kan basıncı düşmesi - ani tansiyon düşmeleri - tansiyon neden düşer - tansiyon düşüklüğü belirtileriKan basıncında ani düşmelerden dolayı ortaya çıkan düşük tansiyon hipo tansiyon adıyla da bilinen bir sağlık sorunudur. Bu rahatsızlık bir belirti göstermeden aniden meydana gelebilir. Ancak genel olarak büyük kan basıncının 90, küçük kan basının 60'dan küçük olduğu durumlarda hipo tansiyon tanısı konulabilir. Tansiyon için normal değerler 120/80 olarak belirlenmiştir.
Büyük ve küçük tansiyon aynı anda azalıp yükselebilir. Bu rahatsızlığın belirtilerinin tam olarak anlaşılamamasının nedeni de büyük ve küçük tansiyonun değerlerin altında olmasına rağmen kişinin sağlıklı bir şekilde hayatına devam etmesidir. Bu durumda ani kan basıncı düşüklükleri kişilerde birtakım sarsıntılara neden olabilir.
Tansiyon düşüklüğünün belirtileri arasında gösterilebilecek durumlardan birisi ise halsizlik ve yorgunluk hissidir. Bununla birlikte baş dönmesi, unutkanlık, kulak çınlaması ve odaklanma sorunu gibi durumlar da görülebilir. Düşük tansiyon gün içerisindeki bazı durumlarda da kendisini gösterebilir. Uzun süre açlık durumlarında, ani duygu değişimleri, alınan kötü bir haber tansiyonun düşmesine neden olabilir. Bu durumun kendisini sürekli tekrarlaması halinde düşük tansiyon rahatsızlığından söz edilebilir. Özellikle sabahları bu durumun görülmesi düşük tansiyon belirtisi olabilir.
Düşük tansiyonun birçok nedeni olabilir. Bu nedenler arasında kansızlık, vitamin eksikliği ve vücudun susuz kalması bulunur. Sıcak havalar da tansiyonun düşmesinde bir etkendir.
Düşük tansiyonun ciddi anlamda bir tehlike oluşturabilmesi için değerlerin çok düşmesi gerekir. Değerlerdeki ani ve ciddi düşüş organların oksijensiz kalmasına neden olabilir. Gün içerisindeki aktivitelerde kendinizi bir anda yorgun hissediyor, bayılma nöbetleri geçiriyor ve gözünüz kararıyorsa düşük tansiyonun bir sorun olduğu söylenebilir. Bu durumda hayati bir tehlike oluşabilir. Bu nedenle bilinçsizlik, baş dönmesi, baygınlık ve bulantı gibi rahatsızlıkların kendisini tekrarlaması ve ani bir şekilde oluşması durumunda hemen bir doktora başvurulmalıdır.
Düşük tansiyon sorunu ile karşılaşmamak için beslenmeye ve günlük aktivite düzenlerine dikkat etmek gerekir. Sigara, alkol, düzensiz beslenme gibi alışkanlıklar düşük tansiyona neden olabilir. Spor yapmak, yağsız yiyecekler tercih etmek, hazır gıdalardan uzak durmak özellikle yaşlılar için tansiyondan kaçınma yöntemleridir.
Düşük tansiyon yeterli miktarda tuz alınarak, sıvı tüketilerek ve tansiyon yükseltici ilaçlar alarak da anlık bir şekilde tedavi edilebilir. Bununla birlikte düşük tansiyon tanısı konulan hastaların uzun süreli ilaç kullanımına başlaması ve verilen diyet programına uyması gerekir.
dibate bağlı göz hasarları - diyabetik retinopati nedir - diyabetik makulopati nedirHalk arasında şeker hastalığı olarak bilinen diyabet, tüm dünyada en yaygın görülen metabolik hastalıklardan biridir. İnsülin metabolizmasına bağlı olarak Tip 1 ve Tip 2 diyabet olarak değerlendirilir.
Diyabet Nedir?
Şeker hastalığında vücut hücreleri kandaki şekeri olması gerektiği şekilde alamaz. Bu nedenle kandaki şeker seviyesi yükselir ve hiperglisemi oluşur. Kandaki glikozun hücreler tarafından alınabilmesi için pankreas bezinden insülin adı verilen bir hormon üretilir. İnsülin hormonu, kandaki şekerin hücrelere ulaşmasına ve hücrelerde enerjiye dönüşmesine yardım eder.
Kandaki şeker miktarı ne kadar çoksa salgılanan insülin miktarı da o kadar çok olur. Ancak diyabetli hastalarda bu metabolizma düzenli bir şekilde çalışmaz. Kandaki şeker miktarına rağmen düşük insülin seviyesi söz konusudur. Pankreas insülini yetersiz üretir ya da hiç üretemez. Tip 1 diyabetin en tipik özelliği insülin miktarının yetersiz olmasıdır. Tip 2 diyabette ise salgılanan insülinin hücreler üzerindeki etkisinin sınırlı olması söz konusudur.
Göz, kan ile beslenme bozukluklarına karşı en duyarlı olan organdır. Şeker hastalığının neden olduğu uzun vadeli hasarların en önemlisi gözde neden olduğu hasarlardır. Şeker hastalarında göz hasarına diyabetik retinopati ve diyabetik makulopati ya da diğer adıyla makul ödemi adı verilen hastalıklar neden olur.
Diyabetik retinopati: Şeker hastalığının neden olduğu göz hastalıklarından biridir. Kan şekerinin çok yüksek seviyelerde uzun süre kalması sonucunda ağ tabakadaki damarların hasar görmesine diyabetik retinopati adı verilir.
Diyabetik makulopati: Makula ödemi olarak da adlandırılır. Ağ hasarının ilerlemesiyle meydana gelir. Ağ tabakasında sıvı toplanması ve tabakanın kalınlaşması diyabetli hastalarda körlüğün en önemli nedenidir.
Şeker hastalığına bağlı olarak gerçekleşen göz hasarı, hastalar tarafından genellikle geç fark edilir. Bu nedenle her yıl bir defa düzenli olarak yapılması gereken oftalmoskopi adı verilen göz içi muayenesi, hastalığın teşhisi açısından önem taşır. Bu muayenede ağ tabakada yer alan damarlardaki değişimler, plaklar ve kanamalar ortaya çıkarılarak teşhis konulur. Muayene ağrısız ve acısızdır. Ağ tabakadaki damarların görüntülenmesi için kullanılan en yaygın yöntem ise kısaca OCT denilen optik koherens tomografidir.
obesite nedir - obesite nasıl önlenir - obesite sorunu - fiziksel aktivitenin önemiVücuttaki yağ miktarının sağlığa zararlı olabilecek düzeyde aşırı miktarda artışı olarak tanımlanabilecek obezite önemli bir sorundur. Vücuttaki yağ miktarının büyük ölçüde artması bazı hastalıkları (kardiyovasküler sistem hastalıkları, diyabet, hipertansiyon gibi) beraberinde getirir. İnsanların yaşantılarını daha verimli bir şekilde sürdürmeleri için kilolarını kontrol altına almaları gerekir. Sağlıklı bir yaşam sürdürülmesi ve aynı zamanda obezitenin önlenmesi için tüketilen besinlerin miktarına dikkat edilmesi ve fiziksel aktivitenin arttırılması önemlidir. Daha uygun miktarlarda besin tüketmek için yapılabilecekler şunlardır:
Yemekler daha küçük tabaklarda ve boyutlarda tüketilebilir.
Tüketilecek olan yemekler yeterli miktarlarda, sofraya oturmadan tabağa alınmalı ve daha sonra üzerine ilave yapılmamalıdır.
Her yemeğin yanında salata bulundurulmalıdır ve tabakta alan olarak daha fazla yer kaplaması sağlanmalıdır.
Öğünlerde su tüketilmelidir. Bu, midenin daha dolu hissedilmesini sağlar.
Yemekler yapılırken fazla yağ kullanmamaya dikkat edilmelidir. Bir kilo sebze için 1 yemek kaşığı yağ yeterli olacaktır.
Hazır gıdaların ve fast-food ürünlerinin tüketimini olabildiğince azaltılmalıdır. Ev dışında yemek tüketiminin zorunlu olduğu zamanlarda ev yemekleri satan yerler tercih edilmelidir.
Şeker içeriği yüksek olan gıdaların (şekerlemeler, çikolatalar gibi) tüketiminden olabildiğince kaçınılmalıdır.
Sebze ve meyve tüketimine daha fazla ağırlık verilmelidir.
Yeteri kadar (günde 8-10 bardak) su tüketmeye özen gösterilmelidir.
Bütün öğünlerin düzenli bir şekilde tüketilmesine ve öğün atlamamaya dikkat edilmelidir.
Fiziksel aktivite düzeyinin arttırılması için yapılabilecekler;
Herhangi bir yere gidip gelineceğinde mümkün olduğunca araç kullanmamaya ve yürümeye özen gösterilmelidir.
Toplu taşıma araçları kullandığı zamanlarda 1-2 durak önce inip eve yürüyerek gidilebilir.
Boş zamanlarda açık hava yürüyüşleri yapılabilir.
Ev işlerinizi kendiniz yaparak daha fazla enerji harcayabilirsiniz.
Bilgisayar ve televizyon başında çok fazla süre geçirilmemelidir.
Eğer asansörlü bir evde yaşanılıyorsa asansör yerine merdivenler kullanılmalıdır.
Günde en az 30 dakika tempolu bir şekilde yürümek fiziksel aktivite artışı sağlayacaktır. Yapılacak küçük değişiklikler yaşam kalitesini arttırır ve daha sağlıklı bir yaşam sürülmesini sağlar. Bu değişiklikleri yapmak ve daha kaliteli bir hayata adım atmak kişinin elindedir.
besin alerjisi - alerji yapan besinler - alerji sebepleri - gıda alerjisi belirtileriBesin alerjisi veya besin reaksiyonu direkt besinlerin yol açtığı veya besinlerin tetiklediği etkenlerden dolayı ortaya çıkan, bağışıklık sistemini etkileyen mekanizmalarla birleşerek oluşturduğu anormal etkilerdir. Dünya genelinde yetişkinlerde %2, çocuklarda ise %5 oranında besin alerjisi rahatsızlıkları görülür.
Besin alerjilerinin birçok belirtisi vardır. Bunlar deri üzerinde, kulak burun boğaz sisteminde, gözlerde, solunum yolunda, sindirim sisteminde ve sinir sisteminde görülür. Deri üzerindeki problemlerde genelde kaşınma, kızarıklık, terleme, sivilcelenme ve lekelenme gibi sorunlar ortaya çıkar. Kulak, burun ve boğaz sisteminde ise burun tıkanıklığı, hapşurma, öksürme, burunda akıntı, baş dönmesi rahatsızlıkları görülür. Gözlerde ise bulanıklık, sulanma, kızarma, şişme ve kaşıntı rahatsızlıkarı meydana gelir. Sindirim sistemini de etkileyen alerjik reaksiyonlar bulantı, kusma, ishal, yutmada zorlanma, hazımsızlık, midede yanma gibi sorunlara yol açar.
İnsanlar yaşamları süresince sağlıklı bir şekilde beslenmek için çeşitli ürünleri tüketir. Protein, karbonhidrat, su, vitamin ve mineraller besin öğeleri olarak değerlendirilir. Hazır gıdalarda ve bazı besinlerde bu temel besin öğelerinin yanında farklı katkı maddeleri de bulunur. Alerjiye neden olan maddeler genelde bu besin öğelerinin yapısında bulunur. Özellikle protein yapısında alerjiye neden olan maddeler daha fazla vardır.
İnsanlarda besin alerjisinin görülmesine neden olan besinler genelde inek sütü, yumurta, deniz ürünleri, fındık, fıstık, ceviz, et, sebze, meyve, baharatlar, kuru baklagiller, aroma ve çeşni içeren besinler, çikolata, bal ve gazlı ve kafeinli içeceklerdir. Özellikle süt ve yumurta gibi protein ağırlıklı besinler diğer besinlere göre daha fazla alerjiye neden olurlar. Kabuklu kuruyemişler içerisinde de yer fıstığı ciddi alerjik reaksiyonlara neden olabilir.
Bu besinlerin bazıları çocukluk döneminde alerji oluşturur. Genelde 12 ve 24 aylık dönemlerdeki çocuklarda inek sütü besin alerjisine neden olabilir. Fıstık alerjisi gibi besin alerjileri ise yaşam boyunca devam edebilir.
Son dönemlerde katkı maddesi içeren hazır besinlerin tercih edilmesi de besin alerjisine yol açan etkenlerden birisidir. Özellikle alkollü içecekler, turşu, patates kızartması ve cipsi gibi ürünler besin alerjilerine neden olur.
Alerji durumunda hemen bir uzmana görünmek gerekir. Tedavi esnasında alerji testi yapılır ve besin alerjisinin neden kaynaklandığı ortaya çıkar. Besin alerjisinin ortaya çıkması durumunda vücut direncini ve bağışıklık sistemini kuvvetlendirmek gerekir. Bunun için bol miktarda C vitamini alınmalıdır. İlaç tedavisi ile birlikte kesin tanıdan sonra alerjiye neden olan besinden uzak durulmalıdır. Limon, portakal, greyfurt gibi C vitamini bakımından zengin besinlerin yanında E vitamini ve beta karoten içeren besinlerin tüketilmesi ve ajerjik reaksiyonların hızlı bir şekilde ortadan kalkmasını sağlar.
migren nasıl geçer - bitkisel migren tedavisi - migren tedavisinde kullanılan bitki çayları - baş ağrısına iyi gelen bitki çaylarıAtaklar halinde gelen migren ağrıları orta şiddette veya şiddetlidir. Kişinin gün içindeki aktivitelerini engeller. Migreni tetikleyen yağlı yiyeceklerden kahve, şarap gibi içeceklerden uzak durmak ağrıları hafifletebilir. Bunun yanı sıra migren ağrılarını bitkisel otlardan elde edilen çaylarla hafifletmek mümkündür.
Biberiye: Baş ağrılarına iyi gelen bitkilerden biri biberiyedir. 25 gram biberiye 1 litre kaynar suya atılarak 10 dakika dinlendirilir. Baş ağrısı olduğu zamanlarda bir bardağı soğuk halde tüketilmelidir.
Çarkıfelek Çiçeği: Sakinleştirici özelliği ile sinirsel nedenli baş ağrılarına çok iyi gelir. Çiçeğinden 30-35 gram 1 litre soğuk suya katılır, ağır ateşte 10 dakika kaynatılır. Bir süre dinlendirilip baş ağrısı olduğunda bir fincan içilir.
Cayenne Biberi: Kişinin ağrı eşiğini yükseltir. Ağrı eşiği yükselen hasta ağrıya karşı daha az duyarlı hale gelecektir. Cayenne biberinin bir tutamı sıcak suda bir süre dinlendirdikten sonra balla tatlandırılarak tüketilebilir.
Kekik: 1 su bardağı kaynar suya 2-3 gram kekik eklenerek 10 dakika dinlendirilir. Ağrı zamanında bir bardak içilir.
Defne, Oğulotu ve Fesleğen: Bu üç ot 2 su bardağı kaynar suyun içine atılarak 15 dakika demlenir. Bu karışım günde 2-3 bardak içilebilir. Düzenli olarak en az bir ay içmeye devam edilmelidir.
Kediotu Kökü: 1 bardak kaynar suya 4-12 gram kediotu kökü konulur ve 10 dakika bekletilip günde 3 bardak yemeklerden önce içilir.
Anason: 1 bardak kaynar suya 2-4 gram anason konulur. 10 dakika dinlendirilip günde 3 bardak içilir.
Oğulotu yaprağı: 1 bardak kaynar suya 4-10 gram ufalanmış oğulotu yaprağı konulur ve günde 3 bardak tüketilir.
Ihlamur: Migren ağrılarında, sıcak olarak içilen ıhlamur kan damarlarını gevşetir. Baş ağrısını önler.
Lavanta Çiçeği: Antiseptik bir özelliğe sahiptir. Bu özelliği ile rahatlamaya yardımcı olur. 6 gram lavanta çiçeği 1 litre kaynar suya atılır ve üstü sıkıca kapatılır. 5 dakika bekledikten sonra günde 2 veya 3 kez tüketilebilir.
Bitkisel çaylar baş ağrılarını hafifletir ve sakinlik verir. Migren hastaları ilaçlarını düzenli kullanmalıdır. İlaçlarına ek önerilen bitki çaylarını tüketerek ağrılarını hafifletebilirler.
tansiyon düşüklüğü - tansiyon neden düşer - düşük tansinoa ne yapılır - düşük tansiyon belirtileriHayat sıvımız olan kanın içinde bulunduğu atardamarların çeperlerine yapmış olduğu basınç tansiyon olarak adlandırılır. Kişinin tansiyon değeri farklı durumlarda farklı değerlerde olabilir. Örneğin dinlenme, spor yapma, yemek yeme, oturma ya da ayakta durma gibi durumlarda tansiyonda farklılıklar meydana gelebilir. Normal şartlarda sağlıklı bir insanın tansiyon değerlerinin 120/80 mm Hg (milimetre cıva) aralığında olması gerektiği kabul edilir. Tansiyon değerleri eğer 90/60 mm Hg’nın altına düşerse bu durumda tansiyonun düşük olduğundan, bahsedilebilir.
Düşük tansiyon aşırı terleme, uzun süren ishal, istifra etme, susuzluk, üzülme, aniden ayağa kalkma, kan kaybı yaşanması gibi durumlarda görülebileceği gibi bazı kalp ilaçları, idrar söktürücüler ve antidepresanlar da tansiyonun düşmesine sebep olabilir. Bunun yanında kalp hastalıkları, Parkinson hastalığı, beyin ve omurilik tümörleri de tansiyon düşmesine yol açabilir. Eğer yaşanan tansiyon düşüklüğünün sebebi bilinmiyor ve bu durum sıklıkla yaşanıyorsa mutlaka doktora başvurulmalı ve tansiyon düşüklüğünün altında yatan sebep öğrenilmelidir.
Düşük tansiyon genellikle gözlerde kararma, halsizlik, kulak çınlaması, mide bulantısı, baş dönmesi, sersemlik, yüz renginin solması, bilinç bulanıklığı ve nefes almada güçlük gibi belirtiler gösterir. Zaman zaman tansiyon düşmesi baygınlıkla da sonuçlanabilir. Bu gibi durumlarda dikkatli olunmalı ve baygınlık durumunda daha büyük problemlerin ortaya çıkmaması için düşük tansiyonla ilgili önlemler alınmalıdır.
Düşük tansiyonun önüne geçmek için öncelikle dengeli beslenmeye ve yeterli su tüketimine dikkat edilmelidir, tuz tüketimi sınırlandırılmalıdır. Özellikle terlemenin fazla olduğu durumlarda ve ishal gibi sıvı kaybının fazla olduğu durumlarda en kısa sürede vücudun kaybettiği sıvı yerine koyulmalıdır. Ayrıca başta kansızlık olmak üzere kalp-damar hastalıkları ve diğer hastalıklar ile ilgili tedaviler aksatılmamalıdır. Düşük tansiyondan korunmak için spor yapılmalı ancak aşırı yorgunluktan, aşırı sıcaklardan ve uzun süre ayakta kalmaktan kaçınılmalıdır. Yataktan ve koltuktan hızlı kalkılmamalı, kalkarken kademeli olarak hareket edilmelidir.
Düşük tansiyonda yapılması gereken ilk iş hastanın sürt üstü düz bir zemine yatırılması ve ayaklarının vücut düzeyinden bir miktar yukarıya kaldırılmasıdır. Bu şekilde aniden düşen kan basıncı kısa sürede dengelenebilir.
Eğer tansiyon düşüklüğünün neden kaynaklandığı bilinmiyor ve hasta baygınsa, bu durumda hastaya herhangi bir sıvı ya da gıda verilmemelidir. Ancak düşük tansiyon aşırı sıcak, susuz kalma, aşırı terleme ve yorgunluk gibi durumlardan kaynaklanıyorsa bu durumda bilinci açık hastaya su, ayran ve sonda gibi sıvılar verilebilir, ya da gıda alması sağlanabilir.
Düşük tansiyonun yükseltilmesi için hastaya tuzlu ayran verilmesi çok sık başvurulan bir yöntemdir. Ancak özellikle yüksek tansiyon hastaları için bu durum çok daha tehlikeli durumlara yol açabilir. Bu sebeple tansiyonu düşen kişiye tuzlu ayran verilmesi önerilmez.
Eğer hastanın bilinci yerine gelmiyor ya da düşük tansiyondan kaynaklanan şikayetler devam ediyorsa en kısa sürede bir sağlık kuruluşuna götürülmelidir.
bellek kaybı - hafıza kaybı belirtileri - hafıza kaybı tipleriİnsan vücudu, bir ömür boyunca çeşitli biyolojik, fiziksel ve zihinsel rahatsızlıklar geçirebilir. Bu rahatsızlıklardan biri de zihinsele giren hafıza kaybı olmaktadır. Hafıza kaybını, çeşitlerini, nedenlerini ve hafıza kaybına sebep olan rahatsızlıkları kısaca açıklayalım.
Hafıza Kaybı: Hafıza Türkçede bellek anlamına gelir ve geçmiş veya şimdiki zaman hatta gelecek ile ilgili bazı bilgileri, planları hatırlama yeteneğidir. Hafıza kaybı da kısaca bu planlamaları ve bilgileri hatırlayamamaktır.
Hafıza Kaybı Belirtileri
Adres unutma ve gideceği adresi hatırlayamamak,
Eşyaları koyduğu yerleri hatırlayamamak ve bulamamak,
Yapacağı işi unutmak,
Sürekli olarak aynı soruları sormak,
Benzer işleri daha uzun sürede tamamlamak,
Kullanılan kelimeleri karıştırmak,
Önceleri, konuşulduğunda sürekli kullanılan kelimeleri bile unutmak.
Hafıza kaybı ile halk arasında kullanılan jargondaki unutkanlık karıştırılmamalıdır. Unutkanlık daha önceden yapılan işlerin tekrarlandığı sırada eksik yapılmasıyla belirlenir. Hafıza kaybına sebep olan birçok hastalık bulunmaktadır. Bu hastalıklar ise:
Çok çeşit enfeksiyonel hastalıklar,
Tümör çeşitleri,
Beyin damarı rahatsızlıkları gibi hastalıklar hafıza kaybına sebep olan ve hafıza kaybını tetikleyen rahatsızlıklardır.
Bu çeşit hastalıklar bir hafıza hastalığı olan demansın yani unutkanlığın bir parçası olabilmekte ve ilerleyen aşamalarda zihinsel fonksiyonlarda rahatsızlıklara yol açabilmektedir. Hafıza kaybının birçok çeşidi bulunmaktadır. Bunlardan bazıları sıralamak gerekirse:
Anterograd hafıza kaybı: Yeni olayların uzun süre hatırlanamaması ile olur.
Travmatik hafıza kaybı: Başa alınan darbe ile ortaya çıkar ve çoğunluk ile geçicidir.
Global hafıza kaybı: Hafıza tamamıyla kaybedilir. Travmatik bir olay ile olur.
Posthipnotik hafıza kaybı: Hipnoz sırasındaki olaylar unutulabilir ve geçmiş hiçbir zaman hatırlanmaz.
Psikojenik hafıza kaybı: Travma, beyin yaralanması ve hastalık ile değil psikolojik nedenlerden dolayı yaşanılan hafıza kaybıdır.
Kaynak hafıza kaybı: Hafıza bozukluğudur. Şahıs olayı veya hatırayı hatırlasa da nasıl hatırladığını veya kimle ilgili olduğunu hatırlayamaz.
dalak büyümesi sebepleri - dalağın büyümesi - dalağın görevleri - dalak büyümesi yapan hastalıklarİmmün sisteminin bir parçası olan dalak, vücudun sol kısmında , göğüs kafesinin altında yer alır. Ortalama yarım kilo kadar gelen bir organdır. Bağışıklılk sisteminin bir parçası olması nedeniyle vücudu hastalıklara karşı koruma aşamasında önemli rol oynar. Bunun dışında vücuttaki sıvı dengesini kontrol etme özelliğine de sahiptir. Dalak büyümesi kendi başına bir hastalık olarak kabul edilmez, çeşitli hastalıklarda bulgu olarak gelişebilir.
Dalak büyümesinin nedenleri nelerdir?
Dalak büyümesi rahatsızlığının ortaya çıkmasının nedenleri arasında enfeksiyonlar gelmektedir. Enfeksiyonlar bakteriyel, viral ya da parazitik özellikte olabilir.
Siroz hastalığının ortaya çıkardığı ilk bulgu dalak büyümesidir.
Wilson hastalığı, vücudun türlü yerlerinde bakır birikmesine neden olan doğuştan getirilen bir hastalıktır. İlaçla tedavisi mümkün olup bazı durumlarda hasta karaciğer nakline ihtiyaç duyabilir. İşte wilson hastalığı olan hastalarda dalak büyümesi görülme olasılığı oldukça yüksektir.
Talasemi hastalığı kalıtsal yoldan aktarılan ve önlenebilen bir kan hastalığıdır. Akdeniz Anemisi adıyla bilinir. Bu hastalık da dalak büyümesinin nedenleri arasında yer alan bir etkendir.
Lenfoma, lenfositlerin neden olduğu bir kanser türü olup hastanın vücudundaki birçok organı etkilediği gibi dalağı da olumsuz etkileyerek dalak büyümesine neden olur.
Kolanjit, safrayla ilgili bir hastalık olmakla birlikte kişide bu hastalın bulunması aynı zamanda dalak büyümesine de zemin hazırlar.
Frengi gibi bakteriyel kaynaklı hastalıklar da dalak büyümesi sorununu tetikleyen etkenler arasındadır.
Karaciğerdeki damarlarda tıkanmalar oluşması bu damarlarda kan pıhtılaşmasına neden olur. Kan pıhtılaşmasının bir sonucu olarak da dalak büyümesi yaşanabilir.
Karaciğerle ilgili yaşanan tüm sıkıntılar dalağı olumsuz etkileyen etkenler doğurur.
Dalak büyümesinin belirtileri nelerdir?
Bazı durumlarda dalak büyümesi farkedilmez.
Az yemekle bile hastanın kendini fazla tok hissetmesi, fazlaca doygunluk hissi.
Aşırı yorgunluk, halsizlik duyulması.
Sık kanamalar yaşanması da dalak büyümesinin belirtileri arasındadır.
lenf bezlerinin görevleri - lenf bezlerinin büyüme sebepleri - hangi hastalıklar lenf bezi büyümesi yaparVücudumuzda çeşitli bölgelere yayılmış çok sayıda lenf bezi bulunur. Bu bezler, vücutta yüzeysel veya derin yerleşimlerde bulunabilir. Yüzeysel lenf bezleri boyunda, kasıklarda ve koltuk altlarında yer alan, dokunulduğunda hissedilebilen küçük şişliklerdir.
Lenf bezlerinin önemi
Lenf bezleri, lenfatik sistem içerisinde yer alır ve lenf damarlarındaki sıvıyı temizler. Vücuda zararlı maddelerin kana karışmasını önler. Lenf bezinde biriken bu maddeler yok edilerek zararsız hale getirilir. Lenf bezlerinin bir diğer önemli işlevi de antikor üretimidir. Antikorlar mikroplarla savaşarak vücudun bağışıklık sistemini güçlendiren moleküllerdir.
Büyümeye neden olan faktörler
Lenf bezlerindeki büyümeye, tıpta ''lenfadenopati'' kısaca LAP adı verilir. LAP’ların çok büyük bir bölümü iyi huylu oluşumlardır. Nadiren kansere yol açarlar.
Lenf bezlerinin büyüklüğü, oluşabilecek riskli durumlar için belirleyici bir faktördür. 1.5 cm’den büyük lenf bezleri riskli olarak değerlendirilir ve izlemeye alınır.
Yüzeysel yerleşimli lenf bezlerindeki büyüme, bütün vüduda yayılabilir. Bu durum ciddi bir hastalığa işaret edebilir. Tüm vücuda yayılan şişliklerde kanser ve AIDS şüphesini akıllara getirebilir. Elle muayene USG ve tomografi, oluşan düğümlerin tanısında kullanılan yöntemlerdir
Lenf bezlerindeki büyüme yüzeysel bezlerde olabileceği gibi, tüm vücuda yayılarak derin yerleşimli bezleri de etkileyebilir. Böyle durumlar, genellikle altta yatan daha ciddi bir hastalığın habercisidir.
Enfeksiyonlar
Diş çürükleri
Üst solunum yolu enfeksiyonları
Toksoplazma gibi parazit enfeksiyonları
Öpücük hastalığı
AIDS
Lenf kanseri
Romatizma
Kullanılan bazı ilaçlar lenf bezlerinde büyümeye yol açabilir.
sarı nokta hastalığı nedir - sarı nokta hastalığının sebepleri - sarı nokta hastalığında belirtilerYaşlanmaya bağlı olarak görme yetisinde meydana gelen değişmelere ve azalmalara sarı nokta hastalığı denilmektedir. Görme yetisini sağlayan ‘maküla’nın bozulması sonucu ortaya çıkar. Maküla küçük yazıları okumayı, iğne deliğinden iplik geçirmeyi sağlayan gözün bölümüdür. Bu hastalık ilerlediğinde görme kaybına bile yol açabilmektedir.
En sık kimlerde görülür?
55 yaş ve üzerindeki kişilerde
Kalıtımsal olarak ailesinde daha önce bu hastalığı olanlarda
Sürekli alkol ve sigara kullanan kişilerde görülme olasılığı daha fazladır.
Sarı Nokta Hastalığının Belirtileri nelerdir?
Kırık görme
Dalgalı görme
Okurken zorlanma
Renkleri canlı görememe
Baktığı noktayı bulanık ama etrafı net görme
Görmede karartıların oluşması
Çeşitleri nelerdir?
Kuru ve yaş olmak üzere iki çeşidi bulunmaktadır. Kuru da görme yetisi çok uzun yıllar boyunca yavaş yavaş azalır. Bu yaşlanmaya başlayan birçok insanda görülmektedir. Yaşta ise görme yetisinin çok hızlı bir şekilde kanamalı olarak kaybolmasıdır.
Sarı nokta hastalığı nasıl teşhis edilir?
Hastalığı teşhis etmek için doktor göz anjiyografisi çekmektedir. Bir başka tanı yöntemi ise göz tomografisidir. Göz anjiyografisinde koldan ilaç verilir. İlaç göz damarlarında ilerlerken damarların fotoğrafı çekilir. Eğer ilaç damarların dışına çıkarsa bu tehlikelidir ve yaş sarı nokta hastalığının habercisidir. Göz tomografisinde ise retina içinde sıvı görülürse bu da yaş sarı nokta hastalığının habercisidir.
Sarı nokta hastalığının tedavisi nasıl yapılır?
Kuru tipte vitamin desteği sağlanır. Omega 3 verilir. Bunlara koruyucu tedavilerde denilmektedir. Yaş tipte ise hastalığın riski daha fazladır. Hızlı bir şekilde ilerlediği için iğne tedavisi ya da foto dinamik tedavisi yapılmaktadır. Bu tedaviler görmeyi iyileştirmese de hastalığın ilerlememesine yardımcı olmaktadır.
Tedavi tek başına yeterli midir?
Tedavi ne kadar yapılırsa yapılsın, ilaçlar kullanılırsa kullanılsın kişi kendine dikkat etmelidir. Eğer sigara kullanıyorsa sigarayı bırakmalıdır. Güneşten korunmalı, güneşe çıkarken mutlaka filtreli güneş gözlüğü takmalıdır. Akdeniz diyeti yapmalı, kolesterol içeren yemeklerden, kırmızı etten uzak durmalıdır. Eğer hipertansiyonu varsa kişi bunu kontrol altına almaya çalışmalıdır. Doktor tedavisinin yanında bol bol havuç, domates, ıspanak, portakal, kivi yemelidir. Belli aralıklarla balık yemelidir.
dilde yanma - dil yanmasının sebepleri - ağız içi yanıkları - dil yanmasına ne yapılırGünlük hayatta sık sık karşılaştığımız ve çoğu zaman başımıza dert olan dil yanması dikkat edilmediğinde ya da tedavi uygulanamadığında çok ciddi tıbbi sorunlar meydana getirebilir. Sıcak içecek veya çorba gibi sıvı gıdaların hızlıca ve dikkatsizce tüketilmesi sonucu otaya çıkan dil ve ağız içi yanıkları bazı kolay ve pratik uygulamalar ile giderilebilir.
Dil yanması da diğer yanık türleri gibi farklı derecelerde oluşabilir. Birinci derecen yanıklar dilin yalnızca dış tabakasını etkileyerek dilin kızarmasına ve şişmesine neden olur. Bu tip yanıklarda ağrıyı azaltmak için öncelikle yanık bölge soğuk su ile birkaç dakika yıkanmalıdır. Ağız içerisinde ve dil üzerinde herhangi bir kir veya parçacık kalmamasına dikkat edilmelidir. Yanık bölge bol su ile temizlendikten sonra ağrıyı hafiflermek için buz ya da dondurma gibi soğuk yiyecekler tüketilebilir.
Yarayı tahriş ederek daha kötü hale getirebilecek sıcak veya ılık sıvılardan uzak durulmalıdır. Ardından tuzlu veya karbonatlı su ile gargara yaparak mikropların temizlenmesine ve yaranın tedavisine başlanabilir. Dilinizin üzerine bir miktar toz şeker koymak acıyı hafifletecektir. Kulaktan dolma bilgiler ya da kişisel uygulamalar ile yanık enfekte olabilir. Bu durumda yapılması gereken tek şey bir uzmana başvurmaktır.
Daah ciddi yani ikinci ve üçüncü dereceden yanıklarda dilin hem alt hem de en derin tabakaları hasar görmüş olacağı için acil bir tıbbi müdahale gerekecektir. Zaman kaybetmeden en yakın hekime başvurmanız gerekmektedir.
ayaklarda üşüme - ayak üşümesinin sebepleri - kansızlığa bağlı ayak üşümesiAyak üşümesinin pek çok farklı nedeni vardır. Çoğu; sağlık problemlerinin başlangıcı olarak ortaya çıkar.
Aşırı kansızlıktan dolayı ayaklar yün çoraplar içinde ve yazın en sıcak günlerinde dahi üşüyebilir. Sürekli oturan ve hareketsiz kalan vücutlarda ayaklar hareket etmediği için üşüyebilir ve bir süre sonra ortopedik problemler başlar. Damarların herhangi bir şekilde tıkanması da kan akışını zayıflatacağı için ayakların üşümesine yol açar.
Küçük çocuklardaki ayak üşümesi problemlerinin çoğu iç hastalıklar ya da sağlık problemlerinden dolayı değil; hareketsizlikten kaynaklanmaktadır. Yürüme dönemine kadar bu problemle çokça karşılaşabiliriz. Az da olsa herhangi bir sağlık probleminden dolayı küçük çocukların ayakları üşüyebilir. Bu problem sürekli hâle gelirse mutlaka doktora danışılmalıdır. Sık görülmeyen ve uzun süre hareketsiz kalındığında oluşan ayak üşümesini gidermek için hareket etmek gerekir. Basit jimnastik hareketleriyle bu problemden kurtulabiliriz. Jimnastik edecek kadar gelişmiş bir kas sistemin sahip olmayan küçük çocukların elleri ve kolları ebeveynleri tarafından hareket ettirilmelidir.
Uzun süren ve sporla geçmeyen ayak üşümeleri için mutlaka bir doktora danışılmalı; genel bir sağlık taramasından geçilmelidir. Gençlik döneminde kansızlık yaşayan kadınların ayak üşümelerini önlemek için kan sulandırıcı doğal yöntemleri tercih etmeleri önerilir.
Ayak üşümesinin nedenleri bu şekilde sıralanabilir. Basit önlemlerle üşümeyi önlemek ve sağlık problemlerinin önüne geçmek mümkündür. Ayak üşümesini dikkate almalı; sağlımızı korumalıyız.
bel incinmeleri - belde incinme belirtileri - bel incinmesi nasıl geçerBirinci Adım: Belinize buz poşeti sarın. Belinize bandajla sarmadan önce buzu hafif bir gömleğe sarın. Bu, cildinizin donmasını engelleyecektir. Sırtınıza bu şekilde yirmi dakika süresince günde üç defa buz tutun.
İkinci Adım: Kas spazmlarını artık hissedemeyeceğiniz için buz kullanmak yerine sıcak kompres yapın. Buzun amacı şişmeyi ve spazmları durdurmaktır. Bu semptomlar sona erdiğinde kasları gevşetmek için sıcak kompres yapın. Eğer ısıtma yastığınız yoksa sıcak bir banyo yapın. Sıcak kompresi yirmi dakika uygulayın.
Üçüncü Adım: İburopfen ya da parasetemol gibi hafif bir ağrı kesici alın. Eğer hangi ağrı kesiciyi almanız gerektiği konusunda emin değilseniz eczacınıza danışın.
Dördüncü Adım: Daha yavaş bir hızda günlük faaliyetlerinize devam edin. İçinizdeki ses ağrıyan sırtınızı rahatlatmanız için oturmanız ya da uzanmanızı söyleyebilir; ama bu kasları sağlıklı hale getirmektense daha fazla kasılmalarına sebep olur.
Beşinci Adım: Gerekirse sırtınızı korseyle destekleyin; ama kaslarınız için dış desteklere tamamen bağımlı olmamaya dikkat edin. Sakatlanmanızdan sonra bir iki gün, kas spazmlarınız duruncaya dek korse kullanın. Korse kaslarınızı daha fazla incitmenize engel olacaktır; ama eğer çok uzun süre takarsanız kaslarınızın gücünü azaltarak ikinci bir sakatlanmayı daha olası hale getirebilir.
addison hastalığı nedir - addison hastalığının sebepleri - böbrek üstü bezi hasarı - addison hastalığının tedavisiAddison hastalığı çok fazla görülen bir hastalık değildir. Hastalığın oluşması için iki böbrek üstü bezinin de işlevini tam yapamaz duruma gelmesi gerekmekte, bununda basitçe olmadığı, ancak tüberküloz, otoimmum, mantar enfeksiyonları gibi ciddi hastalıkların neticesi olarak oluştuğu bilinmektedir. Hasta olan kişide addison, kan basıncında düşme, halsizlik, yorgunluk, sinir yapısında aşırı hassasiyet, deri problemleri, mide ve bağırsak sorunları meydana getirir.
Kadınlarda ve erkeklerde görülebilen, aynı miktarda şikayetlerin olduğu ve genelde orta yaştaki kişilerin yakalandığı, ciddi bir hastalıktır. Hasta olan kişiler tedavi görmeye başlamazsa, durumunun ciddiyetine bağlı olarak kesin ölüm ile sonuçlanması olağan bir durumdur. Böbreklerin üstünde bulunmakta olan kabuklu korteks yapıdaki bu bezlerin hormonal salgıları vardır. Bu salgıları üretemeyecek şekle gelmesi, hastalığın kesin teşhisinin konulmasını temin eder.
Hastalığın seyrinde deride lekeler, cilt dökülmeleri, epitel dokuda renk değişimleri, ishal, kusma, kilo kaybedilmesi, aşırı terleme, baş ağrıları, uyuşukluk durumları, dengesiz ruh halleri, titreme, konsantrasyon bozukluğu, hafıza problemleri gerçekleşir.
Addison hastalığı tedavisi
Tedavi olarak en yaygın kullanılan yöntem kortikosteroid ilaçlarıdır. Bu ilaçlar kullanılarak böbrek üstü bezlerin görevleri yerine getirilmiş olur fakat ilaç tedavisinin yaşam boyu sürmesi gerekir. Hastalar bu ilaç grubunda yer alan hidrokortizon ilacını her zaman yanlarında bulundurur. İlaç hazır bir biçimde şırınga içerisinde yer alır ve lazım durumlarda hastanın bizzat kendisi tarafından vücuduna enjekte edilir. Aşırı terleme, sinir tepkileri de hemen yapılması gerekir.
Hasta olan kişilerin kriz durumları vardır. Bu sebepten dolayı kriz ve bayılma anlarında yardım etmek isteyen insanları bilgilendirmek için ceplerinde yapılması gerekenlerin yazdığı bir kart bulundurmaları gerekir. Bu sayede bilincin yitirildiği durumlarda yanlış yöntemlerin uygulanması engellenmiş olmaktadır.
ağız kanseri nedir - ağız kanseri kimlerde olur - ağız kanseri sebepleri - ağız kanseri tedavisiAğız kanseri, dudakların üstünde, ağzın içinde, gırtlak, bademcikler veya tükürük bezlerinin arkasında oluşan iltihaplanmanın ve mikropların birikimi neticesi meydana gelen kanser tipidir.
Kadınlara kıyasla erkeklerde daha sık görülmekle birlikte 40 yaşın üstündeki bireylerde daha sık karşılaşılan bir hastalıktır. Yoğun alkol tüketimi ile birlikte sigara, en önemli risk etkeni arasında yer almaktadır.
Erken teşhis edilmemesi halinde, ameliyat, radyasyon terapisi ve kemoterapiye gerek duyulabilir. 5 yıl boyunca hayatta kalma oranı yüzde 50 olmakla birlikte, nadir de olsa ölümcül vakalar da meydana gelebilir. Tahminlerin netleştirilememesinin en büyük nedeni, belirtilerin net olarak ortaya çıkmamasıdır. Erken teşhis, hastalığın yok edilmesinde çok mühimdir ve teşhis sonrası tedavi de kısa sürelidir.
Ağız Kanseri'nin Belirtileri Nelerdir?
Ağız içerisinde veya etrafında beyaz veya kırmızı renkli alanlar dikkati çeker, ağız içerisinde duyarlı, tahriş olmuş, kabarık veya kalınlaşmış tabakaların olması, ağızda veya boğazda tekrarlayan ve devamlı hale gelen aşırı kanamalar, seste boğukluk veya boğazda oluşan yutkunamama hissi, çiğneme ve yutkunma sorunu, dil ve çene hareketlerinde aşırı zorlanma, yine dil ve çenede uyuşukluk, his kaybı, alt ve üst çenede oluşan şişlikler belli başlı belirtiler arasında yer almaktadır.
Ağız kanseri lezyonları başlangıç aşamasında ağrısızdır, kanser ilerleyen dönemlerde hızlanarak sağlıklı ağız dokularında harabiyet oluşturdukça ağrı şikayeti de artmaya ve şiddetlenmeye başlar. Kişinin kendine bir teşhis koyması güç olabilir. Basit bir iltihap ya da ağrı olarak nitelendirebilir. Dolayısıyla tertipli olarak diş doktoru kontrolleri son derece önemlidir. Ağız kanserlerinin sebebi tam olarak bilinemez . Tütün ürünleri, alkol ve bazı besinlerde bulunmakta olan karsinojen maddeler ve şiddetli güneş ışığı altında kalma gibi etkenlerin, ağız kanseri riskini arttırdığı bilinmektedir. Genetik bir hastalık olarak da nitelendirilebilir fakat bu durum istisna olarak kabul edilir.
Hastalık nasıl tedavi edilir.
Teşhis konulduktan sonra, ağız cerrahı ve diş doktorları, her bir hastanın ihtiyaçlarına, bünyesine ideal bir tedavi planı ve yöntemi geliştirir. Genellikle ameliyat ideal görülmektedir, akabinde radyasyon ve kemoterapi işlemleri uygulanır. Bu terapilerin ağızda yaratabileceği değişikliklere ve aşina olan ve alanında uzman bir diş hekimine başvurmak dikkat edilecek hususlar arasında yer alır. Şeker veya nişasta içeren ürünleri her tüketişinizde, plaktaki bakteriler 20 dakika veya daha fazla bir sürede dişlerinizi aşındıran ve tahrip eden asitleri meydana getirmektedir. Diş minenizin gördüğü zararı ve tahribatı azaltmak için besin lokmaları ve tüketilen içeceklerin sayısını veya arasını sınırlamanız gerekir. Bir şeyler atıştırırken peynir, çiğ sebze, sade yoğurt veya meyve gibi besleyici gıdalar öncelikle tercih edilecek besin maddeleri arasında yer alır.
Radyasyon terapisi: radyasyon terapisi, pekçok insanda ağızda tahriş, ağız kuruluğu, yutkunma güçlüğü ve tat değişikliklerine sebep olabilir. Bundan başka, radyasyon diş çürüklerini de aşırı derecede arttırır, dolayısıyla bilhassa radyasyon tedavisi aşamasında dişleriniz, diş etleriniz, ağız ve gırtlağınıza bundan başka itina göstermeniz lazımdır. Radyasyon tedavisi sorunlarında ve daha sonra karşılaşabileceğiniz ağız problemlerinizi kanser uzmanınız ve diş doktorunuza tertipli olarak bildirdirmeniz lazımdır. Radyasyon tedavisi zararlı gibi görünebilir fakat lazım tedbirleri aldıktan ve kontrolleri sağladığınız sürece hiçbir sıkıntı yaşamazsınız.
ağız sağlığının korunması - ağız kokusu sebepleri - diş eti sağlığı - ağız kokusu nasıl giderilirAğız sağlığının iyi olması her insan için çok mühimdir çünkü ağzımız ve dişlerimiz görüntümüzün yüz ile birlikte en önemli bölümünü oluşturur.
Şayet bunların gelişi güzel birinde bir problem meydana gelirse ne kendimizi iyi hissedebilir nede etrafımızla olan ilişkimizi rahat sürdürebiliriz. Yaşadığımız bu dertler çoğu zaman iyileştirilebilir yada düzeltilebilir problemlerdir. Önemli olan bu sorunların erkan zamanda teşhis edilebilmesi ve lazım olan düzenleyici uygulamaların yapılmasıdır. Şimdi çoğu insanın başına gelen bir sorun olan ağız kokusunun nasıl önlenebileceğinin yollarını belirli başlıklarla açıklayalım ;
1-)diş ve diş etlerinin sağlıklı olması : diş etlerimizin pembemsi renginin kaybolması, şişmesi , kanaması ve iltihaplanması , dişle dişeti arasından cerahat gelmesi, dişetlerinin çekilmesi ve yiyeceklerin yeterli kadar çiğnenmemesi ağız kokusuna neden olan önemli unsurlardandır. Ağız, besinlerin ilk sindirimle karşılaştığı bölgedir bu yüzden yiyecekler yumuşatılmak için tükürükle ıslatılır. Uygulanan bu biyolojik işlem hem ağız mukozasında hemde dişetlerinde asidik bir ortamın oluşmasına neden olur. Bu nedenle asit ortamda bakteriler kolaylıkla üreyebildikleri için süreklilik arz eden ağır bir kokuya neden olurlar. Bununla birlikte dişlerimizin çürümesi ve üzerlerinde meydana gelen tartar ile plaklarda ağız kokusunun oluşum kaynakları arasındadır. Diş ve dişeti sağlığının korunması için ideal karışımlarla gargara yapılmalı, doğal diş macunu kullanmaya dikkat etmeli ve dişlerimizin tertipli olarak temizliğine itina göstermeliyiz. Bundan başka 3 yada 6 ay gibi aralıklarla diş doktoruna giderek ağız hijyenimizin uzman kişiler tarafından kontrol edilmesini sağlamalıyız.
2-) diş ipi kullanımı: diş ipi, diş fırçası v. B diş temizleyicisi aparatların ulaşamadığı diş aralarının ve yapay protezlerin diş etine yönelik bölümlerinin temizlenmesini sağlayan bir araçtır. Mümkün olduğunca kullanılması gerekmektedir çünkü fırça ve macun yardımıyla yapılan sağlıklı bir temizlik bile diş yüzeylerinin ve diş etlerinin aralarını temizleyemez. Bu nedenle günde en az 1 kere diş ipi kullanılmalı ve kullanım esnasında diş etlerine zarar verilmemelidir. ( diş ipinin nasıl kullanıldığını bilmiyorsanız yazımızın sonundaki 2. Videoyu izleyerek diş ipinin kullanım biçimini öğrenebilirsiniz. )
3-) burun temizliğinin yapılması : bu konuda önemli olan nokta burnumuzun tıkalı olmaması halidir çünkü şayet burnumuz tıkalı olursa nefes alıp vermemiz tamamiyle ağız yoluyla sağlanmış olur. Solunum sebebiyle ağız ve boğazda meydana gelen kurumada bakterilerin üremesine ortam hazırlar. Burnumuz hakkında diğer bir dikkat edilmesi gereken durum ise grip ve benzeri iltihap kaynaklı hastalıklarda solunum yollarının mümkün olduğunca temiz tutulmasıdır. Şayet burun temizliği aksatılır ise kuruma sürecine giren iltihaplanma, her solunum aşamasında aşırı derecede fark edilebilen ağır bir kokuya sebep olur. Dolayısıyla burun temizliğine dikkat edilmeli sinüs yollarının sağlıklı olması temin edilmelidir.
4-) protezlerin temiz tutulması : ağız içerisindeki yapay protez ve köprülerde tıpkı dişlerimiz gibidir ve temizlenmediği taktirde çoğu zaman üzerlerinde dişlerimizden de fazla besin artığı bırakırlar. Biriken bu besin artıkları haliyle kuvvetli bir kokuya sebep olarak hayatımızı negatif tesirler. Bu yüzden protez ve köprüleri sık aralıklarla temizlemek ve lazım hekim yada görevlilere kontrol ettirmek gerekmektedir.
5-) yiyecekler iyi çiğnenmeli : bu ayrıntı genellikle hiç önemsenmeyen bir konudur. Bir çok insan yedeği yemeğin lokmalarının büyüklüğüne veya küçüklüğüne dikkat etmez ancak durum tam tersi bir etki göstermekte ve en zararsız şekilde ağız kokusuna sebep olan bu sıkıntı, ciddi manada mide hastalıklarına yol açabilmektedir. Yemek yerken yiyecekler su ve tükürük ile mümkün olduğunca bol bol ıslatılmalı ve dişler ile iyice çiğnenerek yutulmalıdır.
6-) suyu bol içmeli ama aşırıya kaçmamalı: yukarıdaki maddede söylenildiği üzere yiyeceklerin tükürük ve su ile yumuşatılarak tüketilmesi beslenme için büyük önem arz eder fakat suyun bir o kadar önemli olmasının nedeni de yemek borusuyla boğazın kuru kalmaktan kurtarılmasıdır. Belirtilen durumda yemek borusu öncelikli olmayabilir lakin ağzın geniş bir kısmını kapsayan ve boğaz ile bile ilişkisi olan dilin kuru kalması ağız kokusunu tetikler. Oluşabilecek bu negatif durumu engellemenin yolu da aşırıya kaçmamak suretiyle bolca su tüketmekten geçer.
7-) şekersiz sakız çiğneyin ve asitli besinlerden uzak durun : sakız çiğnemek diş temizliğine yardımcı olan bir yöntemdir. Diş ipi yada diş fırçası kadar olmasa da diş , diş etleri ve dil üstünde biriken besin kalıntılarının giderilmesine yardımcı olur. Tükürük salgı miktarında da çiğnenme zamanına göre yoğunluk sağlanır. Bu sayede ağız kokusu minimumuma indirilir.
Asitli içecekler ise ağzın ve dişlerin düşmanıdır çünkü bakteriler asidik ortamda çabucak çoğalarak ürerler ancak bazik (tuz) ortamda ise çoğalamazlar. Dolayısıyla şayet asitli içecek içmiş iseniz bu stil besinleri tükettikten sonra mümkün olduğunca ağız temizliğinize dikkat edin.
8-) tütünden uzak durun. ( sigara kullanmayın )
agorafobi kimlerde görülür - agorafobi nedenleri - agorafobi belirtileri - agorafobi tedavisiAlan, park, sokak gibi açık yerlere karşı duyulan ürkekliktir. Bilhassa yalnız başına çıkma korkusu olarak nitelendirilen, ruhsal çöküntü ve güçsüzlük yaratan ve çok karşılaşılan bir hastalıktır. Sinema, tiyatro, tünel, köprü, asansör, otobüs, vapur, deniz otobüsü, uçak gibi yerlerde duyulan korku da bu hastalıkla ilişkilendirilmektedir.
Agorafobi, genellikle ergenlik döneminde ya da 15-35 yaşları arasında görülür. Erkeklerden çok kadınlarda görülen bu hastalık bir psikolojik bozukluktur. Bilinen gelişi güzel bir sebebi yoktur. Gerilim yaratan olaylar, kaygı dolu kişilik, hastalığı ortaya çıkaran en önemli etkenlerdendir. Üstelik boşanma sırasında çocuklarda meydana gelen anne ya da babaya aşırı bağımlılık durumlarında ya da çok genç kadın hastalarda görülen cinsel problemler da sık karşılaşılan nedenlerdir. Agorafobili kişide panik bozukluğun belirtilerine benzer belirtiler ortaya çıkmaktadır. Korku, endişe, ölecekmiş hissi, kötü bir şey olacakmış hissi, vb. Durumlardır.
Hastalığın belirtileri birkaç hafta ya da birkaç yıl sürebilir. Çoğunlukla yıllarca süren bu hastalık, zaman zaman de kendiliğinden geçer. Ancak geçti sayılan bir anada tekrardan ortaya çıkışına da rastlanılmaktadır. Hastalın şiddeti bulunmakta olan ortamın gerilimine ve hastanın ruhsal değişimine bağlı olarak önceden kestirilmeyen bir şekilde iniş, çıkış yaşanır. Tedavi yöntemlerinde, en sıklıkla kullanılan ilaçlar anksiyete ilaçlardır. Antidepresan ilaçlar da kullanılıyor. Kişinin kaygısını ve panik ataklarını azaltmada son derecede etkilidirler.
akut troidit nedir - hızlı gelişen troidit - troidit biyopsisi - troid iltihabı - troid nodülleriBakterilerin sebep olduğu tiroid bezi iltihaplanmaları olabildiğince nadirdir. Nedenleri ise; tiroid bezinin kapsüllü olması, iyot içeriğinin yüksek olması, kanlanmasının fazla olmasıdır.
Ancak, verem mikrobu, bilhassa vücut direncinin düşük olduğu zamanlarda tüberkiloz gibi virülansı yüksek bakteriler tiroide yerleşebilirler. (verem hastalığına ülkemizde halen rastlanılmaktadır). Bu bakteriler ya kan yoluyla ya da komşu dokulardan yayılarak tiroide yerleşirler. Hastalar tiroid biyopsisi sırasında mikrop kapıp kapmayacağı konusunda tereddüt yaşamaktadırlar. Bu durum nadir olsa da görülebilmektedir.
Genellikle bu hastalar doktora geldiklerinde tiroid bölgesinde ağrı, sertlik, boğazda gıcıklanma ve tahriş öksürüğü ile başvururlar. Bakterinin cinsine göre hafif ya da yüksek ateş görülür. Tiroid bezindeki bu enfeksiyon, genellikle hastalarda bir bölgede yerleşmiş olur. Muayene edilen hastalarda nödül veya nödüle benzer bir görünüm vardır. Bu nödül ağrılı bir nödüldür.
Yapılan tetkiklerde hastalığa neden olan etken değişmektedir. Vücut savunma hücrelerinde akyuvarlarda(lökosit) artış ve sedimentasyon yüksekliği ( bilhassa vereme bağlı abselerde çok yüksektir) dikkati çeker. İltihablı alanla ultrasonla incelendiğinde nödül yada yalancı nödül biçiminde görüntü verirler. Tiroidit alanları sintigrafide, soğuk alanlar olarak görülür. Bu hastalığın tedavisinde etkene göre yüksek antibiyotik verilmesi gerekmekte olup aynı zamanda kültür antibiyogramı yapılması gereklidir.
Radyasyon tiroiditi
tedavinin 3. Ve 7. Günlerinde tiroid bezinde sertleşme olur. Bu durum radyoaktif iyot tedavisi alanlarda görülür. Nedeni olarak tiroid folikül hücrelerinin yıkıma uğramasıdır. Bu dönemde hafif bir ağrı hissedilebilir. Ancak bu ağrı türü kişiyi çok rahatsız edecek bir ağrı türü değildir. Hastanın belirgin bir ağrısı varsa nonsteroid isimli iltihap çözücüler kullanılabilir. Bu tiroid bezi genellikle, 2-3 hafta içerisinde düzelir ve yumuşar.
Travmatik troiditler
troid bezi çok duyarlı olduğundan sert bir biçimde yapılan bir muayene bile hasara neden olabilir. Bilhassa trafik kazalarında emniyet kemerinin basıncı ile oluştuğu görülmüştür. Burada da belirgin bir ağı söz konusu ise nonsteroid isimli iltihap çözücüler kullanılabilir. Çoğunlukla bu tarz troiditler fark edilmez ve gözden kaçabilirler.
amigdala nedir - amigdalanın fonksiyonu - beynin bölümleri - amigdala hastalığını kim bulmuşAmigdalanın işlevleri, vücudumuz için son derece mühimdir çünkü; bu işlevler olmazsa duygularımızı kaybederiz. Beyindeki bu yapı bizim duygusal ve sosyal tepkilerimizden ve anılarımızdan sorumludur. Öyleyse amigdalanın fonksiyonu ve lokalizasyonuna göz atalım.
Amigdala, beynin iyi bilinen, ünlü bir parçası olmayabilir ancak mutlaka önemli bir parçasıdır. Beyindeki hipotalamus bezinin derhal üstünde yer alan badem biçiminde, beynin temporal loblarının derinliklerinde yerleşen nöronların oluşturduğu beynin bir bölümüdür. Her biri kulaklarımızdan bir kaç cm mesafede iki amigdalaya sahibiz. Bu ufak kitle bir kişinin zihinsel ve duygusal durumu ile ilişkilendirilmiştir. "amigdala" kelimesi yunanca badem kelimesinden gelir çünkü şekli ve büyüklüğü bir bademe benzer. Amigdala'nın işlevleri sinir hücrelerinin neokorteks ve görsel korteks gibi beynin çeşitli merkezlerine bağlanmasıyla sağlanır. Amigdala aynı zamanda sinir sisteminin önemli bir parçası olan limbik sistemin bir parçasıdır.
Amigdala'nın Fonksiyonu
19. Yüzyıla kadar, bu yapının varlığını bile insanoğlu tarafından bilinmiyordu. 1930'larda araştırmacılar temporal lobları hasarlanan insanlarda korku duygusu, cinsel davranışlar ve beslenme davranışlarında farklılıklar meydana geldiğini tespit ettiler. Daha sonra yüzyılın ortalarına doğru amigdala hasar gördüğünde duygusal işlemede farklılıklar meydana geldiği görüldü. Bu yapının bugün daha iyi anlaşılması ursin ve kaada, blanchard ve blanchard, weiskrantz, heimer, kapp, mcgaugh, ledoux ve davis gibi pekçok bilim adamının öncü çalışmaları sayesinde mümkün olmuştur. Amigdala'nın orbitofrontal korteks, striatum ve talamus gibi duygusal işleme katılan bütün yapılar ile bağlantılı olduğu görülmektedir. Hem insanlarda hem de hayvanlarda amigdala korku ve keyif duygularıyla ilişkilidir. Amigdalanın esas fonksiyonu duygusal ve sosyal işlemedir. Ayrıca duygusal olayları çözümler ve bu olaylarla ilgili anıları depolar. Araştırmacılar aynı zamanda erkek ve kadınlardaki amigdalanın, duygusal durumlara değişik tepkiler verdiğini tespit etti.
Bazı duyguları hissedebilmek ve karşı tarafın duygularını anlayabilmek için amigdalaya sahip olmamız gerekmektedir. Örneğin korku duygusu, amigdalayla ilişkili bir duygudur. Örneğin bir kişinin öldürüldüğünü görmek kalbimizin daha hızlı çarpmasını sağlar. Aşırı korku ve kaygılı düşünceler beynimizin panikleyip kendisi de öldürülmeden oradan kaçabilmek için kaçış yolları düşünmesine sebep olur. Korkunun neden olduğu bu kendini koruma iç güdüsünü sağlayan amigdalanın etkin hale gelmesidir. Amigdala bundan başka bu korkunç öldürülme olayını hafızada depolar, ne zaman bu olayı tekrar düşünürsek o gün ve olay gözümüzün önünde belirir ve korkunun sebep olduğu titreme, ürperme gibi diğer belirtileri de yeniden yaşarız. Bu da gösteriyor ki amigdala kişinin o deneyimi tekrardan yaşamasını sağlayan duyguları ve anıları saklıyor. Bundan başka araştırmacılar amigdalaları zarar görmüş olan kişilerin hiç bir korku belirtisi göstermediklerini tespit etti. Normalde bir kişinin kalbinde korkuya neden olan silahlar, örümcekler, yılanlar, yükseklik, hırsızlar, korku filmleri ya da diğer etkenlere hiç bir tepki vermedikleri görüldü. Bu açıkça amigdala ve korku tepkileri arasındaki bağlantıyı kanıtlıyor. İnme sonrası amigdalası hasar alan insanlarda, korku duygusu diğer duygulara nazaran çok daha az görülür.
Weiskrantz tarafından yürütülen araştırmada, amigdaladaki lezyonların davranışsal ve duygusal bozukluklara neden olduğu göstermiştir. Otizm, fobiler, travma sonrası stres bozukluğu, anksiyete ve depresyon gibi durumların da amigdalanın anormal işleyişi ile bağlantılı olduğu görülmektedir. Bipolar bozukluğu olan insanların korku duygusunu çok fazla hissetmesinin sebebi ise büyük bir amigdalaya sahip olmaları gibi görülmektedir. Bundan başka, amigdaladaki hasar şiddetli psikopat davranışlara neden olmaktadır. Hasar görmesi, nörotransmitter dengesizliği veya gelişimsel problemler amigdalanın anormal çalışmasına neden olan faktörler olabilir.
Amigdala bundan böyle geçmişte olduğu kadar az bilinen bir beyin bölgesi değildir. Bugün geniş, derinlemesine araştırmalar yürütülen beyin yapılarından biridir. Ancak duyguların nasıl işlendiği, depolandığı, tekrar gün yüzüne çıkarıldığı ve anıların tam olarak nasıl oluşturulduğunun anlaşılması için amigdala üstüne yapılan çalışmalar devam etmelidir.