh: (Hiç farkına varmadım) buyurdu.

    Bunlarda şaşılacak ne var! Nitekim Yûsüf aleyhisselâmın güzelliği karşısında Mısr kadınları hayrân olup, kendilerini öyle unutmuşlardı ki, ellerini kesdiklerinden haberleri olmamışdı. Eğer Allahü teâlânın huzûru, kendi sevgililerini, kendilerinden haberi olmayacak bir hâle getirirse, buna niçin şaşılsın? Müminler de vefât ânında Resûlullah efendimizi görüp, ölüm acısını duymayacaklardır.
    Menkıbe: Bayıltan İlâc

    Evliyâdan olan Âmir-i Kaysın ayağının parmağında cüzzâm hastalığı görüldü. Bunu kesmek lâzım dediler. Âmir, karâra teslîm, kulluğun şartıdır dedi. Kesdiler. Birkaç gün sonra, hastalığın bacağına sirâyet etmiş, uyluğuna ulaşmış olduğunu gördüler. Bu ayağı kesmek lâzım, dînimiz buna izn veriyor dediler. Cerrâh (operatör) getirdiler. Cerrâh, bayıltmak için ilâc lâzımdır ki, ağrıyı duymasın, yoksa dayanamaz dedi. Âmir, bu kadar zahmete gerek yok. Güzel sesle Kurân-ı kerîm okuyan birisini getirin, Kurân-ı kerîm okusun. Yüzümde değişme gördüğünüz zemân, ayağımı kesin, haberim olmaz dedi. Dediği gibi yapdılar. Birisi gelip, güzel sesle Kurân-ı kerîm okumaya başladı. Âmirin yüzünün rengi değişdi. Cerrâh uyluğunun yarısından bacağını kesdi. Dağlayıp bağladı. Kurân-ı kerîm okuyan susdu. Âmir kendine geldi ve kesdiniz mi? dedi. Kesdik dediler. Bacağını kesmişler, dağlamışlar, sarmışlar da, onun haberi olmamışdı. Sonra kesik bacağımı bana verin, dedi. Verdiler. Kaldırdı ve: Yâ Rabbî, veren sensin. Ben de senin kulunum. Hükm senin hükmün, kazâ senin kazândır. Bu bir ayakdır ki, eğer kıyâmetde emr gelip, hiçbir zemân, bir günâha bir adım atmadın mı? dersen, diyebilirim ki, hiç bir zemân senin emrin olmadan, bir adım atmış, bir nefes almış değilim.
    Menkıbe: Namâz İçin Fedâkârlık

    Bursa, Osmânlılara geçmeden önce, şehrde oturan rûmlardan biri gizlice müslimân olmuşdu. Pek yakın bir dostu, bunun sebebini rûma sordu:

    Baba ve dedelerinin dînini nasıl olup da, terk etdin? diye ona sitem etdi. Rûmun cevâbı mânidâr olmuşdu. Arkadaşına bu durumu şöyle anlatdı:

    - Bir aralık esîr edilen müslimânlardan bir dânesi benim yanıma bırakıldı. Birgün bakdım, bu esîr kapatıldığı odada eğilip kalkıyordu. Yanına giderek ne yapdığını sordum. Hareketleri bitince ellerini yüzüne sürdü ve bana namâz kıldığını, şâyet müsâde edersem, her namâz için bir altın vereceğini ifâde etdi. Ben de tamâha kapıldım. Gün geçdikçe ücreti artırdım. Öyle oldu ki, her vakt için on altın istedim. O da kabûl etdi. İbâdeti için yapdığı fedâkârlığa hayret etdim. Birgün ona seni serbest bırakacağım deyince, çok sevindi ve ellerini kaldırıp; benim için şöyle düâ etdi:

    Ey Allahım! Bu kulunu îmân ile şereflendir! O anda, kalbimde müslimân olmak arzûsu meydâna geldi ve o kadar çoğaldı ki, hemen (Kelime-i şehâdet) getirerek müslimân oldum.
#19.10.2006 01:36 0 0 0
  • Dördüncü Bölüm
    NAMÂZ ÇEŞİDLERİ

    Müslimânlara, kılmaları emr edilen namâzlar farz, vâcib ve nâfile olmak üzere üçe ayrılır. Bunlardan;

    1 Farz namâzlar: Beş vakt namâzın farzları, Cuma namâzının iki rekat farzı ve cenâze namâzı, farz namâzlardır. (Cenâze namâzı farz-ı kifâyedir).

    2 Vâcib namâzlar: Vitr namâzı, bayram namâzları, adak olan namâz ve başlanıp yarıda kalan nâfile namâzlardır. Kazâya kalan vitr namâzını da, kazâ etmek vâcibdir.

    3 Nâfile namâzlar: Beş vakt namâzın sünnetleri, terâvih namâzı ve sevâb kazanmak niyyeti ile kılınan teheccüd, tehıyyetül-mescid, işrâk, duhâ, evvâbin, istihâre, tesbîh namâzları gibi namâzlar, nâfile namâzlardır. Yanî kılınması emr değildir. Farz ve vâcib olan namâzlardan, borcu olmayan bir kimsenin, nâfile ibâdetlerine de sevâb verilir.
#19.10.2006 01:45 0 0 0
  • BEŞ VAKT NAMÂZ

    Namâz, Allahü teâlânın emridir. Allahü teâlâ, Kurân-ı kerîmde yüzden çok yerde Namâzı kılınız! buyurmakdadır. Akllı olan ve bülûğ çağına giren her müslimânın, hergün beş kerre namâz kılması, Kurân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde emr edilmişdir.

    Rûm sûresi onyedinci ve onsekizinci âyet-i kerîmelerinde meâlen: (Akşam ve sabâh vaktlerinde Allahı tesbîh edin. Göklerde ve yeryüzünde olanların yapdıkları ve ikindi ve öğle vaktlerinde yapılan hamdler, Allahü teâlâ içindir) buyuruldu. Bekara sûresi ikiyüzotuzdokuzuncu âyetinde meâlen, (Namâzları ve ikindi namâzını koruyun! [Yanî namâzları devâmlı kılın!] buyuruldu. Âyet-i kerîmede geçen tesbîh ve hamdin, namâz demek olduğu tefsîr kitâblarında bildirilmişdir. Hûd sûresi yüzondördüncü âyetinde meâlen, (Gündüzün iki tarafında [öğle ve ikindi vaktlerinde] ve geceye yakın üç vaktde [akşam, yatsı ve sabâh vaktlerinde] gereği üzere namâz kıl! Doğrusu bu hasenât, [beş vakt namâzın sevâbı, küçük] günâhları mahv eder. Bu, ibretle düşünenlere bir nasîhatdir) buyuruluyor.

    Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm buyurdu ki: (Allahü teâlâ kullarına hergün beş kerre namâz kılmayı farz etdi. Güzel abdest alıp, bu beş namâzı vaktlerinde kılan ve rükü ve secdelerini iyi yapanları, Allahü teâlâ afv ve magfiret eder).

    Beş vakt namâz, kırk rekat eder. Bunlardan onyedi rekati farzdır. Üç rekati vâcibdir. Yirmi rekati de sünnetdir. Şöyle ki;

    1 Sabâh namâzı: Dört rekatdir. Önce, iki rekat sünneti, sonra iki rekat da farzı kılınır. Bu sünnet, çok kuvvetlidir. Vâcib diyenler de vardır.

    2 Öğle namâzı: On rekatdir. Önce, dört rekat ilk sünneti, sonra dört rekat farzı, farzdan sonra da iki rekat son sünneti kılınır.

    3 İkindi namâzı: Sekiz rekatdir. Önce, dört rekat sünneti, sonra dört rekat farzı kılınır.

    4 Akşam namâzı: Beş rekatdir. Önce üç rekat farzı, sonra iki rekat sünneti kılınır.
    5 Yatsı namâzı: Onüç rekatdir. Önce, dört rekat sünneti, sonra dört rekat farzı, sonra iki rekat son sünneti, bundan sonra da üç rekat (Vitr namâzı) kılınır.

    İkindi ve yatsının ilk sünnetleri (Gayr-ı müekkede)dir. Bunların ikinci rekatlerinde otururken, (Ettehıyyâtü)den sonra (Allahümme salli) ve sonra, (Allahümme bârik) düâları sonuna kadar okunur. Ayağa kalkınca, üçüncü rekatde, önce Besmele çekmeden, (Sübhâneke) okunur. Hâlbuki, öğle namâzının ilk sünneti (Müekked)dir. Yanî, kuvvetle emr olunmuşdur. Sevâbı dahâ çokdur. Birinci oturuşda, farzlarda olduğu gibi, yalnız (Ettehıyyâtü) okunup, sonra üçüncü rekat için, hemen ayağa kalkılır. Kalkınca, önce Besmele çekip, doğruca (Fâtiha) okunur.

    Öğlenin ve yatsının farzından sonra dört rekat ve akşamın farzından sonra altı rekat dahâ kılmak müstehabdır, çok sevâbdır. Hepsini bir selâm ile veyâ iki rekatde birer selâm ile kılabilir. Her iki şeklde de, ilk iki rekatleri, son sünnetler yerine sayılır. Bu müstehab namâzları, son sünnetlerden sonra ayrıca kılmak da olur.

    Birinci rekat namâza durunca, diğer rekatler ayağa kalkınca başlar ve tekrâr ayağa kalkıncaya kadar devâm eder. Son rekat ise, selâm verinceye kadar devâm eder. Çift rekatlerde ikinci secdeden sonra oturulur.

    Herbir rekatde namâzın farzları, vâcibleri, sünnetleri, müfsidleri ve mekrûhları vardır. İleriki sahîfelerde bunları (HANEFÎ) mezhebine göre bildireceğiz.
#19.10.2006 02:04 0 0 0
  • noimage
#19.10.2006 03:55 0 0 0
  • noimage
#19.10.2006 04:00 0 0 0
  • noimage
#19.10.2006 04:05 0 0 0
  • noimage
#19.10.2006 04:09 0 0 0
  • noimage
#19.10.2006 04:19 0 0 0
  • noimage


    Hakikat Damlaları-50

    Hüzün umumîleştiği ölçüde Allah nezdinde değer kazanır ve gökler ötesinden teveccüh görür.



    Gönülden âh! edenin herâh'ına icabet edilmiştir. O'na doğru içten yükselen hiçbir ses cevapsız kalmamıştır. Elverir ki, biz sesimizi gönlümüzün sesi haline getirelim.


    Göz ibret için, ağız Hakk'a tercüman olmak için, kulak O'ndan gelenleri duymak için ve beden O'nun karşısında kemerbeste-i ubûdiyet içinde durmak içindir. Bunlara dikkat etmeyenler hayatlarını israf etmiş olurlar. Çünkü, yaratılış gayesi istikametinde kullanılmayan her şey boşa harcanmış sayılır.

    Mübarek bir gayeden ve onun yolundaki mukaddes hafakandan mahrum bir neslin önce içten içe yanarak karbonlaşması, sonra da bir alev topuna dönüşerek, etrafındaki her şeyi yakıp kül etmesi kaçınılmazdır.

    İmanın, insanın sinesine tastamam yerleşmesi ancak amelle mümkün olur. Salih amelle beslenmeyen imanın solması hatta sönmesi her zaman muhtemeldir.

    Tefekkür, zatında çok kıymetli bir ibadet olmakla beraber, ona asıl derinliğini kazandıran, tefekkürde bulunulan mevzuun ehemmiyeti ve kıymetidir.

    İnsanlığın geleceği hesabına bir kısım güzel şeyler gerçekleştirmeyi planlayanlar topyekün zevkleri ayakları altına alıp ezmesini bilmelidirler. Bizim, günümüzde başka değil bu tip insanlara ihtiyacımız var.

    Doğrular yalanlarla temsil edilemez. Onun için ne kadar yüce hakikatleri temsil ettiğimizin ve davranışlarımızın da ne ölçüde müstakim olduğunun farkında olmalıyız.


    Kuvvet, hikmetin insanlığın hizmetinde kullanılması istikametinde ne kadar yardımcı oluyorsa o ölçüde kıymet kazanır. Kuvveti birilerinin üzerinde baskı kurmak ve tahakkümde bulunmak için istemek en hafif ifadesiyle bir zorbalıktır.


    Gıybet ve dedi-kodu kadar bir toplumu fesada sürükleyen ikinci bir virüs gösterilemez.
    Allah (azze ve celle) eşhâsa (şahıslar) değil de evsâfa (vasıflar) bakar.
#19.10.2006 20:30 0 0 0
  • noimage ünnet Nedir?

    Sünnet, lûgat mânâsı itibariyle, gidişat, iyi ya da kötü takip edilen yoldemektir. Muhaddîsler, usûlcüler ve fukahâ ıstlahî mânâsı itibariyle sünneti, aşağıdaki ifadelerle tarif etmeye çalışmışlardır:

    Muhaddîslere göre sünnet, Ahkâma ve amele esas teşkil etsin etmesin, yaptıkları ve yapmaktan kaçındıklarıyla Allah Resûlünden (sav) HanefîlerFukahâ ise, sünnete bidat mukabilinde ve teşrîe, yani farza, vacibe, harama esas teşkil etmesi açısından bakarlar. Bu mânâda sünnet, hadîsle aynı mânâda sayılabilir.

    Hadîs, haber vermek ve haber, söz mânâsına bir isimdir. Daha sonraları, Efendimize (sav) nisbet edilen her söz, fiil ve takrire hadîs denmiştir. İbn Hacer, Şeriat örfünde hadîsten maksat, Efendimize (sav) isnad edilen her şeydir. der. in nokta-i nazarınca farz, vacib, sünnet, müstehab ve âdâp - bize intikal eden her şeydir. Yani, Allah Resûlünün (sav) şemâilidir, hayat tarzıdır, sîretidir.

    Usûlcülerin sünnet anlayışı biraz daha farklıdır. Onlara göre sünnet, Resûlullahdan (sav) söz, fiil ve takrir olarak sâdır olan her şeydir.Yani, Resûlüllah Efendimizn (sav) sözleri, davranışları ve ashâbında görüp de menetmediği veya sükûtla tasvip buyurduğu davranışlardır.

    noimage

    Fukahâ ise, sünnete bidat mukabilinde ve teşrîe, yani farza, vacibe, harama esas teşkil etmesi açısından bakarlar. Bu mânâda sünnet, hadîsle aynı mânâda sayılabilir.

    Hadîs, haber vermek ve haber, söz mânâsına bir isimdir. Daha sonraları, Efendimize (sav) nisbet edilen her söz, fiil ve takrire hadîs denmiştir. İbn Hacer, Şeriat örfünde hadîsten maksat, Efendimize (sav) isnad edilen her şeydir. der.
#19.10.2006 23:29 0 0 0
  • noimage ünnetin Tarifi


    Kelime anlamı, izlenen tutum, tavır ve yol demektir. Tek başına Peygamberlerin sünneti dendiği zaman, Peygamberin takındığı tavır ve hayat biçimi, yani tümüyle İslâm anlaşılır. Farz ve vacip olmayan anlamında kullanıldığı zaman; Allahın yada Elçisinin emri olmakla beraber, kesinkes istenmediğini gösteren başka deliller bulunan, yada Peygamberimizin zaman zaman terk ettiği halde, çoğunlukla yaptığı ibadet ve davranışları demektir. Kurân olmayan anlamında kullanıldığında ise Peygamberimizin sözleri, eylemleri yani fiilleri ve kendisi yapmadığı halde olumlu karşıladığı davranışlar akla gelir. Peygamberimizin çoğu zaman yaptıkları ve farz olmadığını bildirdiği halde, ısrarla yapılmasını istedikleri şeyler, kuvvetli, yani müekkede sünnet, çoğu zaman terk ettikleri ise, az kuvvetli, yani gayr-i müekkede sünnet olur. Meselâ, misvakla ağız temizliği, namazları cemaatle kılma, sabah, öğle ve akşam namazlarının sünnetleri kuvvetli sünnetlerdir. İkindi ve yatsı namazlarının sünnetleri ise az kuvvetli sünnetlerdir. Sünnetleri yapan, fazlalık sevap kazanır ve Kıyamet gününde Peygamberimizin şefaatine daha büyük ihtimalle kavuşur. Özürsüz terk edenler ise günahkâr olmasalar bile, asık bir çehreyle karşılanırlar. Sünnetler; gazetelerde çıkan süreli kuponlar yanında yayınlanan, yedek kuponlar gibidirler. Birçok faydaları yanında, farz ibadetlerin eksik yanlarını da tamamlamış olurlar. Ancak farz borcu olanlar, kıldıkları sünnetleri onların yerine sayamazlar. İlk anlamı ile sünneti inkâr eden ve Allah Resûlünün yolundan başka yol tutan ve meselâ, biz filancanın yolundan başka yol tanımıyoruz diyenlerin, İslâm âlimleri,.kâfir olacaklarını söylerler.
#19.10.2006 23:44 0 0 0
  • noimage ünnetin Çeşitleri

    Bütün bu tariflerden anladığımız hususları şu üç kısma irca edebiliriz:

    a Kavlî Sünnet

    Sünnet, Allah Resûlünün (sav) mübarek sözleridir; yani sünnetin bir bölümünü Onun nurlu sözleri teşkil eder ki, bunlar, Kurânda yer almayan, fakat bütün fukahâca fıkıh kitaplarına alınıp, pek çok hükme esas kabul edilen Ona ait nurefşan beyanlardır ki, misal olarak şunları zikredebiliriz:

    a Efendimiz (sav), Varise vasiyet yoktur.1 buyururlar. Yani, miras bırakan kimse, kendisine vâris olacak biri için mirasından vasiyette bulunamaz.

    b Yine, usûl-i fıkıhta yer alan bir başka mübarek sözlerinde Efendimiz (sav), Zarar verme ve zarara zararla mukabele etme yoktur.2 buyurmuşlardır. Yani, kimseye zarar verilemeyeceği gibi, birine zarar veren kişiye de zararla mukabele edilemez.

    c Allah Resûlünün bir diğer mübarek sözlerinde ise şöyle buyurulmaktadır: Yağmurların ve akarsuların suladığı arazide öşür (onda bir), hayvanlar ile sulanan arazide öşrün yarısı (yirmide bir) zekât vardır.3

    d Deniz suyuyla abdest alabilir miyim? diye soran bir sahâbîsine Allah Resûlü, dünya kadar fetvalara esas teşkil edecek şu mübarek sözüyle karşılık verir: Onun suyu temiz, ölüsü de helâldir.4

    bFiilî Sünnet

    Rasûl-i Ekremin (sav) davranışları ve hareketleriyle ortaya koyduğu sünnetdir ki, bunlarla konulan hükümler, Kurânda sarihen zikredilmemiştir. Meselâ; Kurân-ı Kerimde namaz emredilmiş olduğu ve bazı yerlerinde rükû edin, secde edin gibi emirler bulunduğu; hattâ umumi bazı vakitler zikredildiği hâlde, kesin olarak hangi vakitlerde ve kaç defa namaz kılınacağı, namazın nasıl eda edileceği, onun farzları, vacipleri ve nelerin namazı bozduğu açıklanmamıştır. Bütün bu hususlarda, sünneti nazara veren Efendimiz (sav): Beni, nasıl namaz kılıyor görüyorsanız, siz de öyle kılın.5 buyurarak, sünnetin husûsî teşrîine işaret etmişlerdir. [Bu noktada, Efendimizin namazının önceki ümmetlerin namazı gibi olduğu da asla söylenemez; kaldı ki, bu noktada tek bir kayıt bile yoktur.] Yine, menâsik-i hacc mevzuunda da Efendimiz, Haccın menasikini benden alın.6 buyurmuşlardır. Yani, sünnet olmasaydı, nasıl, ne zaman, kaç vakit, kaç rekât namaz kılacağımızı ve nasıl haccedeceğimizi bilemeyecektik.

    c Takrirî Sünnet

    Resûlullah (sav), ashâbında gördüğü bazı hoşuna gitmeyen davranışları usûlünce tenkid buyururlardı. Meselâ minbere çıkar ve isim tasrih etmeden, Cemaate ne oluyor ki, falan şöyle yapıyor! diye ikaz ve tembihte bulunurlardı. Bu arada, bazen de gördüğü davranışları menetmez ve sükûtuyla onları tasvip buyururlardı ki, bu da sünnetin takrirî kısmını teşkil etmektedir. Hadîs ve fıkıh kitaplarında bu kısmın misalleri de çoktur.
#20.10.2006 00:06 0 0 0
  • noimage ünnetin Fonksiyonu

    Sünnetin Fonksiyonu

    Sünnetin Kurân-ı Kerimden ayrı bir teşrî kaynağı olmasının ve Kurân gibi bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri de haram kılarak, farz, vacib, sünnet, müstehab, mübah, âdâp, mekruh, müfsid adına ölçüler koymasının yanı sıra, Kurân-ı Kerimin mücmelini tafsil, mübhemini tefsir, umumunu tahsis ve mutlağını takyid fonksiyonu da vardır. Şimdi, bazı misallerle bu hususu da kısaca açıklamaya çalışalım:

    1 Sünnetin Kurânı Tefsiri

    İman ettiler ve imanlarına zulüm karıştırmadılar: İşte, emniyet onlar içindir ve onlar, hidayete ermişlerdir.(Enâm/6: 82) âyeti nazil olunca, zulüm Kurânda had bilmezlik, sınırı aşmak gibi çeşitli mânâlarda kullanıldığından, ashâb endişeyle Resûlüllaha gelerek, Hangimiz var ki, zulmetmemiş olsun? dediler. Bunun üzerine de Allah Resûlü (s.a.s.), bu âyette kastedilen zulümle ilgili olarak şu açıklamada bulundular: O, sizin zannettiğiniz gibi değil; o, Hz. Lokmanın oğluna dediği gibidir: (Oğulcuğum): Allaha şirk koşma; muhakkak ki şirk, büyük bir zulümdür (Lokman/31: 13).7

    2 Sünnetin Mücmeli Tafsil Etmesi

    Sünnet-i Seniyye, pek çok müphemi tefsir etmesinin yanı sıra, pek çok mücmel meseleleri de tafsîl etmiştir.

    Meselâ Kurân-ı Kerimde: Namazı ikâme edin. diye emredilir; fakat, namazın nasıl kılınacağı açıklanmadığı gibi, ne zaman kılınacağı da açıklanmaz. Bütün bunların açıklanmasını, Hz. Cebrailin rehberliğinde Peygamber Efendimiz yapmıştır.8 Allah Resûlü, namazın farzları, vacibleri, müstehabları, mekruhları, müfsidleri, rükûu, sücûdu, kıraati, tahiyyâtı ve selâmla namazdan çıkılmasında da biricik kaynaktır.

    3 Sünnetin Bazı Hükümleri Tahsîsi

    Kurân-ı Kerimde mirastan umumi olarak bahsedilir ve, Allah size çocuklarınız hususunda farz kılıyor: Erkeğe, iki kadının payı kadar vardır. (Nisâ/4: 11) buyurulur. Umumî mânâda, nebî olsun velî olsun, safiy olsun, mukarreb olsun, herkes bu âyetin şümûlüne dahildir. Ancak, Efendimizin dâr-ı bakaya rihletlerinden sonra, kızı Hz. Fatıma, Hz. Ebû Bekirden babasının mirasını almaya geldiğinde, Resûlüllahın Halifesi (r.a.) kendisine, Resûlüllahtan duyduğu şu hadîs-i şerifi okudu: Biz peygamberler topluluğu geriye miras bırakmayız. Bizim bıraktığımız, ancak sadakadır.9 Bu hadîs-i şerifiyle Efendimiz (s.a.s.), Kurânın umumî bir hükmünü tahsis etmiş olmaktadırlar.

    Aynı şekilde: Kâtil mirasçı olamaz.10 hadîsi de, kâtilin mirasçı olamayacağını, meselâ, babasını öldürenin babasından, amcasını öldürenin amcasından, dayısını öldürenin dayısından, kardeşini öldürenin de kardeşinden miras alamayacağını hükme bağlayarak, Kurân-ı Kerimin mirasla alâkalı umumî hükmünü bu noktadan tahsis etmiştir.

    4 Sünnetin Bazı Ahkâmı Takyîdi

    Sünnet, Kurân-ı Kerimin mutlağını takyîd eder. Meselâ, Kurân-ı Kerimde: Erkek ve kadın hırsızın, yaptıklarının karşılığında bir cezâ ve Allahtan ibret verici bir ukûbet olmak üzere ellerini kesin. (Mâide/5: 38) buyurulur. Bu mutlak bir emirdir. Ancak, hangi şartlarda ve ne miktarda hırsızlığın böyle bir cezâ ile tecziye edileceği açık olmadığı gibi, elin neresinden kesileceği de açıkça belirtilmemektedir. Kurân-ı Kerim'in abdest âyetinde: Ellerinizi dirseklerinize kadar yıkayın. (Mâide/5: 6) buyurularak, kolun en azından dirseklere kadar olan kısmı el kelimesinin şümûlüne dahil edilmektedir. İşte, hırsızlık suçu karşısında elin neresinden kesileceğini bize anlatan ve bu şekilde Kurân-ı Kerimin mutlak bir hükmünü takyîd eden de yine sünnet-i mütahharadır.

    Kezâ: Mallarınızı aranızda (çalıp çırparak, ihtikârla, irtişâyla, ribâ ile) bâtıl bir surette yemeyin; ancak anlaşma ve karşılıklı rızaya dayalı ticarî mübadeleyle yiyin. (Nisâ/4: 29) âyetini de, yine sünnet-i mütahhara bir hususta takyîd etmiş; Meyveleri, tam belirli hâle gelinceye kadar satmayın.11 diyen Allah Resûlü (s.a.s.), âyette anlatılan hususa ayrı bir kayıt daha getirmiştir.
#20.10.2006 00:37 0 0 0